Terörle Mücadelede “İstihbarat Açılımı” mı?

Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL

Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL - TA3 1905 pp1PKK terör örgütünün son saldırıları “A”dan “Z”ye birçok yönüyle tartışılıyor. Konunun halen bu kadar çok boyutlu ele alınması ve terörle mücadelede “sıfır noktasında” bir ülke görüntü sunulması bile, aslında bu sorunda halen bir arpa boyu mesafe kat edilemediğinin önemli bir göstergesi olarak kabul edilebilir. 

Bu tartışmalar arasında ön plana çıkartılan ve hatta üzerinde önemle ve ısrarla durulan hususlardan biri de “istihbarat zafiyeti”dir.

Neredeyse tüm başarısızlığın en büyük nedeni olarak gösterilen istihbarat zafiyeti, bir anda herkesi istihbarat uzmanı yaptığı gibi, aynı zamanda İsrail’den, ABD’ye, oradan da AB’ye kadar birçok ülkeyi bunun sorumlusu konumuna da oturtuverdi.

Bu uzman enflasyonu içinde hiç kuşkusuz kafalar daha da karıştı. Hele hele bazılarının fazlasıyla bozuk Türkçeleri ve konumları itibarıyla ayıp olmasın türünden, günü kurtarmak adına yaptıkları, boylarını fazlasıyla aşan “değerlendirmeler” ise, açıkçası PKK’nın ekmeğine yağ sürmekten farksız idi. Zaten bunların bir kısmına göre PKK terör örgütünün gerçekleştirdiği saldırılar, sadece ve sadece “münasebetsiz birer eylem”!

Temel sorun da burada…

Birçok şey bildiğini zanneden fakat sadece bir takım ezberleri servis etmekle mükellef olan bu “çakma uzmanlar”, aslında birer “gündem tetikleyicisi”.

Dolayısıyla, konunun bu kadar hızlı bir şekilde tartışılmaya başlanılması, adının hemen konulması ve bu çakma uzmanların sahnedeki yerlerini hiç vakit geçirmeden almaları, akıllara bir takım başka hususları getiriyor. Örneğin, mevcut istihbarat yapılanmalarının yetersizlikleri, başarısızlıkları ve bunlarla ilgili yapılabilecek çalışmalar, dünyadaki örnekler vb. hususları ihtiva eden tartışmaların hemen akabinde, yeni-modern istihbarat birimlerine duyulan ihtiyacın haklı gerekçelerinin ortaya konularak, bunların hemen faaliyete geçirilmesi gibi…  

Hiç kuşkusuz, “Büyük Türkiye” için çok güçlü bir istihbarat yapılanmasına fazlasıyla ihtiyaç duyulmaktadır. Güçlü istihbarat ve ordu, güvenliğin olmazsa olmaz koşullarının başında gelmektedir.

Bazıları buna (çoğu zaman olduğu gibi) hemen itiraz edebilir. Onlara adresim, bu itirazlarında, olası eleştirilerinde kullanacakları (hatta devamlı şekilde kullandıkları ve artık ezberleri haline gelen) kavramların kaynak ülkeleri ABD ve Avrupalı devletlerin bir kısmı ve onların kendi ülkeleri içinde ve dünya çapındaki “fazlasıyla etkin ve caydırıcı” uygulamaları olacaktır. Ya da teknolojisine ve istihbaratına ihtiyaç duyulan ve bundan dolayı da devamlı bir şekilde eleştirilen İsrail ve hatta arka planda kalan ama bugünkü geldiği aşamayı bu iki güçlü kuruma borçlu olan Rusya ve Çin gibi ülkeler de bu gerçekliğe referans olabilecek ülkeler ve adresler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türkiye’nin kendi içinde ve yakın çevresinde etkin olabilmesi için bu iki caydırıcı güç unsuruna sahip olması ve bunların güçlü kılınması kaçınılmazdır. Yumuşak güç kadar, sert gücün de kaçınılmaz olduğu günümüz dünyasında, ülkelerin artık öncelikli tercihinin “güvenlik” olduğu kabul edilmelidir.

Batılı ülkelerinin demokrasi anlayışlarını ve küreselcilerin temel dayanaklarını yerle bir eden, akabinde ulus-devletleri bir kez daha ön plana çıkartan ve önemli kılan 11 Eylül ve sonrasının bu bağlamda bir kez daha çok iyi bir şekilde okunması gerekmektedir. Bu okumada, Türkiye’nin tarihsel, coğrafi gerçekleri ile gerçek kapasitesine dayanan “güvenlik” bazlı yeni bir söylem ve eylem tarzının gerekliliği ve bunun bir an önce gerçekleştirilmesi zorunluluğu görülecektir.

