Türkiye’de yeni bir anayasa yapılması konusunda ileri sürülen görüşler dikkate alındığında, tarihi süreç hesaba katılmadan, Cumhuriyetin kurucu felsefesine aykırı yaklaşımların söz konusu olması durumunda, yeni bir meşruiyet tartışmasının başlamasını, gerek usul ve gerekse esas bakımından dikkate alınması gerekmektedir!!!
ERGUN OZGEN
TurkishForum Danisma Kurulu, Kurresel Stratejik Analiz Bolum Baskani
Devlet içeriği itibariyle siyasi bir organizasyon olmakla beraber, Duguit’in tanımına göre de bir kuvvet olgusudur. Bu olgunun yapısal karakterinde görülen unsurların başında ise, ,idare edenlerle, edilenler arasındaki ikilem ve farklılaşma meydana gelmekte, doğal sonuç olarak da karşılıklı istemler ve sorumluluklar ortaya çıkmaktadır.
Devlet gerçeğinin, siyasal örgütlenme yanında, sosyal farklılaşmanın da ortaya koyduğu farklı değerler ve sorunlar nedeniyle, zamanla kendi iç dengelerini de oluşturmak zorunda kaldığı görülür.
Siyasi liberalizmin, veya özgürlük kavramının sosyal yaşamdaki yansıması, tarihi süreç içinde tetkik edildiğinde, batı toplumlarındaki evrimi ile ülkemizdeki oluşum değerlerinin farklı eğriler çizdiği de anlaşılmaktadır. Batı toplumlarının siyasal özgürlük konusundaki yaşamlarına yansıyan ve giderek kurumsallaşan düşünce hareketlerinin temellerinde felsefi kriterlerin ve öğretilerin ortaya çıkardığı sonuçlar çok önemlidir.
Batı düşüncesine etki yapan bu yaşamsal değerler, ilk çağdan itibaren büyük kültür değişmeleri içinde Renesans ve Reform hareketlerinden sonra şekillenmeye başlayan ticaret ve sanayi burjuvazisinin ve giderek de sanayi devrimi sonucunda etkinliğini arttıran işçi sınıfının itici gücünde pratiğini ve yansımasını bulmuştur.
Bu geçişlerin tarihi diyalektiğinde izlendiği şekilde, İlk Çağda Eflatun, ideal devleti tanımlarken, toplumun sürekli bir gelişme dinamiği içinde olduğunu, bunun hiçbir şekilde durdurulamayacağını ifade ederek, Aristokratik bir idari yapının en iyi yönetim biçimi olduğuna değinmiştir. Bir nevi elitizmden yana olan bu görüşte, siyasi liberalizmin bir tanımına rastlanmazsa da, devlet kavramı içinde ideal insan ve ideal bir idareyi amaçladığı görülür. Bu yollamaya göre, özgürlük anlayışının daha çok felsefi düzeydeki bir perspektifte ve spekülatif anlamda önerilen ideal devlet yapısında konuyu hissetmek mümkündür…Eflatun, ister istemez insan faktörünü de dikkate alarak, zamanla devlet yapısının Timokrasiye sonra, Oligarsiye ve daha sonra da Demokrasiye dönüşeceğini varsayar ve bu yapı içinde özgürlük kavramının da bir şekilde evrimleşeceği görüşüne değinir..
Aristo ise, devleti, Eflatun’dan farklı olarak, Monarşi, Aristokrasi ve Cumhuriyet tanımları içinde yorumlar ve bunların yaşam sürecinde zamanla yozlaşarak önce Tiraniye, daha sonra Oligarşiye ve nihayet tekrar Demokrasiye dönüşeceğini ifade eder.
Roma’daki devlet görüşü ve özgürlük anlayışı ise, izlenimcisi oldukları Yunan öğretisinin bir nevi devamı şeklinde bir izlenim vermektedir… Roma tarihinde, siyasi sorunları gerçek anlamda ele alanların Çiçeron ve Polybios’un oldukları,özellikle de Polybios’un devletin en iyi şekilde yönetimi konusunda Roma’nın iyi bir örnek teşkil ettiğini, bu konuda da deneyimli yasa yapıcılarının toplum düzenine katkı sağlayabileceklerini belirttiği görülür. Mazisi açısından, kuvvetler ayrımı konusunda verilecek örnekler içinde özellikle, Ispartalı Likurg’ün, yönetimde dengeyi amaçlayacak şekilde bir nevi anayasa yapısında, iktidarı, kral, seçkinler ve halk arasında bölüştürmeyi ön gören bir kuvvetler ayrımını önermiş oluğu da dikkate çarpmaktadır…Bu çözüm şekillerinin tümü ise özellikle yurttaşlar için olup, bu da çağın gerçekleri ve koşulları içinde ki bir tanımıdır.
Orta Çağ feodal sisteminden, ve giderek merkezin etkinliği sonucu ortaya çıkan mutlak monarşilerden çok önce kuvvetler ayrımı anlayışının Likurg’ün önerilerinde yer alması ve asırlar sonra da, Avrupa’da, şekillenen ticaret ve sanayi burjuvazisinin mutlakıyete karşı verdiği mücadele içinde farklı coğrafyalarda ve farklı ülkelerde gündeme gelen siyasal tavırlarındaki değişik görüntülerin, devrim yapıları içinde sergilendiği izlenmektedir.
Özetle,15 Yüzyıldan fazla süren bir aradan sonra, dünyaya bakışta ve ilmin öncülüğünde İlk Çağın inşa ettiği temellere dayanılarak, siyasal ve sosyal gerçeklere yeniden veçhe verilmeye başlanmıştır. Astronomi Galilee ile, fizik Simon Stevi ile, matematik Cavalleri, Descartes vb. yeni keşifler yoluna girmiştir.Francis Bacon Novum Organum adlı eseriyle, bir tarafta teolojinin, diğer tarafta felsefe ile ilmin gelişeceği alanları birbirinden kesin olarak ayırmıştır. Bununla beraber kilise mücadeleyi bırakmamış, 1633 de Engizisyon mahkemesi önüne çıkarılan Galilee, mahkumiyetten ancak dünyanın güneş etrafında döndüğü iddiasından vaz geçmesi kaydıyla kurtulabilmiştir. Orta Çağ doğmalarına karşı savaşın hızlandığı bu dönemde, din savaşları Avrupa toplumlarının birbirini kırdıkları siyasi coğrafyanın da harabeye döndüğü bir dönemdir.Ayrıca, İlk Çağ kültürü ile temasın Renesans hareketine hız verdiği bu zaman aralığıdır. Dinsel baskıya karşı başlayan bu başkaldırı giderek, siyası otoritenin de mutlakıyetçi etkinliğini ortadan kaldıracak liberal değerlerin ilk tohumlarını atılmasını sağlamıştır.
