Site icon Turkish Forum

Filistin Şehidi Bir Dedenin Torunundan Başbakana

Mustafa Kemal Atatürk

Mustafa Kemal Atatürk

Filistin Şehidi Bir Dedenin Torunundan Başbakana Açık Mektup

Sayın Başbakanım,

Öncelikle söylemem gerekirse; ben de tıpkı sizin gibi bir İmam-Hatipliyim. O sebeple bu mektubu dikkate alıp üzerinde ciddiyetle düşüneceğinizi umuyorum.

***

Sayın Başbakanım lütfen cevap veriniz;

Sizin hiç dedeniz oldu mu? Bayramlarda hiç dedenizin elini öpme mutluluğu yaşadınız mı? Dedeniz hiç sizi dizine oturtup, başınızı okşayarak “Benim aslan torunum, Tayyibim” diye sevdi mi? Size harçlık verdi mi? Eminim ki; sizin dedeniz olmuştur. Başınızı okşayıp sevmiştir. Bayramlarda dedenizin elini öpmüşsünüzdür. Size harçlık vermiştir. Sahi bana söyler misiniz; insanın dedesinin olması nasıl bir mutluluktur? Bunları neden mi soruyorum? Çünkü ben bunları hiç bilmiyorum! Çünkü benim dedem hiç olmadı. Ne benim bir dedem oldu, ne de babamın bir babası!

Sebep mi?

Çünkü dedem, babam henüz ana rahminde iken şehit düşmüş.

Nerede mi?

Nerede olacak; Filistin’de!

Hani şu, sizin kaderlerini İstanbul’dan, Ankara’dan ve Konya’dan ayrı mütalaa etmediğiniz Kudüs’ün, Gazze’nin ve Ramallah’ın bulunduğu topraklarda…

Peki, nasıl mı Sayın Başbakanım?

Anlatayım:

1317 doğumlu olan dedem, henüz 16-17 yaşlarında imiş. Çocuk yaşta iken evlendirilmiş ve babaannem babama hamile iken bir gün köye iki zaptiye gelmiş, alıp götürmüşler dedemi. Dedem henüz çocuk denilecek yaşta imiş ama oldukça gürbüz birisiymiş. Oldukça çevik ve sportmen bir kişiliği varmış. Örneğin zıpladığında sizin boyunuzda olan birisinin üzerinden rahatlıkla geçermiş. Annesinin bir tanesiymiş. Karayağız bir delikanlı olduğu için annesi olan büyük ninem kendisini “Karamuk gözlü Mustafam” diye severmiş. Yaşı henüz küçükmüş ama o tarihlerde yedi düvele karşı savaşmakta olan devletin, cephelerde ölmek için adama ihtiyacı varmış. Bu sebeple, büyük ninemim ağlamasına, yalvarıp yakarmasına bakmaksızın alıp götürmüşler dedemi, o hain zaptiyeler!

Nereye gönderileceğini bile söylememişler büyük nineme ve büyük dedeme:

Sarıkamış’a mı?

Çanakkale’ye mi?

Kut’ül Amareye mi?

Yemen’e mi?

Gazze’ye ve Kanal’a mı?

Hiç kimse bir şey dememiş onlara!

Onlar da bari göndereceğiniz cephenin adını verin diyememişler!

Korkmuşlar sormaya, çekinmişler nedense!

Çünkü onlar, fazla üsteleyince zaptiyenin dipçiğini yiyeceklerinden fazlasıyla emin insanlarmış!

Çünkü o tarihlerde devlet demek zaptiye, zaptiye demek dipçikten ibaretmiş.

Gerçi şimdilerde de durum hemen hemen aynısıdır. Şimdilerde de arka arkaya şehitler veriyoruz ve şehit analarının, şehit babalarının “Vatan sağ olsun” demekten başka çareleri yok!