Güç ve çıkar çatışmalarının esas alındığı ve müttefiklik ilişkilerinin yeniden sorgulandığı bir ortamda Türkiye’nin milli, bağımsız ve güçlü bir istihbarat yapılanmasına olan ihtiyacı çerçevesinde atacağı adımlar, hiç kuşkusuz beraberinde birçok sorunu da getireceğe benzemektedir.

Buradaki temel sorun, Özal döneminde de görüldüğü üzere, bunu gerçekleştirmek isteyen hükümetler ile bu hükümetler karşısındaki “statükocu” ya da “korumacı” duruştur. Hükümetlerin attığı adımın mevcut sistemi hedef alan bir görüntü sunması, beraberinde hükümetler ile iç dinamikler arasında bir güven sorununa yol açmakta ve bu da ihtiyaç noktasında mutabık olunmasına rağmen, uygulamada bu temel endişeden kaynaklanan bir dirence yol açmaktadır.

Dolayısıyla burada karşımıza aşağıdaki sorunlar çıkmaya devam etmektedir:

  • İstihbarat kurumları arasındaki güven sorunu ve bunu adeta teşvik eden siyasi tutum;
  • İstihbarat kurumları arasında koordinasyon sorunu;
  • Yeniden yapılandırma çalışmaları adı altında istihbarat kurumlarının geleceğine dönük belirsizlik ve bunun beraberinde meydana getirdiği zafiyetler;
  • Mevcut istihbarat yapılanmalarının başta bütçe olmak üzere birçok hususta sıkıntı yaşaması, buna karşılık oluşum halindeki yeni yapılanmalara fazlasıyla ayrılan bütçe, personel, donanım vb. hususların beraberinde getirdiği bir takım sorunlar, sıkıntılar;
  • İstihbarat alanında “yeni yapılanma” ve “yapılandırma” süreçlerinin bir türlü tamamlanamaması ve bunun sonucunda ortaya çıkan zaman-enerji-güven kaybı ve istihbarat boşluğu;
  • CIA ve MOSSAD başta olmak üzere, ABD ve İsrail menşeli istihbarat örgütleri ile Türk istihbarat örgütleri arasındaki ilişki tarzı ve son yıllarda terörle mücadelede özellikle de teknik istihbarat konusunda bu ülkelere fazlasıyla bağımlı bir görüntünün sunulması.

Bu noktada, özellikle son yıllarda gündeme damgasını vuran Ergenekon sürecinin istihbarat örgütleri boyutuna kısaca da olsa değinmek gerekmektedir. Çünkü, sürecinin beraberinde getirdiği diğer sorunların istihbarat örgütleri ve elemanları üzerinde oluşturduğu olumsuz etki, son eylemler-saldırılar ile birlikte artık dikkat çekici bir boyuta ulaşmıştır. Burada, Ergenekon sürecinde, terörle mücadele kapsamında örgütlerde muhbir olarak yer alan, hizmette bulunan bazı isimlerin basın üzerinden deşifre edilmesi, muhbirler ile devlet arasında bir güven sorununa yol açmış ve bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak da güvenlik örgütleri ihtiyacını hissettikleri insani istihbarat bağlamında sıkıntıya düşmeye başlamışlardır. Bunun dışında, Ergenekon bağlamında yürütülen süreç, bölgedeki istihbarat görevlilerinin hareket alanını, manevra kabiliyetini etkilemeye başlamış ve daha fazla sorumluluk alma noktasında caydırıcı bir rol oynamaya başlamıştır. Ayrıca, JİTEM, MİT ve Emniyet İstihbarat bağlamında ortaya çıkan tablo ve yaşanan tartışmalar da (bir diğer boyutuyla), başta PKK olmak üzere, terör örgütlerinin Türkiye ve çevresinde güç kazanmasına neden olmuştur.

Dolayısıyla Türkiye kendi içinde, adeta bir istihbarat oyunuyla, istihbarat zafiyetine düşürülmüş bir ülke görüntüsü sunmaktadır. Kuşkusuz bu durum, güçlü bir istihbarat geleneğine sahip bir ülkeye hiç de yakışmamaktadır. Özellikle de, 2007’de bu hususta yeni açılımların yapılacağının deklare edildiği bir noktadan sonra.