(…Bu dönemde,kendi varlığından yavaş yavaş haberdar olan bilim bir tehlike olmaktan çıkıyordu, zira Kilise’ de bu gerçeği anlamak zorunda kalmış olacaktı. Bilimsel düşünce ile sıkı irtibatı bulunan ve yeni temeller üzerine inşa edilen felsefi düşünce, tanrının, skolastik,dialektik ve teoloji kaideleri dışında tanınması meselesini yeniden ve esaslı şekilde ele almak zorunda kalmıştır….Eski Yunan düşüncesi üzerine inşa edilmeye ve bunu aşmaya çalışan yeni fikri yapı yanında, keşifler, buluşlar da yapılanmaya başlamıştır. Galilee cisimlerin düşme yasasını ortaya koyarken, Descartes, ışınların kırılması yasasını bulmuştur. Viete yeniden cebri keşfetmiştir. Descartes’de onu hacımlara uygulayarak analitik geometriyi ortaya koymuş, Paskal ise hidrostatik ilmini yaratırken, Harvey de kan dolaşımını bulup meydana çıkarmıştır…Jacques Pirene Dünya Tarihi…c.2..sf.648)
(…Böylece Batı Avrupa her alanda 17yy. ortasında tarihinin yeni bir devrine girmek üzere görülmektedir. İlmi gelişmenin sonucu, fikir özgürlüğünün doğuşuna temel hazırlarken ve Descartes’ın Metod Üzerin Konuşmalar adlı eseriyle ilme geniş bir yol açarken, diğer taraftan Bacon’un felsefi pozitivizmi skolastik ananeyi yıkıyor ve felsefeyi ilme yaklaştırıyordu. Descartes’e karşılık, Paskal rasyonalizm ile septisizm arasında bocalayarak pesimizme düşme tehlikesine maruz kaldıktan sonra mistik düşünceye kapılıyor fakat aklın üstünlüğünü de kabul ediyordu….Jacques Pirene Dünya Tarihi…c.2..sf.648)
(…İngiltere’de ise, ampirist ananenin,Hobbes ve Locke’u aynı pozitivist düşünceye sevk ettiği görülüyor, pozitivizmin, felsefeyi metafizik alandan politika ve sosyoloji alanında etkilediği izleniyordu. XIII yy. Aziz Thomas milletlerarası sistemi skolastik üstüne kurmaya çalıştıysa, spinoza da aynı şekilde panteizm üzerine bir mutlakıyet sistemi kuruyor ve pozitivizmde, Hobbes ile Locke’dan birini otokrasiye diğerini de parlamentarizme inanmaya sevk ediyordu….Jacques Pirene Dünya Tarihi…cilt..2…sf.703)
(…İlmin evrenselliği bütün Avrupa’yı kaplıyor, bu arada ortaya çıkan mezhepler yüzünden parçalanan Hıristiyanlık XVI yy. kadar malik olduğu milletlerarası rolünü kaybetmiş oluyordu. Aynı zamanda,ilim dini düşüncenin yerini alıyordu. Reform Avrupa’nın fikri birliğini yıkmıştı, ilim bunu tekrar diriltecekti. Bu fikri birlik bu sefer medeniyete tek ve değişmez bir gerçeğin hudutlarını tayin eden bir doğma üzerinde değil bilakis XIX yy. fikir ve din özgürlüğünün doğmasını sağlayacak özgür araştırma prensibi üzerine inşa ediliyordu….Jacques Pirene. Dünya Tarihi..C.2..sf.703)
Batı düşüncesinin geçirmiş olduğu evrimin temellerinde, Grek ve Roma kültür değerlerinin etkisi yukarıda özet olarak ifade edilmiştir. Bu tarihi diyalektiğin biraz daha geçmişine inildiğinde, Bir Anadolu, Mısır ve Mezapotamya kültür mirasının ,Grek kültürüne, onun da Roma kültür değerlerine olan etkisi dikkate alınması gereken bir olgudur. Kısaca, Mezapotamya, Mısır ve Anadolu kültür çevrelerinin birikimi olan değerler, daha sonra Grek’ler tarafından sistemleştirilerek, kendisinden sonra gelen Roma’ya bu değerleri aktarmıştır. Bu miras ,zamanla, Orta Çağın dini doğmaları içinde skolastiğin karanlığına gömülerek, asırlar süren bir durgunluk döneme itilmiştir….
Söz konusu zaman aralığında, Doğu İslam kültürünün içinden geçtiği süreç hatırlanacak olursa,bu dönemdeki öğretilerin, ileride, Batı Hıristiyan dünyasının skolastikten çıkışına yardım ettiği ve yeniden doğuşun temellerine katkı sağladığı görülür.Bir diğer ifade ile Batı düşüncesinin toparlanmasına destek olacak bir diyalektik içindeki etkileşimde bu oluşumun yer aldığı da görülecektir.