Aylar sonra iki satırlık bir mektup gelmiş dedemden. Yani büyük ninemim Karamuk Gözlü Mustafa’sından. “Anacığım” diyormuş mektubunda dedem; “Ben şu anda Gazze’deyim. Beni Filistin cephesine gönderdiler. İstanbul’dan trenle yola çıktık. Kâh trenle, kâh yürüyerek geldik. Kudüs’ten geçerken Mescid-i Aksa’da namaz kılıp hacı olduk. İki rekât namaz da senin için kıldım anam. Bir daha ne zaman yazarım bilmiyorum. Bu mektubu da zaten tayınımın yarısını vermek şartıyla bölük çavuşuna yazdırdım. Karşımızda İngiliz gâvuru var. Pek yaman saldırıyorlar. Ne olur ne olmaz, hakkını helal et…”.

Dedemden gelen tek mektup da bu olmuş zaten. Bir daha kendisinden haber alınamamış. Ancak onun yerine söz konusu cephedeki durumu Falih Rıfkı diye bir yedek subay anlatmış büyük nineme:

“Artık Gazze’de, Filistin cephesinde savaşıyoruz. Çöl, İngilizlerin elindedir. Kuyular, kanallar, portatif yollar, Birûssebi, Hafir, kum üstündeki bahçeler, hepsi kim bilir kaç ton altın ve gümüş, serap gibi söndü gitti. Askerimiz o kadar az ki, yan yana siperlerde oturan iki tümenin arasında Urban gelen geçeni soyuyor. İki tarafında öldürecek adam bulamayan İngiliz tankı, bir demir iskelet olmuş, Filistin güneşinin altında yanıyor. Cephemiz susuz, kuru ekmek ve benzini güç yetiştiriyoruz. Arkasını çöle veren İngiliz ordusu ise, siperinde musluktan Nil suyu içiyor… Gazze’den, derin derin top sesleri geliyor. İngiliz gülle ve bombaları Osmanlı İmparatorluğu tacını parçalıyordu… İngilizler refah içinde, biz değiliz. Onlar sağlam, iklime göre yapılmış esvaplarıyla, her gün tam yem alan güzel atlarıyla, lüzumsuz ölümler için ön saflara atılmış müstemlekât (sömürge ülkelerinden topladıkları) askerleriyle geliyorlar. Biz bazen kış, bazen yaz esvabı giyiyoruz. Atlarımız zayıf, adedimiz az ve her ölen neferi yüreğimizden veriyoruz. Ölen, eskiyen, yırtılan her şey, canımızdan, memleketimizden bir şey… İngilizler öyle mi? Hiçbir ziyan yok ki, biz kolayca yerine koyabilelim ve onlar koymasınlar… Sana başka ne yazayım? Bu kumla biraz ötedeki kumun farkı yok ki, zapt etilmiş şehirlerden, araziden bahsedeyim. Çöl nankör bir şeydir, muharebe kumun bazı yerlerini kanla çamur etmekten başka bir iz bırakmıyor…”(1).

Sayın Başbakanım,

Merhum dedem işte böyle bir ortamda hani o sizin çok sevdiğiniz Gazze’de şehit düşmüştür. Ancak o tarihlerde ceberutluğu iyiden iyiye eline almış olan devlet, bazı yöneticilerinin kötü yönetimleri sebebiyle, dedemin şehit düştüğünü bile haber vermemişler/verememişler büyük nineme ve büyük dedeme. Dedem, 1916 veya 1917 yıllarında silah altına alındığı halde, tam 1926 yılına gelinceye kadar devlet hiç arayıp sormamış dedemi. Büyük ninem ve büyük dedeme gelince; onların ne haddine devletten hesap sormak! Büyük ninem soramamış ama onun yerine Ahmet’in anası sormuş gerekenleri. Gelin Falih Rıfkı isimli yedek subaydan dinleyelim bu sorgulama işinin nasıl yapıldığını:

“Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüssüz, Şamsız, Lübnansız, Beyrutsuz ve Halepsiz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız… Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz. İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:

-Benim Ahmed’i gördünüz mü? Diyor.

Hangi Ahmed’i? Yüz bin Ahmed’in hangisini?

Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:

Bu tarafa gitmişti, diyor.

O tarafa? Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı, Bağdat’a mı?

Ahmed’ini buz mu, kum mu, su mu, iskorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed’ini görsen, ona da soracaksın:

-Ahmed’i mi gördün mü?

Hayır… Hiç birimiz Ahmed’ini görmedik. Fakat Ahmed’in her şeyi gördü. Allah’ın Muhammed’e bile anlatamadığı cehennemi gördü!

Şimdi Anadolu’ya, Batıdan, Doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu’dan utanır gibi, hepsi İstanbul’a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor. Anadolu Ahmed’ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.

Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek… Fakat biz Ahmet’i kumarda kaybettik!”(2).

Devlet dedemi ne zaman ve nasıl hatırlamış söyleyeyim mi size? Askere alındığı tarihten yaklaşık 9 yıl sonra babam nüfusa yazılırken.

Devlet demiş ki;

-“Bu çocuğun babası kimdir?”

Köy ihtiyar heyeti cevap vermiş:

-“Bu çocuğun babası Ömerpaşa oğullarından Abdullah oğlu Mustafa’dır. Umumi seferberlik sırasında emsalinden önce askere alınmış, ancak şu anda ölü mü diri mi olduğu belli değildir.”

Nüfus memuru da Köy İhtiyar Heyeti’nin vermiş olduğu bu bilgiden hareketle düşmüş kaydını: “Hayatı, mematı meçhul bulunduğu karye heyeti ihtiyariye mazbatasından anlaşılmıştır!”

Sayın Başbakanım,

Benim ve kardeşlerimin durumu kısaca böyledir. Yani bugüne kadar bizim hiç dedemiz olmadı. Bizim dedemiz hani şu sizin çok sevdiğiniz Gazze ve Filistin var ya; işte orada şehit olmuştur. Devlet “Hayatı, mematı meçhul” diye kayıt düşmüş düşmesine de biz dedemin durumunu gayet iyi biliyoruz! Çünkü onunla birlikte aynı siperlerde savaşmış komşu köylü birisi anlatmış durumu: “Yanımda Gürmeç köyünden Mustafa diye bir arkadaşım vardı. İngiliz bombalarıyla belinden aşağısı koparak şehit oldu!!!”

Sayın Başbakanım,

Bugünlerde Gazze’ye ve Filistin’e nereden merak sardınız bilemiyorum! Ancak şunu iyi bilin ki; bir İmam-Hatipli olarak ben bu konudaki söylemlerinizi, eylemlerinizi ve dahi bu konudaki akıl hocalarınızı hiç ama hiç beğenmiyorum! Ve bu konudaki politikanızı asla ve asla desteklemiyorum. Çünkü biz, Filistin sevgisinin ve Gazze merakının, ailemize ve milletimize nelere mal olduğunu gayet iyi biliyoruz. Ve açıkça söylüyorum ki; benim ailem Filistin ve Arap dünyası için ikinci bir şehit daha vermek istemiyoruz. Ayrıca benim ailem, hiçbir Türk çocuğunun da Araplar için şehit düşmesine asla ve kat’a razı değildir. Bana kalırsa, Hamas’ın ve Hizbullah’ın gazına gelip sizler de buna razı olmayın. Faysal Vakfı tarafından verilen “İslam’a Hizmet Ödülü” size ağır geliyorsa ve bu ödüle layık olmak için ille de bir şeyler yapmanız gerekiyorsa, bu, İsrail’e çatmak ve bunun için de Gazze’yi ve Filistin’i bahane etmek olmamalıdır. İsrail’den korktuğumuz için mi söylüyorum bütün bunları. Hayır, asla. Eğer İsrail ile savaşmamız gerekiyorsa savaşalım. Ancak bu konuda bir şartım var: Eğer İsrail ile mutlaka savaşılması gerekiyor ise bu savaşı, Arapların menfaatlerini korumak ve onlara şirin görünmek için değil, ülkemizin milli menfaatleri için yapalım. Ancak şundan eminim ki; şu andaki milli menfaatlerimiz, İsrail ile savaşmayı değil, İsrail ile iyi ilişkiler içinde olmayı gerektirmektedir. Üstelik ortada savaşacak bir konu da bulunmamaktadır.

Bana kalırsa siz, hem ABD’de Yahudi lobisi tarafından verilen “Üstün Cesaret Madalyası”nı, hem de Faysal Vakfı tarafından verilen “İslam’a Hizmet Ödülü”nü derhal sahiplerine iade edin. Nelson Mandela bile kendisine verilen “Atatürk Barış Ödülü”nü reddettikten sonra şahsen, aynı erdemi benim başbakanım da gösterir diye düşünüyorum. Hem “İki karpuz bir koltuğa sığmaz” diyeceksiniz, hem de birbirine düşman iki blok tarafından verilmiş iki ayrı ödülü bir koltuğa sığdırmaya çalışacaksınız! Doğrusu ortada tezat ve oldukça maharet gerektiren bir durum bulunuyor…

Öte yandan tekrar ediyorum ki; lütfen Hamas’ın ve Hizbullah’ın gazına gelmeyiniz. Bakın vaktiyle bu adamların dedelerinin vermiş olduğu gazla neler yapmışız ve sonucunda neler görmüşüz (Falih Rıfkı’dan dinleyelim):

“Gür sakalları baharat kokan Dürzîler, saçları örgülü Yahûdîler, elleri meşinleşmiş Urban ve entarili Araplar, hepsi, Türk Ordusu Kanala doğru giderken, dar Suriye ve Filistin kıtasında iki safa ayrılmış:

-Geç yiğidim, geç! diyordu.

…Şam’dan kalkan tren, Medine’ye üç gün üç gecede gider. Medine’yi bile bırakmıyorduk. Medine’siz Türkiye? Bu emperyalizmin intiharı demekti. Ne Medine’si? Bir gün aşağı geçecek bir kıtayı selamlamağa inmiştik. Tren varken, Adana’dan beri yayan yürümekte idiler. Üç bin kadar zayıf, soluk ve üstü başı yıpranmış Türk çocuğu, yorgun argın önümüzden geçtiler. Biliyor musunuz, nereye gidiyorlardı? Aden’e!” (3).

Sonunda ne mi oldu Sayın Başbakanım?

Sonunda Suriye de elimizden çıktı, Irak da elimizden çıktı, Filistin ve Yemen de elimizden çıktı. Hatta hatta “Asla terk edemeyiz” ve “Biz sensiz yapamayız” dediğimiz, kutsal Mekke-Medine de dahil olmak üzere tekmil Hicaz ve Arabistan da elimizden çıktı. Şimdi Dış İşleri Bakanınız Ahmet Davutoğlu çıkmış “Bir gün Mescid-i Aksa’da namaz kılacağız”(4) sayıklamalarında bulunuyor. Bu ne demektir biliyor musunuz? Bu, asli yurdumuz ve anavatanımız olan Anadolu’nun büsbütün elimizden çıkması demektir. Lütfen herkes aklını başına alsın. İlk atandığı günlerde gayet aklı başında söylemlerde bulunan Sayın Davutoğlu’nu gerçekten de geleceği parlak ve vizyon sahibi bir insan olarak görmüştük. Ancak geldiğimiz noktada keşke “Stratejik Derinlik” isimli kitabı yazmasaydı ve “Keşke yazmış olduğu bu kitapta bulunan uçuk-kaçık öngörülerini ülkenin dış politikasının rehberi haline getirmeye çalışmasaydı…” diyoruz.

Sayın Başbakanım,

Şunu bilin ki; ne Mehmet Akif Ersoy bir peygamberdir, ne de onun sözleri birer hadis metnidir. Onun için ikide bir konuştuğunuz sözlere kuvvet ve inandırıcılık katmak için Mehmet Akif’ten şiirler okumanıza gerek yoktur. Hele hele peşinizden sürüklediğiniz kitleleri Arap dünyasına yönelik politikalarınızın doğruluğuna inandırmak için okuduğunuz söylenen(5) şu Mehmet Akif mısraları tam bir saçmalıktır. Neymiş efendim:

“Türk Arabsız yaşamaz. Kim ki ‘yaşar’ der, delidir!
Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.”

