Site icon Turkish Forum

DEVLET YAPISINDA SİYASİ LİBERALİZME YÖNELİŞ

Türkiye’de  yeni  bir anayasa yapılması konusunda  ileri sürülen görüşler dikkate alındığında, tarihi süreç hesaba katılmadan,  Cumhuriyetin kurucu felsefesine aykırı yaklaşımların  söz  konusu olması durumunda, yeni bir meşruiyet  tartışmasının başlamasını, gerek usul ve  gerekse  esas  bakımından dikkate alınması gerekmektedir!!! - logo

Türkiye’de  yeni  bir anayasa yapılması konusunda  ileri sürülen görüşler dikkate alındığında, tarihi süreç hesaba katılmadan,  Cumhuriyetin kurucu felsefesine aykırı yaklaşımların  söz  konusu olması durumunda, yeni bir meşruiyet  tartışmasının başlamasını, gerek usul ve  gerekse  esas  bakımından dikkate alınması gerekmektedir!!!

ERGUN OZGEN

TurkishForum Danisma Kurulu, Kurresel Stratejik Analiz Bolum Baskani

Devlet içeriği itibariyle siyasi bir organizasyon olmakla beraber, Duguit’in tanımına göre de  bir kuvvet olgusudur. Bu olgunun yapısal karakterinde görülen unsurların başında ise, ,idare edenlerle, edilenler arasındaki ikilem ve farklılaşma meydana gelmekte, doğal sonuç olarak da karşılıklı istemler ve sorumluluklar ortaya çıkmaktadır.

Devlet gerçeğinin, siyasal örgütlenme yanında, sosyal  farklılaşmanın da ortaya koyduğu farklı değerler ve sorunlar  nedeniyle,  zamanla kendi iç dengelerini de oluşturmak zorunda  kaldığı görülür.

Siyasi liberalizmin, veya özgürlük kavramının sosyal yaşamdaki yansıması, tarihi süreç içinde  tetkik edildiğinde, batı toplumlarındaki evrimi  ile ülkemizdeki oluşum değerlerinin farklı eğriler çizdiği de anlaşılmaktadır.  Batı toplumlarının siyasal özgürlük konusundaki  yaşamlarına yansıyan ve giderek kurumsallaşan düşünce hareketlerinin temellerinde felsefi  kriterlerin ve öğretilerin ortaya çıkardığı sonuçlar çok önemlidir.

Batı düşüncesine etki yapan bu yaşamsal değerler, ilk çağdan itibaren büyük kültür değişmeleri içinde Renesans ve Reform hareketlerinden sonra  şekillenmeye başlayan ticaret ve sanayi burjuvazisinin ve giderek de sanayi devrimi sonucunda etkinliğini arttıran işçi sınıfının itici gücünde pratiğini ve  yansımasını bulmuştur.

Bu geçişlerin tarihi diyalektiğinde  izlendiği şekilde, İlk Çağda Eflatun, ideal devleti tanımlarken, toplumun sürekli bir gelişme dinamiği içinde olduğunu, bunun hiçbir  şekilde durdurulamayacağını  ifade ederek, Aristokratik bir idari yapının en iyi  yönetim biçimi olduğuna değinmiştir.  Bir nevi elitizmden yana olan bu görüşte, siyasi liberalizmin  bir tanımına rastlanmazsa da, devlet kavramı içinde ideal insan ve ideal bir idareyi amaçladığı görülür. Bu yollamaya göre, özgürlük anlayışının daha çok felsefi  düzeydeki bir perspektifte ve spekülatif anlamda önerilen ideal devlet yapısında konuyu hissetmek mümkündür…Eflatun,  ister istemez  insan faktörünü de dikkate alarak,  zamanla devlet yapısının Timokrasiye sonra, Oligarsiye ve daha sonra da  Demokrasiye dönüşeceğini  varsayar ve bu yapı içinde özgürlük kavramının da bir şekilde evrimleşeceği görüşüne  değinir..

Aristo ise, devleti, Eflatun’dan farklı olarak, Monarşi, Aristokrasi ve Cumhuriyet tanımları içinde yorumlar ve bunların yaşam sürecinde zamanla yozlaşarak  önce Tiraniye, daha sonra Oligarşiye ve  nihayet tekrar Demokrasiye dönüşeceğini ifade eder.

Roma’daki devlet görüşü ve özgürlük anlayışı ise, izlenimcisi oldukları Yunan öğretisinin bir nevi devamı şeklinde bir izlenim vermektedir… Roma tarihinde, siyasi sorunları  gerçek anlamda ele alanların Çiçeron ve  Polybios’un  oldukları,özellikle de Polybios’un  devletin en iyi şekilde yönetimi konusunda  Roma’nın iyi bir örnek teşkil ettiğini, bu konuda da deneyimli yasa yapıcılarının  toplum düzenine  katkı sağlayabileceklerini  belirttiği  görülür. Mazisi açısından, kuvvetler ayrımı konusunda verilecek örnekler içinde özellikle, Ispartalı  Likurg’ün, yönetimde dengeyi amaçlayacak şekilde  bir nevi anayasa yapısında, iktidarı, kral, seçkinler ve halk  arasında bölüştürmeyi ön  gören bir kuvvetler ayrımını önermiş oluğu da dikkate çarpmaktadır…Bu çözüm şekillerinin  tümü ise  özellikle  yurttaşlar için olup, bu da çağın gerçekleri ve koşulları içinde ki bir tanımıdır.

Orta Çağ  feodal sisteminden,  ve giderek merkezin etkinliği sonucu ortaya çıkan mutlak monarşilerden çok önce kuvvetler ayrımı anlayışının Likurg’ün önerilerinde yer alması ve asırlar sonra da, Avrupa’da, şekillenen  ticaret ve sanayi burjuvazisinin mutlakıyete  karşı verdiği mücadele içinde farklı coğrafyalarda ve farklı ülkelerde gündeme gelen siyasal  tavırlarındaki değişik görüntülerin, devrim yapıları içinde sergilendiği izlenmektedir.

