Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL*
En az iç siyaset kadar hareketli olan Türk dış politikasında son dönemde yaşanan inişli-çıkışlı gelişmeler; “stratejik derinlik projesi” ve “sıfır sorunlu komşuluk politikası” bağlamında ortaya çıkan krizler, arabuluculuk faaliyetleri, yeni stratejik ortaklıklar ve entegrasyon süreçleri boyutuyla “yön-eylem”, “misyon-vizyon”, “millilik” ve “tanım” bazlı tartışmaları da beraberinde getirmiş durumdadır. Tartışmalarda ortaya çıkan tablo, açıkçası tam bir kafa karışıklığını resmetmektedir.
Bu kafa karışıklığı uzun bir süredir Misak-ı Milli sınırlarını da aşmış bulunmaktadır. Nitekim içeride çok uzun bir süredir “millilik” noktasında başlatılan tartışmaların, kendisini dışarıda bir süredir “eksen kayması” şeklinde göstermesi de bir tesadüf olmasa gerektir.
Başlangıçta daha tutarlı ve yekpare bir nitelik taşıyan, izlenen politikalara destek mahiyetinde ön plana çıkan dış odaklı değerlendirmelerin, son iki yıldır yerini farklı bir seyre bırakması, burada özellikle AKP hükümetinin siyasi geleceği açısından büyük bir önem arz etmeye başlamıştır. “Misyon kayması” ve “sorgulaması” şeklinde de ifade edilebilecek bu husus, açıkçası başta ABD olmak üzere, Batı dünyasının aşama aşama ortaya koyduğu tepkiyi ve bu bağlamda AKP’nin dış politika bağlamında yaşadığı çelişki ve çıkmazı ortaya koyması açısından da oldukça önemlidir.
Soğuk Savaş sonrası dönemde Türk-Batı ilişkilerinde yaşanan tartışmaların bir benzeri, AKP’nin son iki yıllık icraatlarında bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bir diğer ifadeyle, AKP’yi iktidara getiren tartışmaların bir benzeri, bu kez AKP’nin kendisi açısından gündeme gelmiş görünmektedir.
11 Eylül süreci ile birlikte küresel bazda yeni bir operasyon başlatan ve bu mücadelesinde Ankara’dan beklediği desteği bulamayan ABD’nin içerideki milli dinamiklere yönelik yeni bir operasyonun ayak sesleri kendini hissettirmeye başlamıştır. Bu operasyonun temel nedeni ABD’nin AKP ile ters düşmesi midir, yoksa AKP’nin kendisine yüklenen misyonu yerine getirme noktasındaki başarısızlığı ve içerideki milli yapıyı tasfiye noktasındaki “beceriksizliği” midir?
Bu soruya sağlıklı bir cevap verebilmek için arka plana ve neredeyse birlikte, eş zamanlı olarak uygulamaya konulan üç projeye (Büyük Ortadoğu, Büyük Osmanlı ve Yeni Türkiye Cumhuriyeti) biraz daha yakından bakılması gerekmektedir.
Bu projeler içinde özellikle “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”, ABD’nin önde gelen istihbaratçılarından ve stratejistlerinden biri olan ve “derin akıl” olarak da adlandırılan Graham E. Fuller imzasıyla ön plana çıkan bir Türkiye’yi dönüştürme projesidir ki, aynı zamanda diğer iki projenin hem varlık nedeni hem de bir yönüyle kendisidir. Dolayısıyla, ABD’nin 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren hazırlık çalışmalarını başlattığı ve 11 Eylül 2001 sonrası uygulamaya koyduğu, Washington açısından “doğruluğu/gerekliliği” bir kez daha 1 Mart 2003 Tezkere krizi ile teyit edilen, temel hedefi “Ankara’yı hizaya getirme” ve “Türkiye’yi kazanma” olarak ön plana çıkan “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” projesi, ABD’nin Türkiye’yi yeniden dizayn etme girişiminden başka bir anlama gelmemektedir.
Bu yönüyle “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”, Washington’un Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve Büyük Osmanlı Projesi (BOP)’nin sigortası ve bölgesel uygulayıcısı olarak da ön plana çıkmaktadır. ABD, bu projenin önündeki milli direnci kırmak, Ankara’nın etkin desteğini alabilmek ve bölgesine bir model olarak sunabilmek için Türkiye ile ilgili bölgedeki olumsuz algılamaya son vermeyi hedefleyen ciddi bir imaj çalışması gerçekleştirmiştir. Bunla ilgili ABD kaynaklı çalışmalara ulaşmak hiç de zor değildir. Dolayısıyla, buradaki tespitlerin önemli bir kısmı ABD’li uzmanların yaptığı bir kısım çalışmalarda fazlasıyla görülmektedir.
Türkiye’yi kazanmak adına başlatılan ve Türk siyaseti üzerindeki etkileri halen devam eden, Ankara’yı yeniden dizayn etmeye dönük “sessiz ve kansız karşı devrim çalışmaları”, aslında Avrasya coğrafyasında başlatılan renkli devrimler sürecinin uzun vadeye yayılmış farklı bir versiyonundan başka bir şey değildir.
Philip H. Gordon’un “Türkiye’yi Kazanmak” ve Fuller’in “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” başlıklı çalışmalarında ortaya konulan yol haritası bunun en somut iki göstergesidir. Burada ön plana çıkartılan, Türk iç siyaseti ve dış politikası bağlamında da çok geniş yer bulan “kavramlar”, bir anlamda Türkiye’nin temellerini, değerlerini ve gerçeklerini yerinden oynatmış ve ülkeyi kendi içinde bir iç muhasebe yapmaya ve yeniden yapılandırmaya zorlamıştır.
