Nuri GÜRGÜR
15 Haziran 2010
Kırgızistan’da Nisan ayı başlarında Devlet Başkanı Kurmanbek Bakiyev’in halk tepkisiyle devrilmesinden bu yana sular durulmadı. Görevden uzaklaştırılan Bakiyev, taraftarlarının bulunduğu Güney Kırgızistan’a Oş Bölgesine gitmiş, burada bir süre gelişmeleri izleyerek karşı bir hareket için imkânlar aramıştı. Ancak elverişli bir zemin bulamadığından önce Kazakistan’a geçti, daha sonra Belarus’a sığınmak zorunda kaldı.Yönetim değişikliği sırasında Oş ve Celalabat’da yaşanan gerginlikler tümüyle giderilmeden bölge halkının yarısını oluşturan Özbek’lerle Kırgız’lar arasında olaylar patladı. Benzer bir çatışma 1990 yılında da yaşanmış o dönemde 1200 kadar Özbek hayatını kaybetmişti. Türkistan’daki Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarını kazandıktan sonra özellikle Fergana Bölgesinde zaman zaman bu tarz olayların meydana gelmiş olması, milletimiz adına hüzün verici ve kahredici olduğu kadar düşündürücü bir tablodur. Tarih boyunca boy, aşiret ve soy saplantılarından kurtularak, aynı millete mensup olmanın şuurunu taşıyarak, bunun her şeyden önce “kader ortaklığı” “var olma” anlamına geldiğini düşünerek birliktelik sağlayamamak, bütünleşememek milletimize çok pahalıya mal oldu.
Yüzyıllar boyunca Türk Halklarına tabi olan, haraç veren silik ve ezik Rus Knezliği bir süre sonra Altınordu Hanlığının yıkılmasıyla, önünde etkili bir güç kalmamasının rahatlığı içinde serpilip genişledi. Kısa süre içinde emperyal iddialar taşıyan Çarlığa dönüştü. Önce Tatar ve Başkurt’ları, sonra da Kırım’ı Azerbaycan’ı ve Türkistan’ın büyük bölümünü doğrudan egemenliği altına aldı. 1917’de Rus Çarlığı’nın yerine geçen Sovyetler Birliği de 1991 yılına kadar bu geleneği sürdürdü.
Bu tarihte kurulan Türk Cumhuriyetleri’nin en büyük probleminin yüzyıllarca dünyaya kapalı kalmalarından, tarihten önemli ölçüde kopuk içlerine kapalı yaşamalarından, aralarında kader birliği yapamamalarından kaynaklanan “millet ve tarih bilinci” sıkıntısı olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Fergana Bölgesinde, Andican’da kısa bir süre önce yaşanan olaylar sırasında ve özellikle Ahıska Türkleri’ne yönelik katliam vesilesiyle bu gerçek açıkça görülmüştü.
Sovyetlerin dağılmasından sonra bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin kurulması, Türk Milleti’nin yüzyıllar boyunca sürüp gelen makus tarihini değişmekte olduğu şeklinde algılanmış, büyük heyecan doğurmuştu. Türkiye’de hemen herkes girilmek üzere olan 21. yüzyılın “Türk Yüzyılı” olacağına inanıyordu. Aradan 20 yıl geçtikten sonra, bu ümit ve beklentilerin aslında boş hayaller olmadığı ancak tahakkuku için yoğun çabalara, büyük emeklere ihtiyaç bulunduğu görülüyor. Bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin adeta ilahi bir lütûf olarak, çok kolay ve emeksiz kurulmuş olması kimseyi şaşırtmamalıdır. Millet olmak ve bunun gereklerini yerine getirmek bu kadar kolay ve kestirme bir olay değildir.
Geçen 20 yıl süresince zamanın hakkı verilemedi, vecibeler yerine getirilemedi, gerekli ilişkiler kurulamadı. Karşılıklı sorumlulukların varlığı inkâr edilmese de, bu husustaki kabahatin büyük nispetle Türkiye’ye ait olduğu unutulmamalıdır.
Türk Dünyası kavramını daha ziyade Türk Milliyetçilerine ait romantik bir tahayyül ve özel olmaktan çıkarıp, hayata intikal ettirmeyi, kurumsal bir işlerlik kazandırmayı, iktidarlar değişse bile değişmeyen “temel devlet politikası” hâlinde uygulamayı başardığımız söylenemez. 1992 de ilk ortaya atıldığında tarihî bir atılım projesi olarak algılanan, büyük heyecan uyandıran “10.000 öğrenci projesi”’nin geçen 18 yıl süresince amacından uzak, sıradan bir uygulama olarak tıkanıp kalması, vizyon yoksunluğunu, ciddiyetsizliğin tipik bir örneğidir. Oysa konuyu bütün boyutlarıyla doğru algılayan, önemseyen, hedeflerinin amacını iyi belirleyen, yaptığı işten haz alan, heyecan duyan yöneticilerle, yönetimlerle çok daha farklı bir manzara oluşabilirdi. Bu konuda Türk Milliyetçileri de imtihan veriyor ve maalesef başarılı olunamıyor.
Çok değil 30 yıl önce “nerde benim Ural- Altay dağlarım; akşam olur sabah olur ağlarım” diyerek esir soydaşları için gözyaşı döken bu camianın birkaç istisnanın ve şahsi çıkışın dışındaki suskunluğunun inanç zafiyetinden başka bir yorumu yapılamaz.