Özetle,15 Yüzyıldan fazla süren bir aradan sonra,  dünyaya bakışta ve ilmin öncülüğünde İlk Çağın  inşa ettiği temellere dayanılarak, siyasal ve sosyal gerçeklere yeniden veçhe verilmeye başlanmıştır. Astronomi Galilee ile, fizik Simon Stevi ile, matematik Cavalleri, Descartes vb. yeni keşifler yoluna girmiştir.Francis Bacon Novum Organum adlı eseriyle, bir tarafta teolojinin, diğer tarafta felsefe ile ilmin gelişeceği alanları birbirinden kesin olarak ayırmıştır. Bununla beraber kilise mücadeleyi bırakmamış, 1633 de Engizisyon mahkemesi önüne çıkarılan Galilee, mahkumiyetten ancak dünyanın güneş etrafında döndüğü iddiasından vaz geçmesi  kaydıyla kurtulabilmiştir.  Orta Çağ doğmalarına karşı  savaşın hızlandığı bu dönemde, din savaşları Avrupa toplumlarının birbirini kırdıkları siyasi coğrafyanın da harabeye döndüğü bir dönemdir.Ayrıca, İlk Çağ kültürü ile temasın Renesans hareketine  hız verdiği  bu zaman aralığıdır. Dinsel baskıya karşı başlayan bu başkaldırı giderek, siyası otoritenin de mutlakıyetçi  etkinliğini ortadan kaldıracak liberal değerlerin  ilk tohumlarını atılmasını sağlamıştır.

(…Bu dönemde,kendi varlığından yavaş yavaş  haberdar olan bilim bir tehlike olmaktan çıkıyordu, zira Kilise’ de bu gerçeği anlamak zorunda kalmış olacaktı. Bilimsel düşünce ile sıkı irtibatı bulunan ve yeni temeller üzerine inşa edilen felsefi düşünce, tanrının, skolastik,dialektik ve teoloji kaideleri dışında tanınması meselesini yeniden ve esaslı şekilde ele almak zorunda kalmıştır….Eski Yunan düşüncesi üzerine inşa edilmeye ve bunu aşmaya çalışan yeni fikri yapı yanında, keşifler, buluşlar  da yapılanmaya başlamıştır. Galilee cisimlerin düşme yasasını ortaya koyarken, Descartes, ışınların kırılması yasasını bulmuştur. Viete yeniden  cebri keşfetmiştir. Descartes’de onu hacımlara uygulayarak analitik geometriyi ortaya koymuş, Paskal ise hidrostatik ilmini yaratırken, Harvey de kan dolaşımını bulup meydana çıkarmıştır…Jacques Pirene Dünya Tarihi…c.2..sf.648)

(…Böylece Batı Avrupa her alanda 17yy. ortasında tarihinin yeni bir devrine girmek üzere görülmektedir. İlmi gelişmenin sonucu, fikir özgürlüğünün doğuşuna  temel hazırlarken ve Descartes’ın Metod Üzerin Konuşmalar adlı eseriyle ilme geniş bir yol açarken, diğer taraftan Bacon’un felsefi pozitivizmi skolastik ananeyi yıkıyor ve felsefeyi  ilme yaklaştırıyordu. Descartes’e karşılık, Paskal rasyonalizm ile septisizm arasında bocalayarak pesimizme düşme tehlikesine maruz kaldıktan sonra mistik düşünceye kapılıyor fakat aklın üstünlüğünü de kabul ediyordu….Jacques Pirene Dünya Tarihi…c.2..sf.648)

(…İngiltere’de ise, ampirist ananenin,Hobbes ve Locke’u  aynı pozitivist düşünceye sevk ettiği görülüyor, pozitivizmin, felsefeyi metafizik alandan politika ve sosyoloji alanında etkilediği izleniyordu. XIII yy. Aziz Thomas milletlerarası sistemi skolastik üstüne kurmaya çalıştıysa, spinoza da aynı  şekilde panteizm üzerine bir  mutlakıyet sistemi kuruyor ve pozitivizmde, Hobbes ile Locke’dan birini otokrasiye diğerini de parlamentarizme  inanmaya sevk ediyordu….Jacques Pirene Dünya Tarihi…cilt..2…sf.703)

(…İlmin evrenselliği bütün  Avrupa’yı  kaplıyor, bu arada ortaya çıkan mezhepler yüzünden  parçalanan Hıristiyanlık  XVI yy. kadar malik olduğu milletlerarası  rolünü  kaybetmiş oluyordu. Aynı zamanda,ilim dini düşüncenin yerini alıyordu. Reform Avrupa’nın fikri birliğini yıkmıştı, ilim bunu tekrar diriltecekti. Bu fikri birlik bu sefer medeniyete tek ve değişmez bir gerçeğin hudutlarını tayin eden bir doğma üzerinde değil bilakis XIX yy. fikir ve din özgürlüğünün doğmasını sağlayacak özgür araştırma prensibi üzerine inşa ediliyordu….Jacques Pirene.  Dünya Tarihi..C.2..sf.703)

Batı düşüncesinin geçirmiş olduğu evrimin temellerinde, Grek ve Roma kültür  değerlerinin etkisi  yukarıda özet olarak ifade edilmiştir. Bu tarihi diyalektiğin  biraz daha  geçmişine inildiğinde,  Bir Anadolu, Mısır ve Mezapotamya kültür mirasının ,Grek kültürüne,  onun da Roma kültür değerlerine olan etkisi  dikkate alınması gereken bir olgudur. Kısaca, Mezapotamya, Mısır ve Anadolu kültür çevrelerinin birikimi olan  değerler, daha sonra Grek’ler tarafından sistemleştirilerek, kendisinden sonra gelen Roma’ya bu değerleri aktarmıştır. Bu miras ,zamanla,  Orta Çağın dini doğmaları içinde skolastiğin karanlığına gömülerek, asırlar süren bir durgunluk döneme itilmiştir….

Söz konusu zaman aralığında, Doğu İslam kültürünün içinden geçtiği süreç hatırlanacak olursa,bu dönemdeki öğretilerin, ileride, Batı Hıristiyan dünyasının skolastikten çıkışına  yardım ettiği ve yeniden doğuşun temellerine katkı sağladığı görülür.Bir diğer ifade ile  Batı düşüncesinin toparlanmasına destek olacak bir diyalektik içindeki etkileşimde bu oluşumun yer aldığı da görülecektir.