Hatırlanacağı üzere, bir önceki MİT Müsteşarı Emre Taner, teşkilatın kuruluşunun 80. yıldönümü vesilesiyle 6 Ocak 2007 tarihinde yaptığı, “Büyük Türkiye Vizyonu” olarak da adlandırılan konuşmasında Türkiye’nin “Yeni Güvenlik Doktrini”ni net bir şekilde ortaya koymuştu. 

Dünyada tüm değerlerin, ilişkilerin, sistemlerin ve düzenlerin yeniden şekillendiği bir sürecin yaşandığını belirten MİT Müsteşarı, “Türkiye, gerek stratejik gerekse jeopolitik önemi nedeniyle kendisini olayların akışına bırakmasının kabul edilemez olduğunu” da ifade etmekteydi. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesinin tekrar değerlendirilmesi gerektiğini, “bekle-gör” politikasının terk edilerek, Türkiye’nin sınırlarının ötesinde bir güvenlik anlayışını hayata geçirmesi gerekliliğini ortaya koyan Taner, Türkiye’nin salt savunma pozisyonunda kalmasının kabul edilemez bir davranış olacağını, bölgesindeki rekabete hazırlanması gerektiğini söyleyerek, bu noktada MİT’e de bir vizyon çizmekteydi.

Peki, sonrasında ne oldu?

Sonrası ne olacak, halen aynı noktada sayılırız. Bu konuda arayışlar, tartışmalar, yerli-yersiz endişeler ve güven sorunları devam ediyor. Ortada bir vizyon var ama uygulama noktasında ciddi bir irade ve kolektif liderlik eksikliği sürece damgasını vurmuş durumda.

En temel endişe ise, hükümetin özellikle Kasım 2007 seçimleri sonrası ortaya koyduğu hırslı, agresif tutum ve Türkiye’yi yeniden yapılandırma adı altında doğrudan sistemi ele geçirmeye dönük hamleleri olarak karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda ülkede güçlü bir istihbarat yapılanmasına yönelik her adım, akıllara genelde “Yıldız İstihbarat Teşkilatı”nı ve zaman zaman da “Teşkilât-ı Mahsusa”yı getiriyor. Dolayısıyla ortadaki mevcut güven sorunu ve yeni istihbarat yapılanmalarına dönük kuşkular, Türkiye açısından ciddi manada bir istihbarat zafiyetinin oluşmasına neden oluyor. Bu da, terör örgütleri ile birlikte “dost”-“düşman” yabancı servis ajanlarının Türkiye çapında rahatlıkla cirit atmasına ve istedikleri zaman, istedikleri noktaya yönelik etkin operasyonlar gerçekleştirmesine zemin ve imkân hazırlıyor.

Ezcümle, sorun da ortada, çözüm yolu da!..

Önemli olan, bunu Türkiye Cumhuriyeti ve Türk milleti adına gerçekleştirebilecek milli ve bağımsız bir iradenin ortaya çıkması ve meseleyi her türlü siyasi endişe ve çıkarların üstünde tutarak, bu hedefi hayata geçirebilmesidir. Dolayısıyla, “teşhis” doğru, fakat “tedavi yöntemi” ve bunu “gerçekleştirecek” olanlar konusunda halen bir takım sıkıntılar mevcuttur.

Diğer taraftan, bu alanda yapılacak olan “açılım”ın diğer açılımlara benzememesi de burada en büyük temennimizi oluşturmaktadır. Aksi takdirde, sistemin temelleri kendisini derin bir kriz ve hatta ciddi bir “çatışma” ortamının içinde bulabilir ki, devlet iradesinin ve aklının böyle bir şeye müsaade etmesi düşünülemez.

Ne de olsa, güçlü bir istihbarata sahip olmayan, burnunun dibinden haberi olmayan bir ülke, dünyaya nasıl meydan okuyabilir?

Bu anlamda, istihbarat alanında nasıl bir yapılanma olması gerektiğiyle ilgili önerilerimi Türkiye’nin yerel, bölgesel, tarihi, sosyo-psikolojik gerçekleri, deneyimleri, küresel hedefleri ve bu noktadaki kapasitesi ve zayıf noktaları ile birlikte, Türkiye ve yakın çevresi üzerinde yürütülen operasyonlar, “sessiz savaşlar” ve olası gelişmeler kapsamında ilk fırsatta ortaya koymaya çalışacağım.

Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL - TA3 1905 pp1

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir