İskenderun-İsrail Terör Hattı: Türkiye Bir Meydan Okuma ile Karşı Karşıya

Doç. Dr. Mehmet Seyfettin Erol
Mehmet Erol <mse2009@yahoo.com>
31.05.2010
“İskenderun-İsrail Terör Hattı: Türkiye Bir Meydan Okuma ile Karşı Karşıya!”
Önce İskenderun’da PKK teröristleri, ardından insani yardım gemilerinin güvertelerinde İsrail ölüm timleri ve bir öfke patlaması…

Karşılıklı  meydan okumaların söz konusu olduğu bir süreçte Türk bayrağının sallandığı iki noktaya saldırı ve bunların sonucunda İskenderun’da 6 asker şehit, 11’i ise yaralı ki bunların büyük çoğunluğunun durumu da ağır. İnsani yardım konvoyuna dönük İsrail saldırısında ise 10-16 civarında ölü ve 30’un üzerinde yaralı var.

“Mavi Marmara” artık “Kızıl Marmara”. En azından ilk bilgiler bu yönde…

Neredeyse eş  zamanlı birer saldırı söz konusu ve kim ne derse desin burada Türkiye’ye yönelik ciddi manada bir meydan okuma var!

Çünkü…

— Çünkü bu kadar büyük bir tesadüf olamaz. Bu iki olayı birbirinden bağımsız ele almak ve değerlendirmeye çalışmak, yapılabilecek en büyük saflık ve cahillik olacaktır.

— Çünkü bu iki olayın arkasındaki asıl güç, aynı anda operasyon yapabilme yeteneğini ortaya koymuş ve şu an verilecek tepkileri beklemekte olan bir güçtür.

Türkiye’den gelecek tepkiye göre aşama aşama “koordineli” bir karşı tepki vereceği hususunda ise hiçbir şüphe yoktur.

Bu tepkinin klasik bir tepki olacağını düşünmek ise, bir başka saflık olacaktır. O yüzden Türkiye’nin ortaya koyacağı tepkilerde, eylem ve söylem boyutunda çok dikkatli olması gerekmektedir.

Her şeyden önce Türkiye, son birkaç olayda olduğu gibi bu son krizde de yine geri adım atmak zorunda kalacağı bir kriz politikası izlememelidir. Çünkü şu ana kadar izlenen politika ve ortaya konulan tepkiler, açıkçası Türkiye’nin bu krize de hazırlıksız yakalandığı şeklinde kendini göstermektedir…

Dış politikada fazlasıyla alan ve sorun açılımı yaşayan bir Ankara’nın, bu tür spesifik konularda hazırlıksız olması ise, aslında işin bir diğer düşündürücü boyutunu oluşturmaktadır. “Sıfır sorun”un dendiği bir ortamda, Türkiye adeta bir sorun patlaması ile karşı karşıyadır. Dolayısıyla Ankara’nın iç politikada ve krizlerde olduğu gibi, dış politika boyutunda da sorunu, sorunun kaynaklarını çok daha farklı noktalarda arama eğilimi, açıkçası sağlıklı bir analiz ve kriz yönetimi açısından çok da makul görünmemektedir.

Sorunun kaynağı bellidir. Ama ilginç olan nokta yine bu noktada bir çözüm aranması gayretidir…

Türkiye, niçin bir meydan okuma ile karşı karşıya?

Acelecilik ve heyecan bir kez daha burada Türk dış politikasını bir sorun batağı içine çekme eğilimi göstermektedir. Nefes almaksızın dünyanın tüm sorunlarını çözmeye talip bir Ankara görüntüsü, açıkçası dünyada farklı algılamalara ve tepkilere yol açmaya başlamış bulunmaktadır ki buna Türk-İslam dünyasından bazı ülkelerin verdiği doğrudan-dolaylı tepkiler de dâhildir. Bu kapsamda Azerbaycan, Mısır ve İtalya örnekleri fazlasıyla ortadadır. İsteyen araştırabilir…

“Ayağını yorganına göre uzatmaktan” uzak bu yeni dış politika anlayışı, ne yazık ki Türkiye’nin maddi ve manevi tüm imkânlarını ve potansiyellerini fazlasıyla zorlamaya başlamıştır. Türkiye, kapasitesinin ve yeteneklerinin üstünde geliştirdiği anlaşılan yeni dış politika doktrini ile açıkçası hedef-yöntem-sonuç ilişkisi bağlamında çok daha farklı bir süreç ile karşı karşıyadır.

Soft (yumuşak) diplomasiyi dış politikasında ön plana çıkartmaya başlayan Türkiye, açıkçası konjonktürün kendisine sağladığı fırsat noktasında limitleri ve sınırları fazlasıyla zorlamakta ve başta yakın çevresi olmak üzere, uluslararası platformların kendisine yönelik bir takım yaklaşımlarını, değerlendirmelerini de burada birer referans noktası ve gerekçe olarak ortaya koymaya çalışmaktadır.

Oysa durum hiç  de öyle göründüğü gibi değildir. Bu hususta bırakın ABD ve AB’nin takındığı tavrı, Çin ve Rusya’nın başlı  başına izlediği “zik zaklı politikalar” bile bunun somut sinyallerini vermektedir. Dolayısıyla Türkiye fazlasıyla bir özgüven patlaması içindedir ve bu durum Ankara’nın sağlıklı düşünmesini ve rasyonel adımlar atmasını engellemektedir.

Nitekim, “One Minute”  ile bir zafer havasına giren ve bunu aynı zamanda iç siyasette bir araç olarak değerlendirme yoluna giren Ankara, Tel Aviv’den zaman zaman gönderilen sinyalleri ve gemi baskınına giden süreç kapsamında verilen mesajları ciddiye almamış ve “geldim, geliyorum” diyen bir kriz karşısında ne yazık ki karşısındakini fazlasıyla küçümseyen bir tutum sergilemiştir.

Öyle ki Ankara, adeta İsrail’i hiçbir şekilde tanımayan bir ülkenin başkentinin verdiği bir tepkiyi ortaya koymuş, adeta “sıkarsa” demiştir. Oysa Ankara’nın bu son olayı da olası gelişmeler içinde göz önünde tutması gereken bir kriz süreci olarak değerlendirmesi ve ona göre daha rasyonel bir tutum sergilemesi gerekmekteydi. Çünkü Tel Aviv, Türkiye’nin yardım konvoyu üzerinden Ortadoğu’da ve Dünya’da İsrail’e dönük farklı bir stratejiyi uygulamaya koyduğuna inanmakta ve bu yardım konvoyu ile İran nükleer krizinde sürecin çok daha farklı bir noktaya çekilmek istenildiğini iddia etmekteydi. İsrail’e göre Türkiye, yardım gemileri üzerinden açıkçası kendisine meydan okumaktaydı.

Nitekim yapılan basın açıklamasında İsrail bu hususun altını şöyle çizmektedir:

  • Gemidekilerin yöntemi şiddetle oldu. Ölenlerin olmasını talihsizlik olarak değerlendiriyoruz.
  • Diplomatik yolları kullanarak onlarla anlaşmaya çalıştık. İnsani yardımın insani yönü yoktu. Eğer öyle olsaydı uygun kanallarla bize ulaştırırlardı.
  • Amaçlarının Gazze’deki kuşatmayı kırmak olduğunu belirttiler. Gazze’deki kuşatmanın Hamas’tan dolayı gayet haklı bir sebebi var.
  • Gazze’ye insanı yardım götüren gruplar bütün diplomatik çabalarımıza rağmen çağrılarımıza cevap vermediler. Güvenlik güçlerimiz gemileri barışçıl bir şekilde takip etmeye başladılar. Şunu da söylemek gerekir hiçbir bağımsız ülke, kendi topraklarında böyle bir eyleme izin vermez ve müdahale eder.