Avrupa’nın doğmalarla boğuştuğu bu dönemde, (…İslam düşünürlerinden Razi’nin  doğa(841/926) bilimdeki araştırmaları felsefesinden daha derin etki yaptı. Fizikte  ışığın  bir ortamdan  başka bir ortama geçerken  kırıldığını gösterdi.  Boşlukta çekim kuvvetinin  varlığına ait  tecrübeler yaptı.  Kimya’da  Cabir B.Hayyam’ı  tamamladı ve  bilimsel kimya ile uğraştı, basit cisimlerin  özelliklerini gösterdi…Felsefede Farabi’nin  tam karşı kutbunda bulunuyordu. Batı  Ortaçağında bu yarı büyücü, yarı bilimsel  deneycilik  görüşü Guillaume d’Ockham  ve Rocer  Bacon tarafından  kabul edilmiştir…Hilmi Ziya Ülgen Eski Yunandan  Çağdaş Düşünceye Doğru  İslam Felsefesi ..sf.35)

(…İslam Ansiklopedistleri, “ İhvan-üs Safa  11yy.  Hicri 439”. “Saffet  Kardeşleri” adında bir birlik kurdu   Amaçları Müslümanları bağnazlıktan kurtarmak , bilim anlayışını  doğa bilimlerine  dayanan  felsefeye egemen  yapmak, toplumu düzeltecek  bir aydınlar  ahlakı yaratmaktı. Ortaya çıkardıkları kolektif eserle  bu amaçla  bir dereceye kadar  ulaşabilmişlerdir. Onlara,  İslam Ansiklopedistleri  demek  yanlış olmaz. Başkanları Zeyd İbn Ruf , sekreterleri  Ebu Süleymandı.  Onlara göre şeriat yanlış  inançlarla bozulmuştur. Onu felsefe  ve bilim  anlayışıyla  temizlemek  ve  gerçek  özünü meydana çıkarmak…

gerekiyordu…Hilmi Ziya  Ülgen  Eski Yunandan  Çağdaş Düşünceye doğru  İslam Felsefesi…sf.41 )

(…Evrimcilik fikri, İhvan-üs-Safa’da  bir çeşit evrim “Evolution” fikri vardır. Fakat başka  düşünürlerde  görülmeyen  bir cesaretle  doğanın  mertebeleri  arasında  sürekli  bir gelişme  olduğunu  söyledikleri doğrudur. Bitkilerin  ilk derecesi  madenlerin  son derecesine, onların son  derecesi de hayvanların  ilk derecesine  bağlıdır….”1. Resail, Tekvin –al-maadin” Bu sürekliliği  anlamak için  risaleler hayvandan insanlara  geçişi  açıklamakta,  hatta maymunun  insana  benzer  vasıfların  nasıl  başladığını anlatmaktadır….Hilmi Ziya Ülgen  Eski  Yunandan Çağdaş Düşünceye  Doğru  İslam Felsefesi…sf.44)

(…Farabi,zamanın bütün bilimleriyle uğraşıyordu Samani Emiri Nuh  bin Saman, Farabi’yi  Buhara’ya  çağırdı, bir ansiklobedi  yazma  işini  verdi. Eser “El-Talim üs- sani” ilk İslam Türk  felsefesi  ansiklopedisidir…Hilmi Ziya Ülgen Eski Yunandan Çağdaş  Düşünceye  Doğru İslam Felsefesi…sf.66)

(…Farabi’nin  felsefi çalışmaları yanında, siyasette de  bir çeşit ütopist  olduğu görülmektedir. Fakat onun  ütopisi, Thomas  Morus’e  ve  Campenella’ya  benzememektedir. Çünkü ütopik  toplumun  yanında filozof olarak  gerçek toplumu da  kabul eder. Ayrıca,  o hümanisttir, onun  yetkin devleti  bütün insanlığı  kuşatan bir dünya devletidir…Hilmi Ziya Ülgen Eski Yunandan  Çağdaş Düşünceye Doğru  İslam Felsefesi…sf.79)

(…İslam düşüncesine yön veren filozoflardan  İbn-Rüşt  ise,  eleştirilerinin sonunda,  “Fiziğe döndüm, orada Allah’ı  ve ilk kımıldatıcıyı buldum diyor…Hilmi Ziya Ülgen Eski Yunandan Çağdaş Düşünceye Doğru İslam Felsefesi…sf.187)

Kısaca, Avrupa Orta Çağında doğmaların etkinliği sürerken, aynı ortaçağ döneminde , İslam dünyasındaki  fikir ve  düşünce akımları  için Batı düşüncesinin geleceğini etkileyen ve batıda gelişen düşünce ve fikir akımlarından çok önce ki bir dönemde, İslam düşünürlerinin  bulundukları noktaları kıyaslamak bakımından bu örnekleri vermek mümkündür… Bundan beş asır sonra, Galilee’nin  dünyanın dönüşünü  ileri sürmesi üzerine Engizisyon tarafından  yargılanması hatırlandığında,IX ve X yy. da  İslam dünyasında,  kendi doğmalarını yaratmadan önceki  dönemdeki pozitif ilimlere bakışının önemini de kabul etmek gerekmektedir… Konu Özetlendiğinde,

(…Akli bilimlerle uğraşanların bir kısmı sırf müspet bilgi adamlarıdır. Fakat filozofların da  bir çoğu aynı zamanda  bilimlerin biri veya birkaçı ile  uğraştıkları için, felsefe ve ilim  tarihi iç içe geçmiş   bir halde bulunmaktadır. Farabi, İbn-Sina , Nasir Tusi , İbn Heysem,  E.Z. Razi, filozof oldukları kadar  da bilim adamıydılar… Matematik   bilimler  İslam dünyasına iki yoldan girmiştir.  Yunan ve Hint…İlk devir yalnız Eukleides, Tales, Pysagoras, Archimeds  çevirilerinin  yapıldığı devirdir. Harran  Okulunun bu bakımdan  büyük rolü  olmuştur…Hilmi Ziya Ülgen  Eski yunandan  Çağdaş Düşünceye  Doğru İslam  Felsefesi…sf.338.)

Yukarıda da değinildiği üzere, eski Akdeniz kültürünün  zirve oluşturduğu  Mısır,  özellikle  bilginin toplandığı bir medeniyet merkezi  olmuş, Grek düşüncesi tevarüs ettiği bu birikimi  bilimsel  bir  temele oturtmuş,  Roma  muhafaza etmiş ve yaymış, Orta Çağ  Hıristiyan skolastik düşüncesi ise bu süreci doğmalarla  küllemiştir. Yunan düşüncesi, kültür etkileşimi sonucunda,daha sonra  İslam düşünürlerince  yeniden gün ışığına çıkarılarak , Avrupa  kültürünün uyanışında  önemli katkılarda  bulunmuştur. Dolayısıyla günümüzde siyasi liberalizmin giderek güç kazandığı, demokratik devlet yapılarında,  ve bu bağlamda, Avrupa  Birliğinin  siyasi hudutlarına kültürel tanımlar getirilirken , Batının sahip olduğu kültür  değerlerinin  sadece  Gerek Roma kültürünün  coğrafi  alanlarına gitmeden önce, Anadolu, Mezapotamya ve Mısır kültür değerlerinin, kendi kültürel kimliklerine olan etkilerini de iyi düşünmelerini gerektirmektedir….