Avrupa’nın doğmalarla boğuştuğu bu dönemde, (…İslam düşünürlerinden Razi’nin doğa(841/926) bilimdeki araştırmaları felsefesinden daha derin etki yaptı. Fizikte ışığın bir ortamdan başka bir ortama geçerken kırıldığını gösterdi. Boşlukta çekim kuvvetinin varlığına ait tecrübeler yaptı. Kimya’da Cabir B.Hayyam’ı tamamladı ve bilimsel kimya ile uğraştı, basit cisimlerin özelliklerini gösterdi…Felsefede Farabi’nin tam karşı kutbunda bulunuyordu. Batı Ortaçağında bu yarı büyücü, yarı bilimsel deneycilik görüşü Guillaume d’Ockham ve Rocer Bacon tarafından kabul edilmiştir…Hilmi Ziya Ülgen Eski Yunandan Çağdaş Düşünceye Doğru İslam Felsefesi ..sf.35)
(…İslam Ansiklopedistleri, “ İhvan-üs Safa 11yy. Hicri 439”. “Saffet Kardeşleri” adında bir birlik kurdu Amaçları Müslümanları bağnazlıktan kurtarmak , bilim anlayışını doğa bilimlerine dayanan felsefeye egemen yapmak, toplumu düzeltecek bir aydınlar ahlakı yaratmaktı. Ortaya çıkardıkları kolektif eserle bu amaçla bir dereceye kadar ulaşabilmişlerdir. Onlara, İslam Ansiklopedistleri demek yanlış olmaz. Başkanları Zeyd İbn Ruf , sekreterleri Ebu Süleymandı. Onlara göre şeriat yanlış inançlarla bozulmuştur. Onu felsefe ve bilim anlayışıyla temizlemek ve gerçek özünü meydana çıkarmak…
gerekiyordu…Hilmi Ziya Ülgen Eski Yunandan Çağdaş Düşünceye doğru İslam Felsefesi…sf.41 )
(…Evrimcilik fikri, İhvan-üs-Safa’da bir çeşit evrim “Evolution” fikri vardır. Fakat başka düşünürlerde görülmeyen bir cesaretle doğanın mertebeleri arasında sürekli bir gelişme olduğunu söyledikleri doğrudur. Bitkilerin ilk derecesi madenlerin son derecesine, onların son derecesi de hayvanların ilk derecesine bağlıdır….”1. Resail, Tekvin –al-maadin” Bu sürekliliği anlamak için risaleler hayvandan insanlara geçişi açıklamakta, hatta maymunun insana benzer vasıfların nasıl başladığını anlatmaktadır….Hilmi Ziya Ülgen Eski Yunandan Çağdaş Düşünceye Doğru İslam Felsefesi…sf.44)
(…Farabi,zamanın bütün bilimleriyle uğraşıyordu Samani Emiri Nuh bin Saman, Farabi’yi Buhara’ya çağırdı, bir ansiklobedi yazma işini verdi. Eser “El-Talim üs- sani” ilk İslam Türk felsefesi ansiklopedisidir…Hilmi Ziya Ülgen Eski Yunandan Çağdaş Düşünceye Doğru İslam Felsefesi…sf.66)
(…Farabi’nin felsefi çalışmaları yanında, siyasette de bir çeşit ütopist olduğu görülmektedir. Fakat onun ütopisi, Thomas Morus’e ve Campenella’ya benzememektedir. Çünkü ütopik toplumun yanında filozof olarak gerçek toplumu da kabul eder. Ayrıca, o hümanisttir, onun yetkin devleti bütün insanlığı kuşatan bir dünya devletidir…Hilmi Ziya Ülgen Eski Yunandan Çağdaş Düşünceye Doğru İslam Felsefesi…sf.79)
(…İslam düşüncesine yön veren filozoflardan İbn-Rüşt ise, eleştirilerinin sonunda, “Fiziğe döndüm, orada Allah’ı ve ilk kımıldatıcıyı buldum diyor…Hilmi Ziya Ülgen Eski Yunandan Çağdaş Düşünceye Doğru İslam Felsefesi…sf.187)
Kısaca, Avrupa Orta Çağında doğmaların etkinliği sürerken, aynı ortaçağ döneminde , İslam dünyasındaki fikir ve düşünce akımları için Batı düşüncesinin geleceğini etkileyen ve batıda gelişen düşünce ve fikir akımlarından çok önce ki bir dönemde, İslam düşünürlerinin bulundukları noktaları kıyaslamak bakımından bu örnekleri vermek mümkündür… Bundan beş asır sonra, Galilee’nin dünyanın dönüşünü ileri sürmesi üzerine Engizisyon tarafından yargılanması hatırlandığında,IX ve X yy. da İslam dünyasında, kendi doğmalarını yaratmadan önceki dönemdeki pozitif ilimlere bakışının önemini de kabul etmek gerekmektedir… Konu Özetlendiğinde,
(…Akli bilimlerle uğraşanların bir kısmı sırf müspet bilgi adamlarıdır. Fakat filozofların da bir çoğu aynı zamanda bilimlerin biri veya birkaçı ile uğraştıkları için, felsefe ve ilim tarihi iç içe geçmiş bir halde bulunmaktadır. Farabi, İbn-Sina , Nasir Tusi , İbn Heysem, E.Z. Razi, filozof oldukları kadar da bilim adamıydılar… Matematik bilimler İslam dünyasına iki yoldan girmiştir. Yunan ve Hint…İlk devir yalnız Eukleides, Tales, Pysagoras, Archimeds çevirilerinin yapıldığı devirdir. Harran Okulunun bu bakımdan büyük rolü olmuştur…Hilmi Ziya Ülgen Eski yunandan Çağdaş Düşünceye Doğru İslam Felsefesi…sf.338.)
Yukarıda da değinildiği üzere, eski Akdeniz kültürünün zirve oluşturduğu Mısır, özellikle bilginin toplandığı bir medeniyet merkezi olmuş, Grek düşüncesi tevarüs ettiği bu birikimi bilimsel bir temele oturtmuş, Roma muhafaza etmiş ve yaymış, Orta Çağ Hıristiyan skolastik düşüncesi ise bu süreci doğmalarla küllemiştir. Yunan düşüncesi, kültür etkileşimi sonucunda,daha sonra İslam düşünürlerince yeniden gün ışığına çıkarılarak , Avrupa kültürünün uyanışında önemli katkılarda bulunmuştur. Dolayısıyla günümüzde siyasi liberalizmin giderek güç kazandığı, demokratik devlet yapılarında, ve bu bağlamda, Avrupa Birliğinin siyasi hudutlarına kültürel tanımlar getirilirken , Batının sahip olduğu kültür değerlerinin sadece Gerek Roma kültürünün coğrafi alanlarına gitmeden önce, Anadolu, Mezapotamya ve Mısır kültür değerlerinin, kendi kültürel kimliklerine olan etkilerini de iyi düşünmelerini gerektirmektedir….
Bugünkü Avrupa’nın kendi değerlerinde ve geçmişten gelen inanç birliğinde, ortak kültürlerine etki yapan oluşumların izlerini görmek mümkündür. Orta Çağ’ın kilise otoritesi altında Roma İmparatorluğu’nun teokratik yapıda ki devamı dünya kilise devleti olarak ortaya çıkmış olan Vatikan merkezli bir otorite etrafında sürekliliğini korumuştur. Dünya Kilise Devletinin başında bulunan Papalık, Tanrının yer yüzündeki temsilcisi olarak, bütün Hıristiyan Krallarının da üstünde dinsel görüntüde bir siyasal otorite olmuştur. Bu dönem, Kilisenin mutlak hakimiyetinin devam ettiği, ayrıca, kendi inanç sistemi içindeki evrenselliği arayan bir diğer zaman aralığıdır.. Devlet yapıları ise ,bu teokratik etki alanı içindedir…Batıda, Renesans ve Reform hareketlerinin başladığı dönemde, yeni öğretiler bu teokratik düzeydeki siyasal yapıyı da silkelemeye başlamıştır. Luther’in Katolik Kilisesine tavrı, Calvin ve Zwingli tarafından takip edilen Protesan hareketleri Avrupa da tarihi dönüm noktasına neden olan olayların başında yer almaktadır… Özellikle, İngiltere’de, VIII Henry’nin, Katolik Kilisesinden tümü ile ayrılarak kendisine bağlı Anglikan Kilisesinin temellerini şekillendirmesi, ileride ortaya çıkacak olan liberalizmin ilk basamaklarını oluşturmuştur.
Devlet yapısında siyasi liberalizme yönelişte örnek teşkil etmesi yönünden özellikle, İngiltere’deki sürecin iyi analiz edilmesinde yarar vardır. Demokratik gelişmenin anavatanı olarak nitelenen ve ilk parlamentonun temellerinin XIIIyy. Başlarında Manga Charta’ya yollama yapılarak ifade edilmesi bir gelenekse de, İngiltere de demokrasi o kadar çabuk gelişmemiştir. XV yy. Güller savaşı olarak bilinen hanedanlar arası çatışmalar hariç tutulursa, İngiltere’ de yavaş yavaş şekillenmekte olan parlamenter yapı, bu ülkenin içinden geçtiği bir diğer kargaşa döneminden sonra, 1642 de yaşanan ihtilal sonucunda, Cromwel’in başkanlığında otoriter bir askeri yönetime dönüşmüştür. İngiltere’de ki, parlamenter düzenin yeniden siyasi yapıda yer alması ise,1688 de gerçekleşen parlamento ihtilalinden sonra ancak mecrasına oturmuştur. Her iki ihtilal döneminden ilkindeki,kargaşa döneminde Hobbes’in mutlakıyetci tutumuna karşılık, daha sonra, Lock’un toplumu liberalizme yönelten tavrı, siyasal anlayıştaki evrimin, önemli köşe taşları içindedir. Siyasi Liberalizmin bireysel hakları öne çıkaran öğretilerde, bu ülkede daha sonra Lock’un takipçileri içinde liberal değerleri savunan düşünürlerden Berkley , Hume ve Bentham’ı da belirtmek gerekmektedir.. Fransa’da ise, Rousseau okuluna bağlı olmayan filozofların da Lock’un etkisinde kaldıkları görülür. Lock öğretileri içinde, Yasama, Yürütme ve Yargının kuvvetler ayrılığı prensiplerini öngören görüşü, daha sonra Fransa’ da, Montesquieu tarafından da Kralın yetkilerini sınırlama yönünden ileri sürülmüştür. İngiltere de Monarşinin yetkileri siyasi liberalizmin hedefleri içinde bireyi giderek öne çıkaran bir modelde ve felsefi olarak öğretilerde yer alırken, diğer yönden de Adam Smith ve takipçileri tarafından liberal ekonominin temelleri oluşturulmaya çalışılmıştır… Tamamen Puriten geleneğinin yer aldığı bu öğretide, bırak yapsın bırak geçsin ilkesi ,giderek İngiltere’nin sömürgeci ve emperyalist politikalarının sonucunda, sermayenin, belli çevrelerde toplanmasına, ve bunun da, giderek ticaret burjuvazisinden, sanayi devrimine geçişi takiben de, sanayi burjuvazisinin kontrolundaki bir kapitalizmin etkinlik kazanmasına neden olmuştur.. İngiltere’deki monarşiye karşı yürütülen parlamento mücadelesinde, Lordlar, halk ile birlikte hareket ettiklerinden, zamanla mutlak monarşi parlamentonun esnekliğinde, yavaş yavaş meşruti monarşiye dönmüştür…Ayrıca, emperyal politikaların devamında ki, sömürgeleşme aşamasında, aristokratlar da, ticaret burjuvazisi ile birlikte hareket ettiklerinden, aralarında işbirliği olması nedeniyle, Fransa’dan farklı olarak bu sosyal kesimler arasında önemli bir çıkar çatışmasına da pek rastlanılmamıştır…Bireyin giderek zenginleşmesi siyasi liberalizmin de güçlenmesini sağlayarak, monarşinin sermaye üzerindeki sınırlayıcı politikalarına karşı parlamenter yapı yolu ile koruyucu yasal düzenlemeler sağlanabilmiştir…Özetle, İngiltere de siyasi liberalizm bireyin özgürlüğünün önünü açarken, liberal ekonomi modeli içinde de, gelişen sömürgecilik paralelinde,sermayenin büyütülmesine imkan sağlanmıştır. Bir diğer deyimle, siyasi liberalizmle, liberal ekonomi birbirlerinin çarpanı olmuşlardır.. Bu süreç ise, emperyal politikalar içinde sömürgeciliği dolayısıyla de kapitali büyütmüştür.
İngiltere’den Amerika’ya yansıyan bu liberal görüşlerin temelinde, İngiliz püriten bireyciliğinin sosyal yapıya yön veren etkisini görmek mümkündür. Ancak Amerikan bireyciliğinin, İngiliz bireyciliğinden farkı, İngiltere de olduğu gibi, Amerika’da bireyin önünde bir Anglikan Kilisesi ile, monarşik değerlerin bulunmayışıdır. Toplum kendi değerlerini kendi inanç sistemleri ve ihtiyaçlarına göre yönlendirmiştir. Dolayısı ile, Amerika’da birey, kendi için çalışmış, kendi için çatışmış ve sermayeyi de kendi çıkarı için yaratmıştır!… Bu süreç, ülkedeki kapitalist oluşumda bireyin çıkarına göre şekillendiği içindir ki, siyasi yapıda, değişik bir liberalizm modelini oluşturmuş ve Devletin yapısını da biriken sermayenin ve gittikçe büyüyen finans kapitalin ihtiyaçlarına göre ele alarak siyasal kurumlarını biçimlendirilmiştir.
Amerikan demokrasisinin temelindeki liberalizmde, İngiltere’nin siyasi liberalizminden ayrılan hususların bu parametreler içinde değerlendirilmesi gerekmektedir.Amerika’da sosyal ve siyasal yapılaşmayı incelemiş olan Tocqueville şu tespiti de yapmaktadır.
(…İngiltere’yi incelerken Montesquieu temsili rejimin kendi gözünde yeni olgusunu incelemişti. İngiltere’de aristokrasinin ticaretle uğraştığını saptamıştı. Yani temsili ve ticari etkinliğin üstünlüğü üzerine kurulu liberal bir monarşi gözlemişti….Raymom Aron Sosyolojik Düşüncenin Evreleri…sf.226)
Bu nedenledir ki İngiliz liberalizminin gelişmesi, parlamenter yapıda, aristokrat ve burjuva sınıfının ortak çıkarları içinde, çatışma vasatı olmadan devlet yapısını da sistemin koruyucusu olacak şekilde biçimlendirilmiştir… Amerika da ise, liberal oluşum her türlü sosyal sınıfın etkisi dışında daha ileri düzeyde bir bireyciliğin zenginleştikçe bu zenginliğin korunmasına yönelik bir siyasi yapıda devletin kurum ve kuruluşunun şekillenmesini zorunlu kılmıştır.. Bir diğer anlatımla, Amerika’da bireyin teşebbüsü, sermayeyi oluşturmuş, birey ve sermaye birbirinin çarpanı olarak, kendi güvenlikleri için, liberal değerleri kendi hukuk sistemine ve doğan ihtiyaçlarına göre şekillendirerek , devlet düzeninde demokratik yapısını güçlendirmiştir… Tamamen bir burjuva rejimi olarak ortaya çıkan Anglo Sakson liberal demokratik yapının temellerinde bireyin özgürlüğü yanında, sermayenin merkezi müdahalelere karşı güvenliğinin teminatının varlığını da görmek mümkündür…Bu görüş zamanla, finans kapitalin yöneticileri tarafından adı konulmamış bir ideoloji oluşturmuştur!..
Fransa’da ise bu sürecin daha da farklı bir seyir izlediği görülmektedir…Mutlak monarşinin bu ülkede güçlenmesinde, feodallerin halkı ezmesine karşılık, monarşinin feodallere karşı olan tutumu nedeniyle, monarşi, bir şekilde halkı yanına alarak feodal yapıyı sindirirken diğer yönden de, merkezin güçünü arttırmak suretiyle, mutlak monarşinin güçlenmesine neden olmuştur. Zamanla güçlenen ticaret ve sanayi burjuvazisi ise, siyasal yapıda hak elde etmek imkanını, mutlakıyetin yetkilerini devir almak konusunda, İngiltere’den farklı bir devrim modeli içinde,siyasi hayattaki yerini 1789 devrimi ile elde etmeyi başarmıştır. Fransa’da aristokrasi ve Katolik Kilisesinin tutucu tavrı bu devrimin oldukça şiddetli bir seyir takip etmesine neden olmuştur…Liberal siyasal oluşum ise, İngiltere,ve Amerika’dan çok faklı bir seyir takip etmiştir. 1789 devriminden sonra, siyasi iktidar kısa bir süreyi takiben İmparatorluğa, ve sonra da meşruti monarşiye, 1830 ve 1848 devrimlerinden sonra da, az ömürlü bir cumhuriyet denemesi ile tekrar İmparatorluğa dönmüştür!…Fransa’nın Prusya karşısında1870, mağlubiyetinden sonra tekrar cumhuriyet denemesine giren bu ülkenin cumhuriyet deneyimi, İkinci Dünya harbindeki işgal yıllarını takiben yeni bir dönemi ile deneyimlerini siyasi yaşamına katmıştır. Kısaca, İngiltere ve Amerika’da gelişen siyasal ve ekonomik liberalizm paralelinde bir gelişmenin eşitini Fransa’da görmek mümkün değildir…
Almanya ise çok daha değişik bir siyasal süreç içinde kendi demokratik yapısını şekillendirmiştir. 1870 den sonra ancak birliğini kurabilmiş olan bu ülkede, 1848 da Avrupa’yı etkileyen sosyal içerikli devrim hareketlerinin esintileri bile farklı bir görüntü sergilemiştir… Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinde sosyal içerikli bir siyasi eşitliği amaçlayan 1848 devrimi, Almanya’da ,mahiyeti itibariyle bir anayasa devrimi olarak görüntüye gelmiştir..Diğer ülkelerde, burjuva sınıfı, siyasi iktidarda hak iddia ederken, Almanya’da burjuvazi daha ziyade merkeziyetçi Prusya geleneğini ulusal bütünlüğün sağlanması yönünden desteklemiştir.Bu süreç, Birinci Dünya savaşında ki mağlubiyetten sonra, Alman yönetimine kabul ettirilen Weimar anayasasının siyasi liberalizme verdiği imkanlar da hatırlandığında, ülkenin içine çekildiği kargaşa koşullarında, giderek Hitler döneminin otokratik yapısına siyasi rejimin kaydırmıştır.…
Kısaca, gerek İngiliz, gerek Amerika, ve gerekse Fransız ve Alman liberalizminin gelişme süreçleri kendi tarihi gerçekleri paralelinde farklılık arz ederken, kendi idari yapıları da buna göre şekillenmiştir.
Avrupa’da siyasi ve ekonomik liberalizmin gerçek anlamda yerleşmesi ise, İkinci Dünya Savaşını takiben, bu coğrafya da Amerikan işgalinin devam ettiği dönemde tanımını bulmaya başlamıştır…Savaş sonrası , Marshall yardımı kapsamında Avrupa ülkelerine 13 milyar dolar civarında ekonomik ve teknolojik yardım yapılmıştır. Bu dönemde de özellikle Amerika , bu ülkelerde piyasa ekonomisinin gelişmesi ve piyasa koşullarına göre, siyasi liberalizm paralelinde, liberal ekonominin ve idari yapıların kendi amacına göre düzenlenmesi yönünden, müdahalesini sürdürmüştür….