Hayır, hiç kimse Türk Milleti’ni Arapların eli-ayağı, gözü ve kulağı yapamaz. Türkler ne Arapların hizmetkârıdır, ne de başka bir milletin. Türk Milleti’ni başka milletlere pazarlayıp, peşkeş çekmeye hiç kimsenin hakkı ve hukuku yoktur. Dolayısıyla Şair Mehmet Akif, bu konuda büyük yanılgı içindedir ve vakti zamanında Arapları tavlamak için ve özellikle savunduğu “İslamcılık” siyaseti uğruna öylesine söylenmiş ve haddini aşan sözlerdir. İşin en ilginç yanı ise bu sözü söyleyen Mehmet Akif’in aslında Arnavut kökenli bir Türk vatandaşı oluşudur. Ayrıca, Mehmet Akif’in bu dizeleri, siyaset icabı ve öylesine söylediği o kadar aşikârdır ki; bahse konu dizeleri yazdığı tarihten(1913) sadece iki yıl sonra (1915) yazmış olduğu “Çanakkale Şehitlerine” isimli şiirinde, “Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi” diyerek, Çanakkale’de savaşan Türk askerini Bedir’de savaşan Hz. Peygamber’in askerleri ile denk tutmaktadır. Ayrıca 1918 yılında yazmış olduğu “Şark” isimli şiirinde Arapları şu mısralarla tasvir etmiştir Akif:

“Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar;
Tegallübler, esâretler; tehakkümler,mezelletler;
Riyâlar; türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler;
…”

İşin en ilginç yanlarından birisi de başbakan olarak sizin, aynı Mehmet Akif’in “Bedrin Aslanları” seviyesinde “Şanlı” olarak tasvir ettiği kahraman bir milleti, yine aynı Akif’in, “düşüncesizlik, vurdumduymazlık, vicdansızlık, zilleti ve esarete alışmışlık, riyakârlık ve ilkellik gibi bir sürü illete bulanmış bir millete göz-kulak ve el-ayak yapmaya çalışmanızdır. Üstelik Türk milletini el-ayak ve göz-kulak yapmaya çalıştığınız o millet, Kur’an’ın birçok ayetinde yerilmiş, adeta yerden yere vurulmuştur. Dolayısıyla Sayın Başbakan, Türk Milleti hakkındaki bu onur kırıcı düşüncenizi, lütfen bir an önce kafanızdan söküp atınız…

Sayın Başbakanım,

Biliyorum ki; başınıza ne geldiyse bu şiir okuma sevdasından geldi. Ancak siz şu anda ne bir İmam-Hatip öğrencisisiniz, ne de konuştuğunuz kürsüler İmam-Hatip Lisesi Tatbikat Camii Minberi veya MTTB’nin konferans kürsüsüdür. Bizler de öğrencilik yıllarında okuduğunuz Mehmet Akif ve Necip Fazıl şiirleriyle coşturduğunuz Akıncı Gençlik hiç değiliz. Bu itibarla; İmam-Hatip öğrenciliği yıllarınızdan kalma bir alışkanlıkla öyle ulu orta şiir okumanıza ve İmam-Hatipli ağzıyla vaaz vermenize gerek yoktur. Ayrıca dini bütün bir Müslüman olarak siz de bilirsiniz ki; Hz. Peygamber’in “Bütün şairler yalancıdır” şeklinde bir hadisi vardır(6). Eğer bu hadis doğru ise o takdirde sizin ikide bir ve olur olmadık yer ve zamanlarda Mehmet Akif’ten ve Necip Fazıl’dan şiirler okumanız ne kadar doğrudur?

Sayın Başbakanım,

Size son tavsiyem şudur: Lütfen şu terörü bir an önce bitirin ve şu şehit cenazelerine lütfen bir son verin. Bunun için ne lazım gelirse ve biz vatandaşlara ne düşüyorsa söyleyin yapalım. Örneğin 50 yaşına gelmiş bir insan olarak askere alınmam gerekiyorsa lütfen beni de askere alın. Ben öyle sizin bazı gözdeleriniz gibi abur cubur yiyip sonunda “eksojen obezite” olarak askerlikten yırtan birisi de değilim. İnanın bu yaşımda bile tıpkı 25 yıl öncesinde olduğum üzere çakı gibi asker olurum.