Bugünkü  Avrupa’nın kendi değerlerinde ve  geçmişten gelen  inanç birliğinde, ortak kültürlerine etki yapan oluşumların izlerini görmek mümkündür. Orta Çağ’ın kilise  otoritesi altında   Roma İmparatorluğu’nun  teokratik  yapıda ki devamı dünya kilise devleti olarak ortaya çıkmış olan Vatikan merkezli bir   otorite  etrafında sürekliliğini korumuştur. Dünya Kilise Devletinin başında bulunan Papalık, Tanrının yer yüzündeki  temsilcisi olarak, bütün Hıristiyan  Krallarının da  üstünde dinsel görüntüde  bir siyasal otorite olmuştur. Bu dönem, Kilisenin mutlak hakimiyetinin devam ettiği, ayrıca, kendi inanç sistemi içindeki evrenselliği arayan bir diğer zaman aralığıdır.. Devlet yapıları ise ,bu teokratik etki alanı içindedir…Batıda, Renesans ve Reform hareketlerinin  başladığı dönemde, yeni öğretiler bu teokratik düzeydeki siyasal yapıyı da silkelemeye başlamıştır.  Luther’in Katolik Kilisesine tavrı,  Calvin ve  Zwingli tarafından  takip edilen  Protesan hareketleri Avrupa da tarihi dönüm  noktasına neden olan olayların  başında yer almaktadır… Özellikle, İngiltere’de, VIII Henry’nin, Katolik Kilisesinden tümü ile ayrılarak kendisine bağlı  Anglikan Kilisesinin temellerini şekillendirmesi, ileride  ortaya çıkacak olan liberalizmin ilk basamaklarını oluşturmuştur.

Devlet  yapısında siyasi liberalizme yönelişte örnek teşkil etmesi yönünden özellikle, İngiltere’deki  sürecin iyi analiz edilmesinde yarar vardır. Demokratik gelişmenin anavatanı olarak nitelenen ve ilk parlamentonun temellerinin XIIIyy. Başlarında Manga Charta’ya  yollama yapılarak  ifade edilmesi bir gelenekse de, İngiltere de demokrasi o kadar çabuk  gelişmemiştir. XV yy. Güller savaşı olarak bilinen hanedanlar arası çatışmalar  hariç tutulursa, İngiltere’ de yavaş yavaş şekillenmekte olan parlamenter yapı, bu ülkenin içinden geçtiği  bir diğer kargaşa döneminden sonra, 1642 de yaşanan  ihtilal sonucunda, Cromwel’in başkanlığında otoriter  bir askeri yönetime dönüşmüştür.  İngiltere’de ki,  parlamenter düzenin yeniden  siyasi yapıda yer alması  ise,1688 de gerçekleşen parlamento ihtilalinden sonra  ancak mecrasına oturmuştur. Her iki  ihtilal döneminden ilkindeki,kargaşa döneminde Hobbes’in mutlakıyetci tutumuna karşılık, daha sonra, Lock’un toplumu  liberalizme yönelten  tavrı, siyasal anlayıştaki evrimin, önemli köşe taşları içindedir. Siyasi Liberalizmin bireysel  hakları öne çıkaran öğretilerde, bu ülkede daha sonra Lock’un  takipçileri  içinde liberal değerleri savunan düşünürlerden Berkley , Hume ve  Bentham’ı da  belirtmek gerekmektedir.. Fransa’da  ise,  Rousseau okuluna bağlı olmayan filozofların da  Lock’un etkisinde  kaldıkları görülür.  Lock öğretileri içinde,  Yasama, Yürütme ve Yargının kuvvetler ayrılığı  prensiplerini  öngören görüşü, daha sonra Fransa’ da, Montesquieu  tarafından da  Kralın yetkilerini sınırlama yönünden  ileri sürülmüştür. İngiltere de Monarşinin yetkileri siyasi liberalizmin hedefleri içinde bireyi giderek öne çıkaran bir modelde ve  felsefi olarak öğretilerde yer alırken, diğer yönden de Adam Smith ve  takipçileri tarafından  liberal ekonominin temelleri oluşturulmaya çalışılmıştır… Tamamen Puriten  geleneğinin  yer aldığı bu öğretide, bırak yapsın bırak geçsin  ilkesi ,giderek  İngiltere’nin sömürgeci ve emperyalist politikalarının sonucunda, sermayenin, belli çevrelerde toplanmasına, ve bunun da, giderek ticaret burjuvazisinden, sanayi devrimine geçişi takiben de,  sanayi burjuvazisinin kontrolundaki bir kapitalizmin etkinlik kazanmasına neden olmuştur.. İngiltere’deki monarşiye karşı yürütülen parlamento mücadelesinde, Lordlar, halk ile birlikte hareket ettiklerinden, zamanla mutlak monarşi parlamentonun esnekliğinde, yavaş yavaş meşruti monarşiye dönmüştür…Ayrıca, emperyal politikaların devamında ki, sömürgeleşme aşamasında, aristokratlar da, ticaret burjuvazisi ile birlikte hareket ettiklerinden, aralarında işbirliği olması nedeniyle, Fransa’dan farklı olarak bu sosyal kesimler arasında önemli bir çıkar çatışmasına da pek rastlanılmamıştır…Bireyin giderek zenginleşmesi siyasi liberalizmin de güçlenmesini sağlayarak, monarşinin sermaye üzerindeki sınırlayıcı politikalarına karşı parlamenter yapı yolu ile koruyucu yasal düzenlemeler sağlanabilmiştir…Özetle, İngiltere de siyasi liberalizm bireyin özgürlüğünün önünü açarken, liberal ekonomi modeli içinde de, gelişen sömürgecilik paralelinde,sermayenin büyütülmesine imkan sağlanmıştır. Bir diğer deyimle, siyasi liberalizmle, liberal ekonomi birbirlerinin çarpanı olmuşlardır.. Bu süreç ise, emperyal politikalar içinde sömürgeciliği dolayısıyla de kapitali büyütmüştür.