Türkiye yönünden devlet yapısında siyasi liberalizm ile ilgili gelişmeler ele alındığında, Osmanlı İmparatorluğu’nun asırlar süren devlet geleneğinde, merkezi otoritenin, Enderun yapısı içindeki otarşisi farklı bir görüntü sergilemektedir. Batılılaşma sürecinde, XIX yy. başlarındaki Sened-i ittifak deneyiminden başlayarak, 1839 Tanzimat Fermanına kadar da önemli değişiklik görülmemektedir. Ayrıca, Tanzimat Fermanı’na kadar da esasen ülkede özel mülkiyet kavramının fazla gelişmediği de görülmektedir…. Osmanlı toplumu gerek Tanzimat ve gerekse, 1856 İslahat Fermanları ile, bu gün olduğu gibi, batılılaşma modellerine adapte edilmeyi ön gören uygulamalara zorlanmıştır… Takip eden safhada, 1876 Meşrutiyet dönemindeki siyasi kargaşa, Padişahın meclisi fesih etmesi ile 33 senelik monarşik bir merkeziyetçiliğe idareyi dönüştürmüştür. 1908 İkinci Meşrutiyet(Hürriyetin ilanı) dönemi ile siyasi açıdan özgürlükler tekrar elde edilmiş, ancak bu dönem de fazla uzun ömürlü olmadığı gibi, İttihat ve Terakki partisinin iktidarı silah zoru ile almasını takiben ülke yeniden bir otoriter döneme girmiştir… Meşrutiyet dönemi içinde değişik fikir akımlarını da görmek mümkündür…Özellikle Prens Sabahattin’in liberal bir siyasi yapıyı ön görmesi ,Türk siyasi yaşamında İngiliz modeli bir liberalizmin özlemini yansıtması bakımından bir ilk olarak nitelenebilir. Gerek Birinci ve gerekse İkinci Meşrutiyet denemeleri, meşruti bir siyasi yapıda temsili siyasal rejime geçişin arayışlarını yansıtmaktadır. Ancak toplumun %90 dan fazlasının tarım kesiminde ve cahil durumda olması, ülkede güçlü bir ticaret ve sanayi burjuvazisini temsil edebilecek orta sınıfı bulunmayışı, ülkedeki siyasal mücadelenin, daha çok İstanbul çevresindeki, asker ve sivil Enderun geleneğinden gelen kadroların yönetime olan tavırlarında izlenmektedir!….Avrupa’da, gerek 1789 ihtilali, gerekse 1830 ihtilali mahiyeti itibariyle bir burjuva ihtilali olması yanında, sanayileşen bu ülkelerde yaşanan 1848 ihtilali de ortaya çıkmış olan işçi sınıfının eseri olmuştur. Türkiye gerçeğinde ise, benzer düzeydeki sosyal sınıfların ülke genelinde dinamiğini görmek mümkün değildir.Kısaca, genel olarak meseleye bakıldığında, devlet yapısında siyasi liberalizmin gelişmesi, özellikle, Amerika’da sermayenin birikimi ve gelişen burjuva sınıfının üzerinde inşa edilmiştir. Avrupa’daki oluşumda da, sömürge İmparatorlukları döneminde bu modelin sermayenin ve finans kapitalin büyümesi ile orantılı olan bir süreç takip etmiş olduğu görülmektedir. 1839 kadar Osmanlı’da mülkiyetin bile olmadığı hatırlanırsa, Batı ülkelerinin sömürgeci yayılma dönemindeki durumu önemli bir fark göstermektedir…Gene hatırlanacağı üzere, XIX yy. ilk çeyreğinden itibaren Osmanlı’nın içine çekildiği savaşlar dikkate alındığında, 1828 Osmanlı Rus Savaşı,bunu takiben 1854 Kırım savaşı olup, bu dönem Osmanlı’nın ilk defa borçlandığı ve giderek borçlarının arttığı ve 1877 de iflas ederek Duyun-u- Umumiye’nin kurulduğu bir dönemdir…Aynı tarihte, 1877/ 1878 Osmanlı Rus Savaşı, takiben, 1897 Osmanlı Yunan Savaşı, daha sonra da, 1911 Trablus ve 1912 Balkan Savaşları, çok kısa bir aradan sonra da, 1914/1918 Birinci Dünya Savaşının peş peşe sosyal ve siyasal yaşamda yer aldıkları ayrıca görülmektedir! Bu yüzyılda,Avrupa ülkeleri sömürge politikaları içinde sermayelerini ve finans kapital düzeyinde kaynaklarını oluştururlarken, Osmanlı İmparatorluğu bir asır içinde peş peşe gelen savaşlarla, bütün kaynaklarını tüketmiş ve giderek artan bir borçlanma ile iflas noktasına gelmiştir. 1922 Kurtuluş savaşı söz konusu sürecin son aşamasıdır…Bu durumda, 1923 de kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti, tarihin sırtına yüklediği ve Osmanlı’dan devir aldığı borç mirası ile ne şekilde bir piyasa ekonomisini ulusal hedefleri içinde ön görebilecek ve liberal ekonominin koşullarını gerçekleştirebilecektir?!!! Kaldı ki, dünyanın içinde bulunduğu siyasal konjoktür hatırlandığında, XX.yy ilk çeyreğindeki küresel görüntü de çok ilginçtir!.. O tarihlerde dünyanın gelişmiş sanayi toplumları içinde kabul gören İtalya, ve Japonya’da Faşizan yönetimler yanında İspanya’da Falanjist, Almanya’da Nasyonal Sosyalist, Rusya’da ise, komünist rejimler iş başında olup, hepsi, liberal siyasi demokrasiye olduğu kadar, liberal ekonomiye de karşı bir görüş sergilemektedirler…Ayrıca, 1929 Ekonomik krizi de Amerika’da ve sanayi toplumlarında önemli sosyal ve siyasal sorunlar yaratmış ve New Deal müdahaleci uygulamaları ile de, liberal ekonomik anlayışın karşısına, devletçi modeller, ABD de bile yaşama geçirilmiştir!… Ayrıca, 1939/1945 İkinci Dünya Savaşı dönemi dikkate alındığında, coğrafya üzerinde siyasi liberalizmin İngiltere ve Amerika’dan başka geniş anlamda uygulama alanı bulamadığı da bir gerçektir…
Ülkemizde,Cumhuriyetin kurulduğu yılları müteakip , İkinci Dünya Savaşına kadar geçen süredeki genel küresel görüntü özetle bu merkezdedir.. Dünyanın siyasi manzarası ise, merkezi yönetimlere ağırlık veren bir yapıyı sergilemektedir!..Tekrar edilirse, Osmanlı’dan aldığı borç yükü ile birlikte, genç Türkiye Cumhuriyeti, bu durumda, hangi sermaye ile piyasa ekonomisinin koşulları çerçevesinde liberal ekonominin ve siyasi liberalizmin geleceğini oluşturması mümkündür?