Türkiye’nin elindeki çok elverişli imkânlar ısrarla kullanılmadı; tam tersine heder edildi. Zamanın şuursuzca tüketilmesi sonucu mesele önemli ölçüde kilitlendi. Gelişmeler bugünkü seyrinde devam ederse, bir süre sonra ister istemez geri dönülmesi imkânsız şartlar oluşacaktır. Türk Dünyası’nın sosyal, kültürel ekonomik alanlarda giderek artan bir tempoda yakınlaşması, ilişkilerin derinleşmesi ve daha kapsamlı bütünleşmeye dönüşmesi bir yana, her devletin kendi siyasî çerçevesi içersinde kemikleşmesi ve böylece mevcut devletlerin adıyla anılan kimliklerin oluşması, Türklük kavramının doğrudan Türkiye’ye ait sayılması kaçınılmaz hâle gelecektir.
Türkistan bölgesinde siyasî ve ekonomik hedefleri bulunan ABD, Rusya ve Çin gibi emperyal güçler, Kırgızistan’daki iktidar değişikliğini sadece bu ülkeyi ilgilendiren bir gelişme olarak algılamadılar. Çünkü Afganistan’da yaşanan egemenlik mücadelesinde Kırgızistan stratejik bir ulaşım alanı konumunda bulunuyor. Afganistan’daki operasyon bölgesinin yanı başındaki Manas askeri üssü ABD için vazgeçilmez değerdedir. Devrik Kırgız lideri Bakiyev askeri üsler konusunda ABD ile Rusya arasında pazarlıklar yaparak kazanım sağlamak istedi. Önce Rusya’da 2 milyar dolar kredi desteği alırken, bu ülkeye Amerikan üssünü kapatacağı sözünü verdi. Ancak Washington buradan çıkmamak için daha cazip teklifler yapınca sözünden döndü. İktidardaki Bakıyev yönetiminin ve aile çevresinin, yakınlarını ayyuka çıkan yolsuzluklarını yoksul Kırgız halkında uyandırdığı tepkilerle dış faktörlerin buluşması Kurmanbeg Bakiyev’in sonunu hazırladı.
Devrik liderin Güney Kırgızistan’da Oş’da ve Celalabad’da yaşayan kardeşleri, çocukları ve yakınları yeni yönetime yönelik bir “karşı hareket” hazırlarken, bölgeden eskiden beri varolan Kırgız ve Özbek’ler arasındaki husumeti, kimlik problemini kullandılar. Elverişsiz ekonomik şartların doğurduğu sıkıntıların sorumluluğunu diğer gruplarda arama kolaylığı içindeki kitlelerin duygularını kışkırtarak, özellikle gençleri motive ederek kanlı bir çatışma ortamı hazırlamayı başardılar.
Yeni Kırgızistan yönetimi bu bölgede kontrolü sağlayacak güce sahip olmadığını görünce Rusya’dan ivedi asker yardım talebinde bulundu. Ancak Moskova uluslar arası bir problem doğmaması için ihtiyatlı davranmayı tercih etti. Sadece kendi üstleri çevresinde güvenliği sağlamak üzere askeri birlik göndereceğini açıkladı. Ne var ki olayların tırmanmasını ve kontrolden çıkmasını gerekçe göstererek daha kapsamlı bir müdahalede bulunması sürpriz olmayacaktır. Nitekim vakit geçirmeden Sovyetler Birliği dağılırken, bu coğrafyadaki etkinliğini sürdürme niyetiyle kurduğu Bağımsız Devlet Topluluğu (BDP) nu harekete geçirerek, bu kuruluş üzerinden bir müdahale gücü oluşturmak insiyatif almak üzere çalışmalar başlattı.Olayların seyrine göre ABD’nin Kırgızistan’daki çıkarlarını korumak üzere gerekli görürse karşı bir atak başlatması beklenmelidir.
Bu nahoş gelişmeler yeni Kırgızistan yönetimiyle daha yakın ve sıcak ilişki kurmaya hazırlanan Türkiye için tatsız bir sürpriz olmuştur. İlk olarak bu ülkedeki vatandaşlarımızı korumak amacıyla tedbirler alınması, uçaklar gönderilmesi doğru bir tutumdur. Ancak bununla yetinilmemeli, Kırgızistan’ın “kurtlar sofrasında” harcamaması için çok daha kapsamlı girişimler başlatılmalıdır; mesele Birleşmiş Milletlere intikal ettirilerek, içinde Türkiyeninde bulunduğu uluslar arası bir gücün görevlendirilmesi sağlanmalıdır.
Türk Kızılayı’nın hemen harekete geçmesi sevindiricidir; yöneticileri kutlarız. Panik içinde kaçışmakta olan onbinlere Özbek Türküne kapsamlı yardımların ulaştırılması, açlık ve susuzluktan hayati tehlike içinde bulunan bu çaresiz insanlar için bütün imkânların kullanılması soydaşlık dayanışmasının ötesinde insanî bir vecibedir. Türkiye Devleti bunu vakit geçirmeden yerine getirilmelidir. Bunun gereklerini ne kadar iyi yapabilirsek 20 yıldır sürüp gelen duyarsızlığımı, ihmallerimizi, yanlışlarımızı kefaletini nispeten ödemiş oluruz.