İngiltere’den Amerika’ya  yansıyan bu liberal görüşlerin temelinde, İngiliz  püriten bireyciliğinin sosyal yapıya yön veren etkisini görmek mümkündür. Ancak Amerikan bireyciliğinin, İngiliz bireyciliğinden farkı, İngiltere de olduğu gibi, Amerika’da bireyin önünde bir Anglikan Kilisesi ile, monarşik değerlerin bulunmayışıdır. Toplum kendi değerlerini kendi inanç sistemleri ve ihtiyaçlarına göre yönlendirmiştir. Dolayısı ile, Amerika’da birey, kendi için çalışmış, kendi için çatışmış ve sermayeyi de kendi çıkarı için yaratmıştır!… Bu  süreç, ülkedeki kapitalist oluşumda  bireyin çıkarına göre şekillendiği  içindir ki, siyasi yapıda, değişik bir liberalizm modelini oluşturmuş ve Devletin yapısını da biriken sermayenin ve  gittikçe büyüyen finans kapitalin ihtiyaçlarına göre ele alarak siyasal kurumlarını biçimlendirilmiştir.

Amerikan demokrasisinin temelindeki liberalizmde, İngiltere’nin siyasi liberalizminden  ayrılan  hususların bu parametreler içinde değerlendirilmesi gerekmektedir.Amerika’da sosyal ve siyasal  yapılaşmayı incelemiş  olan Tocqueville şu tespiti de yapmaktadır.

(…İngiltere’yi incelerken Montesquieu  temsili rejimin  kendi gözünde  yeni olgusunu incelemişti. İngiltere’de  aristokrasinin  ticaretle uğraştığını saptamıştı. Yani temsili  ve ticari  etkinliğin üstünlüğü üzerine  kurulu liberal bir monarşi gözlemişti….Raymom Aron Sosyolojik Düşüncenin Evreleri…sf.226)

Bu nedenledir ki İngiliz liberalizminin gelişmesi, parlamenter yapıda, aristokrat ve burjuva sınıfının ortak çıkarları içinde, çatışma vasatı olmadan  devlet yapısını da sistemin koruyucusu olacak şekilde biçimlendirilmiştir… Amerika da ise, liberal oluşum  her türlü sosyal sınıfın etkisi dışında daha ileri düzeyde bir bireyciliğin zenginleştikçe bu zenginliğin korunmasına yönelik bir siyasi yapıda devletin  kurum ve kuruluşunun  şekillenmesini zorunlu kılmıştır.. Bir diğer anlatımla, Amerika’da  bireyin teşebbüsü, sermayeyi oluşturmuş, birey  ve sermaye  birbirinin çarpanı  olarak, kendi güvenlikleri   için, liberal değerleri  kendi hukuk sistemine ve doğan  ihtiyaçlarına göre  şekillendirerek , devlet  düzeninde  demokratik yapısını  güçlendirmiştir… Tamamen bir burjuva rejimi olarak  ortaya çıkan  Anglo Sakson  liberal   demokratik yapının temellerinde bireyin  özgürlüğü  yanında, sermayenin  merkezi  müdahalelere  karşı güvenliğinin  teminatının  varlığını da görmek mümkündür…Bu görüş zamanla, finans kapitalin yöneticileri tarafından adı konulmamış bir ideoloji oluşturmuştur!..

Fransa’da ise bu sürecin  daha da farklı bir seyir izlediği  görülmektedir…Mutlak monarşinin  bu ülkede güçlenmesinde,  feodallerin halkı ezmesine karşılık, monarşinin  feodallere karşı olan tutumu nedeniyle,  monarşi,  bir şekilde halkı yanına alarak feodal yapıyı sindirirken diğer yönden de, merkezin güçünü arttırmak  suretiyle,  mutlak monarşinin güçlenmesine  neden olmuştur. Zamanla güçlenen ticaret ve sanayi burjuvazisi ise, siyasal yapıda hak elde etmek imkanını, mutlakıyetin yetkilerini devir almak konusunda, İngiltere’den farklı  bir devrim modeli içinde,siyasi hayattaki yerini 1789 devrimi ile  elde etmeyi başarmıştır. Fransa’da aristokrasi ve  Katolik Kilisesinin tutucu tavrı bu devrimin  oldukça şiddetli bir seyir takip etmesine neden olmuştur…Liberal siyasal oluşum ise, İngiltere,ve  Amerika’dan çok faklı bir  seyir takip etmiştir. 1789 devriminden sonra, siyasi iktidar kısa bir süreyi  takiben İmparatorluğa, ve sonra da meşruti monarşiye, 1830 ve 1848 devrimlerinden sonra da,   az ömürlü bir cumhuriyet denemesi ile tekrar İmparatorluğa dönmüştür!…Fransa’nın Prusya karşısında1870,  mağlubiyetinden sonra tekrar cumhuriyet  denemesine giren bu ülkenin cumhuriyet deneyimi, İkinci Dünya harbindeki işgal yıllarını takiben yeni bir dönemi ile deneyimlerini siyasi yaşamına katmıştır. Kısaca, İngiltere ve Amerika’da gelişen  siyasal ve ekonomik liberalizm paralelinde bir gelişmenin eşitini Fransa’da görmek mümkün değildir…

Almanya ise çok daha değişik bir siyasal süreç içinde kendi demokratik  yapısını şekillendirmiştir. 1870 den sonra ancak birliğini kurabilmiş olan bu ülkede,  1848 da Avrupa’yı etkileyen  sosyal içerikli  devrim hareketlerinin  esintileri bile farklı bir görüntü sergilemiştir… Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinde sosyal içerikli bir  siyasi  eşitliği amaçlayan  1848  devrimi, Almanya’da ,mahiyeti itibariyle bir anayasa devrimi olarak görüntüye gelmiştir..Diğer ülkelerde, burjuva sınıfı, siyasi iktidarda hak iddia ederken, Almanya’da burjuvazi daha ziyade merkeziyetçi Prusya  geleneğini ulusal bütünlüğün sağlanması  yönünden desteklemiştir.Bu süreç, Birinci Dünya savaşında ki mağlubiyetten sonra, Alman yönetimine kabul ettirilen Weimar anayasasının siyasi liberalizme verdiği imkanlar da hatırlandığında, ülkenin içine çekildiği kargaşa koşullarında, giderek Hitler döneminin otokratik yapısına  siyasi rejimin kaydırmıştır.…

Kısaca, gerek İngiliz, gerek Amerika, ve gerekse Fransız ve Alman  liberalizminin gelişme süreçleri kendi tarihi gerçekleri paralelinde  farklılık arz ederken, kendi idari yapıları da buna göre  şekillenmiştir.