Cumhuriyet, kuruluş felsefesinde, demokrasi sürecinde siyasi ve ekonomik liberalizmi amaçlamakla beraber koşullar dönem itibariyle imkan sağlamamaktadır. Devlet yapısında Osmanlı’dan itibaren siyasi liberalizm hukuki geçmişine bakıldığında, gerek 1876 ve 1908 Meşrutiyet Anayasalarının, gerektiğinde Hükümdara, meclisi bile fesih etme yetkisi tanıdığı hatırlanacaktır. Cumhuriyetin ilanını müteakip, 1924 Anayasasında bu yetkinin önüne geçilmesi için, Meclis Hükümeti tarzında bir çözüme gidilmiştir. Yasama ve Yürütmenin tek parti döneminde siyasi koşulların da zaruri olarak ortaya çıkardığı gerçek daha sonra çok partili siteme geçişte siyasi iktidara ister istemez bir otokrasi imkanı vermiştir.. Çok partili sistemde, siyasi iktidarın, meclis çoğunluğuna sahip bulunması sonucunda iktidara, Yasama, Yürütme erkini meclis çoğunluğuna sahip bulunması nedeniyle elinde bulundurması imkanını da vermiştir.
Parlamento içi çatışmalarda siyasi iktidarın giderek muhalefeti susturmak konusunda, Meclis Tahkikat Komisyonu gibi yargı erkini de Meclise vermeye teşebbüsü, ister istemez bir parti oligarşisi içinde kuvvetler ayrımını yok eden ve siyasi liberalizmin önünü kapatan bir noktaya politik yapıyı getirmiştir. 1960 Devrimi de sürecin sonunda bir Anayasa Devrimi olarak siyasi yapıda yerini almıştır!..
Özetle, siyasi liberalizm ile liberal ekonominin birbirinin çarpanı olarak gelişmesi Türk siyasi tarihinde görülmemektedir. Türkiye’deki mücadele, daha çok özgürlükler mücadelesi yapısında ortaya çıkan, önceleri Enderun geleneğinden gelen ve giderek de sosyal yapının sivilleşmesi sonucunda, toplumun bir çok kesiminin müdahil olmaya başladığı bir oluşumdur!…Bu süreç, ne Anglo Sakson geleneğindeki bir bireyciliğin siyasal ve ekonomik çıkar arayışına, ne de sanayi devrimi ile Avrupa’da ortaya çıkan ticaret ve sanayi burjuvası ile işçi sınıfının mücadelelerine benzememektedir… Avrupa’da sosyal ve siyasal haklar, 1789, 1830, 1848 devrimleri sonucunda binlerce insanın canı ve kanı bedelinde alınırken, Türkiye’de toplumun üst yapı kurumlarının yasal düzenlemeleri ile yukarıdan aşağıya bu hakların vermiş olduğu görülmektedir!….Özellikle 1961 Anayasası hatırlandığında, işçi ve sendikal hakların bu gelenek içinde yukarıdan aşağıya büyük mücadeleler olmadan verilmiş olduğu da hatırlanacaktır!…Dolayısı ile, Türkiye’deki siyasi liberalizmin profili Batı toplumları ile kıyas edilemeyecek ayrı bir örnektir!..
Sonuç olarak,Devlet yapısında, siyasi liberalizme yönelişin değişik ülkelerdeki faklılıkları ifade edildikten sonra, küresel oluşumlar paralelinde ve güncelleşen durumu ile, dünya genelinde, siyasi liberalizmin politik hedefler içinde ki yerinin de iyi analiz edilmesi gerekmektedir. Demokrasinin nihai hedefinin, siyasi liberalizmin geliştirdiği liberal ekonomi olduğu görülmektedir. İngiltere üzerinden Amerika’ya ihraç edilen bu siyasi kavramın sonuçları, günümüzde küresel dünya anlayışının temellerini oluşturmuştur. Siyasi özgürlüğün, bireyin teşebbüs ve etkinliğine müdahale etmeyişi, bu ülkelerdeki sermayenin sınırsız büyümesine neden olmuştur.
Özellikle Anglo Sakson ülkelerinde, siyasi liberalizmle önü açılan müteşebbis, zamanla vahşi kapitalizme yönelerek elde ettiği zenginliği, giderek finans kapital yapısında küresel düzeyde etkinleştirmiştir. Bu yapı içinde, finansın küresel politikalarda varlığının idamesi de dünya kaynaklarının kontrolundan geçmektedir. Halbuki, gelişen ekonomiler içinde ihtiyaçlar artarken kaynaklar da azalmaktadır.Ayrıca, Demokrasinin vektöründe, Siyasi liberalizm, liberal ekonomiye, liberal ekonomi ise, önce bireyin ve giderek de şirketlerin, daha sonra da, çok uluslu şirketler ile küresel ekonomiye,büyüyen bu ekonomik gücü taşımıştır.