Bana kalırsa MHP Lideri Devlet Bahçeli’ye ve E.Gen. Armağan Kuloğlu gibi bazı terör uzmanlarına kulak veriniz. Terör bölgesinde derhal Olağanüstü Hal Uygulamasına ve gerekirse Sıkıyönetim uygulamasına geçiniz. İdam cezasını terörist başını da kapsayacak şekilde mutlaka geri getiriniz. Gerekirse Irak’a top yekûn savaş açıp Kuzey Irak’ı işgal ediniz. Eğer bütün bunları AB’ye uyum yasaları sebebiyle yapamıyorsanız geçici olarak da olsa derhal bu yasaları askıya alınız. Çünkü “Mevzubahis olan vatansa, gerisi teferruattır” ve bana göre bu teferruatın içine AB üyeliği de dâhildir. Lütfen açıldığı günden beri tam tamına 132 şehidin canına mal olan şu açılım denilen illetten bir an önce kendinizi kurtarınız.

75 milyon dolar harcayarak BM Güvenlik Konseyi’ne girmenin amacı sadece İran’a yönelik yaptırım kararına “Hayır” demek için idiyse yemişim ben böyle Güvenlik Konseyi Üyeliğini. Gazze’ye yardım konvoyuna yapılan İsrail saldırısını bile kınatmaya gücümüz yetmiyorsa, o zaman nemize gerek bizim Güvenlik Konseyi Üyeliği? Boş verin gitsin böyle bir üyelik. Yozgatlı şehit babasının sözlerine ve bu sözlerden etkilendiğini söyleyen TBMM Başkanı M.Ali Şahin’in sözlerine lütfen kulak verin(7). İsrail devletine bakın da lütfen örnek alın! Zira İsrail, milletinin menfaatlerini korumak için kaşa kaş, göze göz bir politika izlemektedir. Eğer bu konuda İsrail’i örnek alabilseydik, inanıyorum ki; İsrail Mavi Marmara Gemisi’ne zor baskın düzenlerdi. İşte caydırıcılık budur. Yozgatlı şehit babası İbrahim Tez demek istiyor ki; siz daha çapulcular tarafından yönetilen bir terör örgütünü bile dize getiremediniz, İsrail ile mücadele etmek sizin neyinize? En tehlikelisi de işte budur: Vatandaşları devletimiz hakkında bu tür düşüncelere sevk etmek, onları gelecek kaygısına sürükleyip, devlet hakkında güvensizlik ve karamsarlığa itmektir. Devleti vatandaşlarımız karşısında acz içinde göstermeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Hele hele sizin hiç yoktur…

Saygılarımla.

20 Haziran 2010

Ömer Sağlam

____________

1-Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, MEB, Ankara, 2001, s. 78-80, 158-159.

2-Age, s.113-4.

3- Age, 36-37.

4- Milliyet, “Davutoğlu: Bir gün Mescid-i Aksa’da namaz kılacağız” başlıklı haber, 14 Haziran 2010, s, 17.

5- Melih Aşık, “Maden Yağması” başlıklı yazısı içinde bulunan “Arapsız da yaşanır” alt başlıklı bölüm, Milliyet, 15 Haziran 2010. Ayrıca bk. Prof. Dr. Çetin Yetkin, “Mehmet Akif ve R.T. Erdoğan” başlıklı makalesi, Yeni Çağ, 13 Haziran 2010.

6- Sahîh-i Buhâri Tecrîd-i Sarîh, c.12. Hadîs No: 2006; Sünen-i Tirmizî, c.4, Hadîs No:
3008; Berîka, c.5, s.94; Râmûz-ul Ehâdîs, Hadîs No: 5794.

7- 20 Haziran 2010 tarihli Vatan Gazetesi, “Genelkurmay’dan tatmin edici açıklama bekliyorum” ve “Şahin’i etkileyen baba hükümete seslenmişti” başlıklı haberler, s, 19.

Exit mobile version