Avrupa’da  siyasi ve ekonomik liberalizmin gerçek anlamda yerleşmesi ise, İkinci Dünya Savaşını takiben, bu coğrafya da Amerikan işgalinin devam ettiği  dönemde tanımını bulmaya başlamıştır…Savaş sonrası ,  Marshall yardımı  kapsamında  Avrupa ülkelerine 13 milyar dolar civarında ekonomik ve teknolojik yardım yapılmıştır. Bu dönemde de özellikle Amerika ,  bu ülkelerde piyasa ekonomisinin gelişmesi ve piyasa koşullarına göre, siyasi liberalizm paralelinde,  liberal ekonominin  ve idari yapıların  kendi amacına göre düzenlenmesi  yönünden, müdahalesini sürdürmüştür….

Türkiye yönünden devlet yapısında siyasi liberalizm ile ilgili gelişmeler ele alındığında, Osmanlı İmparatorluğu’nun asırlar süren devlet geleneğinde, merkezi otoritenin, Enderun yapısı içindeki  otarşisi farklı bir görüntü sergilemektedir. Batılılaşma sürecinde, XIX yy. başlarındaki Sened-i ittifak deneyiminden başlayarak, 1839 Tanzimat Fermanına kadar da önemli değişiklik görülmemektedir. Ayrıca, Tanzimat Fermanı’na kadar da esasen ülkede  özel mülkiyet kavramının  fazla gelişmediği de görülmektedir…. Osmanlı  toplumu gerek  Tanzimat ve gerekse, 1856  İslahat Fermanları ile, bu gün olduğu gibi, batılılaşma modellerine adapte edilmeyi ön gören  uygulamalara zorlanmıştır… Takip eden safhada, 1876 Meşrutiyet dönemindeki  siyasi kargaşa, Padişahın meclisi fesih etmesi ile 33 senelik  monarşik bir merkeziyetçiliğe idareyi dönüştürmüştür. 1908 İkinci Meşrutiyet(Hürriyetin ilanı) dönemi ile siyasi açıdan özgürlükler tekrar elde edilmiş, ancak bu dönem de  fazla uzun ömürlü  olmadığı gibi, İttihat ve Terakki partisinin iktidarı silah zoru ile almasını  takiben  ülke yeniden bir otoriter  döneme girmiştir… Meşrutiyet dönemi içinde değişik fikir akımlarını da görmek mümkündür…Özellikle Prens Sabahattin’in liberal bir siyasi yapıyı ön görmesi ,Türk siyasi yaşamında İngiliz modeli bir liberalizmin özlemini yansıtması bakımından bir ilk olarak nitelenebilir.  Gerek Birinci ve gerekse İkinci Meşrutiyet denemeleri, meşruti bir siyasi yapıda temsili siyasal rejime geçişin arayışlarını yansıtmaktadır.  Ancak toplumun %90 dan fazlasının tarım kesiminde ve cahil durumda olması, ülkede güçlü bir ticaret ve sanayi burjuvazisini  temsil edebilecek  orta sınıfı bulunmayışı, ülkedeki siyasal mücadelenin, daha çok  İstanbul  çevresindeki, asker ve sivil Enderun geleneğinden  gelen kadroların yönetime olan tavırlarında izlenmektedir!….Avrupa’da, gerek 1789 ihtilali, gerekse  1830 ihtilali  mahiyeti itibariyle bir burjuva ihtilali olması yanında, sanayileşen bu ülkelerde yaşanan 1848 ihtilali de ortaya çıkmış  olan işçi sınıfının eseri olmuştur. Türkiye gerçeğinde ise, benzer düzeydeki sosyal sınıfların ülke genelinde dinamiğini görmek mümkün değildir.Kısaca, genel olarak meseleye bakıldığında,  devlet yapısında siyasi liberalizmin gelişmesi,  özellikle,  Amerika’da sermayenin birikimi ve gelişen burjuva sınıfının üzerinde inşa edilmiştir. Avrupa’daki  oluşumda da, sömürge İmparatorlukları döneminde bu modelin sermayenin ve finans kapitalin büyümesi ile  orantılı olan bir süreç takip etmiş olduğu görülmektedir. 1839 kadar Osmanlı’da mülkiyetin bile olmadığı hatırlanırsa, Batı ülkelerinin sömürgeci yayılma dönemindeki durumu önemli bir fark göstermektedir…Gene hatırlanacağı üzere,  XIX yy. ilk çeyreğinden itibaren Osmanlı’nın içine çekildiği savaşlar dikkate alındığında, 1828 Osmanlı Rus Savaşı,bunu takiben 1854 Kırım savaşı olup, bu dönem Osmanlı’nın ilk defa borçlandığı  ve giderek borçlarının arttığı ve 1877 de iflas ederek Duyun-u- Umumiye’nin  kurulduğu bir dönemdir…Aynı tarihte, 1877/ 1878 Osmanlı Rus Savaşı, takiben, 1897 Osmanlı Yunan Savaşı, daha sonra da, 1911 Trablus ve  1912 Balkan Savaşları, çok kısa bir aradan sonra da, 1914/1918 Birinci Dünya Savaşının peş peşe sosyal ve siyasal yaşamda  yer aldıkları ayrıca görülmektedir! Bu yüzyılda,Avrupa ülkeleri sömürge politikaları içinde  sermayelerini ve finans kapital  düzeyinde  kaynaklarını oluştururlarken, Osmanlı İmparatorluğu bir asır içinde peş peşe gelen savaşlarla, bütün kaynaklarını tüketmiş ve giderek artan bir borçlanma ile iflas noktasına gelmiştir. 1922 Kurtuluş savaşı söz konusu sürecin  son aşamasıdır…Bu durumda, 1923 de kurulan  genç Türkiye  Cumhuriyeti, tarihin sırtına yüklediği  ve Osmanlı’dan devir aldığı borç mirası ile ne şekilde bir piyasa ekonomisini ulusal  hedefleri  içinde ön görebilecek ve liberal ekonominin  koşullarını gerçekleştirebilecektir?!!!  Kaldı ki, dünyanın içinde bulunduğu siyasal konjoktür hatırlandığında, XX.yy ilk çeyreğindeki küresel görüntü de çok ilginçtir!..  O tarihlerde dünyanın gelişmiş  sanayi toplumları içinde kabul gören İtalya,  ve Japonya’da   Faşizan yönetimler yanında İspanya’da Falanjist, Almanya’da Nasyonal Sosyalist, Rusya’da ise, komünist rejimler iş başında olup, hepsi, liberal siyasi demokrasiye olduğu kadar, liberal ekonomiye de karşı  bir görüş sergilemektedirler…Ayrıca, 1929  Ekonomik krizi de Amerika’da  ve sanayi toplumlarında  önemli sosyal ve siyasal sorunlar yaratmış ve New Deal müdahaleci  uygulamaları ile de, liberal ekonomik anlayışın karşısına, devletçi modeller,  ABD de bile yaşama geçirilmiştir!… Ayrıca, 1939/1945 İkinci Dünya Savaşı dönemi dikkate alındığında, coğrafya üzerinde siyasi liberalizmin İngiltere  ve Amerika’dan başka geniş anlamda uygulama alanı bulamadığı da bir gerçektir…

Ülkemizde,Cumhuriyetin kurulduğu yılları müteakip , İkinci Dünya Savaşına kadar geçen süredeki genel küresel görüntü özetle bu merkezdedir.. Dünyanın siyasi manzarası ise, merkezi yönetimlere  ağırlık veren bir yapıyı sergilemektedir!..Tekrar edilirse, Osmanlı’dan aldığı borç yükü ile birlikte,  genç Türkiye Cumhuriyeti, bu durumda, hangi sermaye ile piyasa ekonomisinin koşulları çerçevesinde liberal ekonominin ve siyasi liberalizmin geleceğini oluşturması  mümkündür?