Konu bir diğer şekilde özetlendiğinde, siyasi liberalizm, liberal ekonominin çarpanı olarak bireyin teşebbüsüne yön vermiştir… Birey zenginleştikçe, büyüyen sermaye ve şirketleşme sürecinde, çok uluslu şirketlerden, finans kapitalin yoğunluk kazandığı bir noktaya gelinmiştir. Bu finans kapital, küresel etkinlik içinde, ulus devletlerin koruyucu ve müdahaleci etkisini yok etmek için, ulus devletleri parçalamaya yönelik küresel politikalara yönelmiştir. Ayrıca, finans kapitalin küresel etkinliğinin devamı için, küresel kontrol alanlarındaki milli siyasi yapıların parçalanmasına yönelik politikalar ivme kazanmaya başlamıştır. Siyasi liberalizmin hedefi içinde özgür bir sosyal yapı amaçlanırken, giderek büyüyen finans kapitalin yöneticisi olan ülkelerde, demokratik yapının imkanları içinde gelişen bir plutokratik anlayışın, küresel kontrolu ele geçirmekte olduğu da izlenmektedir. Bu plutokratik oluşum ise, ayrıca kendi oligarşisinin kontrol ettiği bir dünyada, siyasi coğrafyayı yönlendirme sürecine girmiştir!…Demokrasi, bu mantık içinde ele alındığında, ekonomik gücü olmayan ülkeler için, siyasi özgürlüğün hedefi içinde AMAC olurken, finans kapitali yöneten güçlerin şekillenmekte olan plutokrat sınıflarının küresel kontrolunun da ARACI olmaya başlamıştır!…
Küresel olgu, pek çok yönden ele alınabileceği gibi, dünyanın içine çekilmekte olduğu son durumda, daha çok, küresel kontrolun tek bir para birimi içinde bir merkezden yönetimini çağrıştırmaktadır..Bu merkez de Dolarize bir küreselliğin kurmaylarının bulunduğu Wall Street olduğu intibaını vermektedir. Konu ile ilgili olarak, Thomas P.M. Barnett’in Pentagon’un Yeni Haritası adı ile yayınlanan kitabında, Pentagon ile Wall Street yetkililerinin aynı karargah çatısı altında savaş senaryolarını oluşturmakta oldukları konuya ayrı bir boyut getirmektedir.
Kısaca demokrasi, görüntüye gelen son durumu itibariyle, birçok ülke için AMAÇ olurken, finans kapitalin plutokratları için ülkeleri içeriden kontrol edebilmenin bir ARACI olma özelliği taşımaktadır!.. Evrensellik anlayışı Dünya Kilise Devleti inancı içinde, Katolik Kilisenin kontrolunda bir Hıristiyanlık dünyasını oluşturarak dini birlik görünüşünde Ruhbanizmin hakimiyetini yaratmıştır. Sovyet sistemi de, Moskova merkezli bir dünya komünist ideolojisine tabi enternasyonal bir dünyayı hedeflemiştir…Günümüz evrenselliği ise, finans kapitalin denetimine aldığı bir evrensellik anlayışında,medeniyetin küreselliği olarak takdim edilmektedir…Katolik kilisesinin evrenselliği, Protestan haykırışıyla bölünmüştür…Moskova merkezli parti oligarşisine dönüşen komünist enternasyonalizm, milli uyanış hareketleri karşısında direnememiştir. Finans kapitalin küreselleşme süreci içinde milli hakimiyetleri sınırlamaya yönelik politik hedefler dikkate alındığında,rezerv para durumunda bulunan Doların, EURO ve ileride de büyük bir ihtimalle YUAN’ın küresel ekonomide bu rezerv paranın yerini almaya başlamasıyla,, olayların yeni bir mecraya kayması durumunda sermaye enternasyonalizminin bölünmesi de ihtimaller dahilindedir…Ayrıca, bir plutokratik küresel hakimiyet karşısında, dünya halklarının mili şuur ve direniş anlayışı bir zaman aralığında bu çevrelere karşı yeni bir ulusal bağımsızlık ve hakimiyet mücadelesini başlatabilecekleri de dikkate alınmalıdır!… Bu bağlamda ve özetle, DEMOKRASİ her toplum için AMAÇ olmalıdır.Bazı imtiyazlı çevreler için konu, ARAÇ olarak kullanıldığı takdirde, korkulur ki, içi boşaltılmış olan bu tarz bir demokrasinin de tartışılması başlayabilir!….Eflatun ve Aristo’nun siyasal yapılardaki devinim ile ilgili görüşleri hatırlandığında, ülkelerin,devlet yapılarında siyasi liberalizm ve liberal ekonominin hedeflerini yeniden ele almalarında, dünyadaki gelişmelere bakarak geçmiş olaylardan, ileriye yönelik tahminlerini doğru yapmaları, o ülkelerin geleceği için önemlidir!..
Konu, Brezınskı’nin Tercih adlı kitabındaki değerlendirmeleri içinde özetlendiğinde ise, HEGOMONİK DEMOKRASİNİN İKİLEMLERİ başlığı altındaki bölümde konu şu şekilde vurgulanmaktadır….(…Amerika bugün uluslar arası hegomonik bir güç hem de bir demokrasidir……Amerikan demokrasisinin yurtdışındaki uzun süreli hegomonik güç uygulamasıyla bu hegomonya demokratik söylemle ne kadar kamufle edilmeye çalışılsa dahi uyumlu olup olmadığının sorulmasını haklı çıkarmaktadır…. Brzezinski Tercih…sf.217)
Kısaca demokrasi, bir çok ülke açısından siyasi liberalizmin AMACI olurken, aynı husus, özellikle Amerika yönünden, plutokrasinin hegomonik gücünün etkinliği için, ARAÇ olmaya başlamıştır!…
Yakın geçmişte, Fransa’da da, AB. Anayasasının kabulü konusunda yapılan referandum sonuçlarına bakıldığında, %57,26 hayır oyunun ortaya çıktığı görülmüştür… Bir yönü ile, AB içinde de giderek güçlenen finans kapitalin, zamanla kendi yapısında hegomonik bir demokrasiyi şekillendirmesi ihtimali söz konusudur. Bu süreç, ileride plutokrasiyi amaçlayan neo liberal uygulamalar nedeniyle de, sosyal devlet yanında laik devleti de yavaş yavaş ortadan kaldırma ihtimalini ortaya çıkarabilecektir..Referandum sonuçlarına etki yapan çeşitli faktörler paralelinde, bu hususun da tepkisel tavırlara etki yapmış olduğunu söylemek mümkündür.
Bu bağlamda, Türkiye’de yeni bir anayasa yapılması konusunda ileri sürülen görüşler dikkate alındığında, tarihi süreç hesaba katılmadan, Cumhuriyetin kurucu felsefesine aykırı yaklaşımların söz konusu olması durumunda, yeni bir meşruiyet tartışmasının başlamasını, gerek usul ve gerekse esas bakımından dikkate alınması gerekmektedir!!!
ERGUN ÖZGEN
Bir yanıt yazın