Birleşik Devletler, burada bir yol haritası çizerken, bunun uygulanması ile ilgili kırmızı çizgileri ve hassasiyetleri de ortaya koymuştur. Sorun da zaten tam bu noktada kendini göstermeye başlamış bulunmaktadır. “Hedef” ve “yöntem” bazlı bu sorunlar, aynı zamanda dış politikada da etkisini her geçen gün hissettirmektedir. Bu noktada iç politikada olduğu gibi, dış politikaya da damgasını vuran “değişim” ve “açılım” gibi ithal kavramların bir takım süslü kılıflara ve referans noktalarına rağmen millileştirilemediği ve bölgede görülmektedir. Uygulamada bir dengeye ve sağlıklı bir zemine oturtulamamasından dolayı da başlangıçta yakalanılan olumlu hava ve desteğin yerini her geçen gün derin bir şüphe, tereddüt, direnç ve tepki dalgasına bıraktığı görülmektedir. Yerel, bölgesel ve küresel bazda bir artış eğilimi göstermeye başlayan tepki ve güven sorunun temelinde de bu yatmaktadır.
Tarihsel-coğrafi zemin ve realitelerden uzak, bölge halklarını ve onların hafızalarını göz ardı eden günümüz Türk dış politikası, onun mimarının da bir konuşmasında açıkça ifade ettiği üzere, realizm ile idealizm arasında ciddi bir “teşhis” ve “tedavi” yöntemi sorunu yaşamakta olup, dış talepler ile iç dirençler arasında sıkışıp kalmıştır.
Türkiye, bölge ve dünya gerçeklerine iflas etmiş Polyannacı bir tavır ile yaklaşan bu dış politika anlayışının bir süre sonra beraberinde daha derin bir takım hayal kırıklıkları ve güven sorunu ile birlikte, şiddetli bir derin ayrışmayı beraberinde getirme olasılığı da her geçen gün artmaktadır. Nabza göre şerbet veren, top cambazlığı adı altında ve dengeleri gözetme ardına öncelikleri arka plana alan bu dış politika yaklaşımı, artık iflasın eşiğindedir.
Nefes almaksızın dünyanın tüm sorunlarını çözmeye talip bir Ankara görüntüsü, açıkçası dünyada farklı algılamalara ve tepkilere yol açmaya başlamış bulunmaktadır ki buna Türk-İslam dünyasından bazı ülkelerin verdiği doğrudan-dolaylı tepkiler de dâhildir. Bu kapsamda Azerbaycan, Mısır ve Özbekistan örnekleri fazlasıyla ortadadır. Dolayısıyla, acelecilik ve heyecan bir kez daha burada Türk dış politikasını bir sorun batağı içine çekme eğilimi göstermektedir.
“Ayağını yorganına göre uzatmaktan” uzak bu yeni dış politika anlayışı, ne yazık ki Türkiye’nin maddi ve manevi tüm imkânlarını ve potansiyellerini fazlasıyla zorlamaya başlamıştır. AKP, fazlasıyla bir özgüven patlaması içindedir ve bu durum onun açıkçası sağlıklı düşünmesini ve rasyonel adımlar atmasını da engellemeye başlamıştır. Bundan dolayı da Türkiye, kapasitesinin ve yeteneklerinin üstünde geliştirdiği anlaşılan yeni dış politika doktriniyle, hedef-yöntem-sonuç ilişkisi bağlamında çok daha farklı bir süreç ile karşı karşıya bulunmaktadır.
Sonuç itibarıyla ifade etmek gerekirse, AKP döneminde:
- Türk dış politikasının gerçek kimliği ve kıblesiyle ilgili ciddi bir sorun söz konusudur.
- Dış politikada söylem ve eylem bazında bir tutarsızlık vardır. Bunun orta-uzun vadede bir güven sorununa yol açması ise kaçınılmaz görülmektedir.
- Dış politikaya dönük geliştirilen söylemler, teoriden eyleme geçme noktasında ciddi anlamda sıkıntılara neden olmaktadır. Söylemlerin ve ortaya konulmaya çalışılan bir takım teorik yaklaşımların ülke, bölge ve küresel gerçekler bazında dengeli bir zemine oturtulması ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin çıkarlarının öncelikli olması gerekmektedir.
- İç ve dış politika arasındaki hassasiyetler, öncelikler, realiteler ve kamuoyu faktörü göz ardı edilmektedir. Bundan dolayı da karar alıcılar içerisi ve dışarısı arasında bir ikilemde kalmaktadır. Bir diğer ifadeyle, verilen taahhütler ile seçim sandıkları arasında kalan karar alıcılar, zaman kazanmaya dönük bir politika izlemeye çalışmakta ve bundan dolayı da başlatılan süreçler ya dondurulmakta ya da sert tepkilerle birlikte başarısızlıkla neticelenmektedir.
- Dış politikada kontrolsüz ve hesapsız bir açılım söz konusudur. Bu da, “sıfır sorunlu komşuluk politikası” örneğinde görüldüğü üzere, iddialı bir takım çıkışların ardından (Türkiye-Ermenistan protokoller süreci ve Azerbaycan), sorunların daha da derinleşme ve genişlemesine neden olabilmektedir.
- Öncelikler noktasında bir sorun görülmektedir. Bu durum, iç politikada olduğu kadar stratejik derinlikler bağlamında da bir takım hayal kırıklıklarına yol açmaktadır.
- Ortaya konulan hedefler ile Türkiye’nin başta bürokratik alt yapı olmak üzere, bu politikaları yürütebilecek insan, finans, bilgi ve siyasi iradenin sürekliliği konusunda bir ters orantı söz konusudur.
* Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkan Yardımcısı.
Bir yanıt yazın