Cumhuriyet, kuruluş felsefesinde, demokrasi sürecinde siyasi ve ekonomik  liberalizmi amaçlamakla beraber  koşullar  dönem itibariyle imkan sağlamamaktadır. Devlet yapısında Osmanlı’dan itibaren siyasi  liberalizm hukuki  geçmişine bakıldığında, gerek 1876 ve 1908  Meşrutiyet Anayasalarının, gerektiğinde Hükümdara, meclisi bile fesih etme yetkisi tanıdığı hatırlanacaktır. Cumhuriyetin ilanını müteakip, 1924 Anayasasında bu yetkinin önüne geçilmesi için, Meclis Hükümeti tarzında  bir çözüme gidilmiştir. Yasama ve Yürütmenin tek parti döneminde siyasi koşulların da  zaruri olarak ortaya çıkardığı gerçek daha sonra çok partili siteme geçişte  siyasi iktidara   ister istemez bir otokrasi imkanı vermiştir.. Çok partili sistemde,   siyasi iktidarın, meclis çoğunluğuna  sahip bulunması sonucunda iktidara, Yasama, Yürütme  erkini meclis çoğunluğuna sahip  bulunması nedeniyle  elinde bulundurması imkanını da vermiştir.

Parlamento içi çatışmalarda  siyasi  iktidarın giderek muhalefeti susturmak konusunda,  Meclis Tahkikat  Komisyonu gibi yargı erkini de Meclise vermeye teşebbüsü, ister istemez bir parti oligarşisi içinde kuvvetler ayrımını  yok eden ve siyasi liberalizmin önünü kapatan bir noktaya politik yapıyı getirmiştir. 1960  Devrimi de sürecin sonunda  bir Anayasa Devrimi olarak  siyasi yapıda yerini almıştır!..

Özetle, siyasi liberalizm ile liberal ekonominin birbirinin çarpanı olarak gelişmesi Türk siyasi tarihinde  görülmemektedir.  Türkiye’deki mücadele, daha çok  özgürlükler mücadelesi yapısında ortaya çıkan, önceleri  Enderun geleneğinden gelen ve giderek de sosyal yapının sivilleşmesi sonucunda, toplumun bir çok kesiminin  müdahil olmaya başladığı bir  oluşumdur!…Bu süreç, ne Anglo Sakson geleneğindeki bir bireyciliğin siyasal ve ekonomik  çıkar arayışına, ne de  sanayi devrimi ile Avrupa’da ortaya çıkan ticaret ve sanayi burjuvası ile işçi sınıfının mücadelelerine benzememektedir… Avrupa’da sosyal ve siyasal haklar, 1789, 1830, 1848  devrimleri sonucunda binlerce insanın canı ve kanı bedelinde alınırken, Türkiye’de toplumun üst yapı kurumlarının yasal düzenlemeleri ile yukarıdan aşağıya bu hakların vermiş olduğu görülmektedir!….Özellikle 1961  Anayasası hatırlandığında, işçi  ve sendikal hakların  bu gelenek içinde  yukarıdan aşağıya  büyük mücadeleler olmadan verilmiş olduğu da hatırlanacaktır!…Dolayısı ile, Türkiye’deki siyasi liberalizmin profili Batı toplumları ile kıyas edilemeyecek ayrı bir örnektir!..

Sonuç olarak,Devlet yapısında, siyasi liberalizme yönelişin değişik  ülkelerdeki faklılıkları ifade edildikten sonra, küresel oluşumlar paralelinde ve güncelleşen durumu ile, dünya genelinde,  siyasi liberalizmin politik hedefler içinde ki yerinin de iyi analiz edilmesi gerekmektedir. Demokrasinin nihai hedefinin,  siyasi liberalizmin geliştirdiği liberal ekonomi olduğu görülmektedir. İngiltere üzerinden Amerika’ya ihraç edilen bu siyasi kavramın sonuçları, günümüzde küresel dünya anlayışının temellerini oluşturmuştur. Siyasi özgürlüğün, bireyin teşebbüs ve etkinliğine müdahale etmeyişi, bu ülkelerdeki sermayenin  sınırsız büyümesine neden olmuştur.

Özellikle Anglo Sakson ülkelerinde, siyasi liberalizmle önü açılan müteşebbis, zamanla vahşi kapitalizme yönelerek elde ettiği zenginliği, giderek finans kapital yapısında  küresel düzeyde etkinleştirmiştir. Bu yapı içinde, finansın  küresel politikalarda  varlığının idamesi de dünya kaynaklarının kontrolundan geçmektedir. Halbuki, gelişen ekonomiler içinde ihtiyaçlar artarken kaynaklar da azalmaktadır.Ayrıca, Demokrasinin vektöründe, Siyasi  liberalizm, liberal  ekonomiye, liberal ekonomi ise, önce bireyin ve giderek de şirketlerin, daha sonra da, çok uluslu şirketler ile küresel ekonomiye,büyüyen bu ekonomik gücü  taşımıştır.

Konu bir diğer şekilde özetlendiğinde, siyasi liberalizm, liberal ekonominin çarpanı olarak bireyin  teşebbüsüne yön vermiştir… Birey zenginleştikçe, büyüyen sermaye ve  şirketleşme sürecinde,  çok uluslu şirketlerden, finans kapitalin  yoğunluk kazandığı bir noktaya gelinmiştir. Bu finans kapital, küresel etkinlik içinde,  ulus devletlerin  koruyucu ve müdahaleci etkisini  yok  etmek için, ulus devletleri  parçalamaya yönelik küresel politikalara yönelmiştir. Ayrıca, finans kapitalin küresel etkinliğinin devamı için, küresel kontrol alanlarındaki milli siyasi yapıların  parçalanmasına yönelik politikalar ivme kazanmaya başlamıştır. Siyasi  liberalizmin hedefi içinde özgür bir  sosyal yapı amaçlanırken, giderek büyüyen finans kapitalin yöneticisi olan ülkelerde, demokratik yapının imkanları içinde gelişen bir plutokratik anlayışın,  küresel  kontrolu ele geçirmekte olduğu da izlenmektedir. Bu plutokratik oluşum ise, ayrıca  kendi oligarşisinin kontrol ettiği bir dünyada, siyasi coğrafyayı yönlendirme sürecine girmiştir!…Demokrasi,  bu mantık içinde ele alındığında, ekonomik gücü  olmayan ülkeler için, siyasi özgürlüğün hedefi içinde AMAC olurken, finans kapitali yöneten güçlerin şekillenmekte olan plutokrat sınıflarının küresel kontrolunun da ARACI olmaya başlamıştır!…

Küresel  olgu, pek çok yönden ele alınabileceği gibi, dünyanın içine çekilmekte olduğu son durumda, daha çok, küresel kontrolun tek bir para birimi içinde bir merkezden yönetimini  çağrıştırmaktadır..Bu merkez de Dolarize bir küreselliğin kurmaylarının  bulunduğu Wall Street  olduğu intibaını vermektedir. Konu ile ilgili olarak, Thomas P.M. Barnett’in  Pentagon’un Yeni Haritası adı ile yayınlanan kitabında, Pentagon ile Wall Street yetkililerinin aynı karargah çatısı altında savaş senaryolarını oluşturmakta oldukları konuya ayrı bir boyut getirmektedir.

Kısaca demokrasi, görüntüye gelen son durumu itibariyle, birçok ülke için AMAÇ olurken, finans kapitalin plutokratları için ülkeleri içeriden kontrol edebilmenin bir ARACI olma özelliği taşımaktadır!.. Evrensellik anlayışı Dünya Kilise Devleti inancı içinde, Katolik Kilisenin kontrolunda bir Hıristiyanlık  dünyasını oluşturarak dini birlik görünüşünde Ruhbanizmin hakimiyetini yaratmıştır. Sovyet sistemi de, Moskova merkezli bir dünya komünist ideolojisine tabi  enternasyonal bir dünyayı hedeflemiştir…Günümüz evrenselliği  ise, finans kapitalin  denetimine aldığı bir  evrensellik anlayışında,medeniyetin küreselliği olarak takdim edilmektedir…Katolik kilisesinin evrenselliği, Protestan haykırışıyla bölünmüştür…Moskova merkezli parti  oligarşisine dönüşen komünist enternasyonalizm, milli uyanış hareketleri karşısında direnememiştir.  Finans kapitalin küreselleşme  süreci içinde milli hakimiyetleri sınırlamaya yönelik politik hedefler dikkate alındığında,rezerv para durumunda bulunan Doların, EURO ve ileride de büyük bir ihtimalle YUAN’ın küresel ekonomide bu rezerv paranın  yerini  almaya başlamasıyla,, olayların yeni bir mecraya kayması durumunda sermaye enternasyonalizminin bölünmesi de  ihtimaller dahilindedir…Ayrıca, bir plutokratik küresel hakimiyet karşısında,  dünya halklarının mili şuur ve direniş anlayışı bir zaman aralığında  bu çevrelere karşı yeni bir ulusal bağımsızlık ve hakimiyet mücadelesini  başlatabilecekleri de dikkate alınmalıdır!… Bu bağlamda ve özetle, DEMOKRASİ her toplum için AMAÇ olmalıdır.Bazı imtiyazlı çevreler için konu, ARAÇ olarak kullanıldığı takdirde, korkulur ki, içi boşaltılmış olan bu tarz bir demokrasinin de tartışılması başlayabilir!….Eflatun ve Aristo’nun siyasal yapılardaki devinim ile ilgili görüşleri hatırlandığında, ülkelerin,devlet yapılarında siyasi liberalizm ve liberal ekonominin hedeflerini   yeniden ele almalarında,   dünyadaki gelişmelere bakarak geçmiş olaylardan, ileriye yönelik tahminlerini  doğru yapmaları,  o ülkelerin geleceği için önemlidir!..

Konu, Brezınskı’nin Tercih adlı  kitabındaki  değerlendirmeleri içinde özetlendiğinde ise, HEGOMONİK DEMOKRASİNİN İKİLEMLERİ  başlığı altındaki  bölümde konu şu şekilde vurgulanmaktadır….(…Amerika bugün uluslar arası hegomonik bir güç hem de bir demokrasidir……Amerikan demokrasisinin yurtdışındaki uzun süreli hegomonik güç uygulamasıyla bu hegomonya demokratik  söylemle ne kadar kamufle edilmeye çalışılsa dahi uyumlu olup olmadığının sorulmasını haklı çıkarmaktadır…. Brzezinski  Tercih…sf.217)

Kısaca demokrasi,  bir çok ülke açısından siyasi liberalizmin AMACI olurken, aynı husus, özellikle Amerika yönünden,  plutokrasinin hegomonik  gücünün etkinliği için, ARAÇ olmaya başlamıştır!…

Yakın geçmişte, Fransa’da da, AB. Anayasasının kabulü konusunda  yapılan referandum sonuçlarına  bakıldığında, %57,26 hayır  oyunun ortaya çıktığı görülmüştür… Bir yönü ile, AB içinde de giderek güçlenen  finans kapitalin, zamanla kendi yapısında hegomonik  bir demokrasiyi  şekillendirmesi ihtimali söz konusudur. Bu süreç, ileride  plutokrasiyi amaçlayan neo liberal uygulamalar nedeniyle de, sosyal devlet  yanında laik devleti de  yavaş yavaş  ortadan kaldırma ihtimalini  ortaya çıkarabilecektir..Referandum sonuçlarına etki yapan  çeşitli faktörler paralelinde, bu hususun da  tepkisel  tavırlara  etki yapmış olduğunu söylemek mümkündür.

Bu bağlamda, Türkiye’de  yeni  bir anayasa yapılması konusunda  ileri sürülen görüşler dikkate alındığında, tarihi süreç hesaba katılmadan,  Cumhuriyetin kurucu felsefesine aykırı yaklaşımların  söz  konusu olması durumunda, yeni bir meşruiyet  tartışmasının başlamasını, gerek usul ve  gerekse  esas  bakımından dikkate alınması gerekmektedir!!!

ERGUN ÖZGEN

Exit mobile version