Davos’ta kameralar önünde bir tepki veremeyen İsrail, bu son eylemi ile adeta rövanşı almış durumdadır. Çizilen karizmasını tekrar bildik yöntemler ile kendi iç mantığı çerçevesinde tekrar ayağa dikme peşinde olan İsrail, her şeyi göze almış bir ülke görüntüsü vermektedir. Böylesi bir durumda Türkiye’nin vereceği tepki hiç kuşkusuz çok daha büyük bir önem taşımaktadır.

— Çünkü bölgede tek kelimeyle bir kırılma noktası söz konusudur ve aslına bakılırsa aslında zor durumda olan Türkiye’nin ta kendisidir.

— Çünkü İsrail’in kriz boyunca ortaya koyduğu bir takım meydan okumalar karşısında Türkiye’nin takındığı tavır ve ortaya koyduğu duruş, açıkçası İsrail açısından caydırıcı olmamıştır ve İsrail bir anlamda tüm dünyanın gözünün içine baka baka dediğini yapmıştır.

Dolayısıyla Türkiye’nin vereceği tepki artık sadece İsrail ile sınırlı değildir. Başta Türk-İslam dünyası olmak üzere, tüm dünya Türkiye’nin bu mesele karşısında izleyeceği politikayı ve atacağı adımları büyük bir merakla beklemektedir. Açıkçası, Türkiye artık şimdi ciddi anlamda bir dış politika sınavı içindedir.

Saldırıların zamanlaması…

Nitekim saldırıların zamanlaması da bu yönden çok dikkat çekici bir boyuttadır…

PKK terörü ve İsrail’in gemi baskınları iç ve dış politika bağlamında Türkiye açısından çok ilginç gelişmelerin yaşandığı bir döneme denk gelmiştir.

Bu kapsamda gerçekleştirilen saldırıların dış politika bağlamında zamanlamasına bakıldığında karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır. Söz konusu saldırılar:

  1. Türkiye’nin İran üzerinden Batı’ya meydan okumaya başladığı ve Batı nazarında ciddi manada güvenirliliğinin ve saygınlığının tartışıldığı;
  2. Bu kapsamda Rusya-İran ikilisiyle stratejik ortaklık ilişkilerinin daha da derinleştirildiği ve bunun bölgesel-küresel bir boyuta taşınmak istendiği;
  3. Obama dâhil, ABD’deki en üst noktalardaki isimlerin Türkiye ve İsrail arasında tercihini artık İsrail’den yana yapmaya başladığı;
  4. Başbakan Erdoğan’ın ABD’nin arka bahçesinden Amerika’ya adeta meydan okuduğu ve bu bölgede yeni stratejik ortaklıkların peşinde olduğu;
  5. Başbakan Erdoğan’ın nükleer silahlar bağlamında hedef büyüttüğü, bölgesel anlamda sadece İsrail’in nükleer silahlardan arınmasının yeterli olmadığı, küresel çapta tüm güçlerin sahip oldukları nükleer silahlara veda etmeleri gerektiğini söylediği bir dönemde gerçekleşmiştir.

İç politika bağlamında ise saldırılar:

  1. Açılımların ciddi manada iflas yaşadığı bir dönemde;
  2. “Ergenekon” sürecinde farklı bir aşamaya geçildiğinin iddia edildiği bir süreçte;
  3. PKK’nın, BDP’nin ve Abdullah Öcalan’ın adeta Ankara’ya dönük meydan okuma şeklinde yaptıkları uyarıların söz konusu olduğu bir zamanda;
  4. CHP ile Türk iç siyasetinde bir yeni hareketlenmenin yaşandığı ve Türkiye’nin referandum ve genel seçimler ile bir seçim atmosferine girdiği bir dönemde;
  5. Türkiye’de kurumların karşı karşıya getirildiği, hatta kendi içinde bir takım sorunların yaşandığı ve bir sistem-rejim sorununun gündeme taşındığı bir süreçte bu saldırılar gerçekleşmiştir.

İlk tepkiler ise, hemen bunun sorumluluğunu daha öncekilerde yaşandığı üzere yine başkalarına, ötekilere yüklenmesi şeklinde olmuştur. Gerçek failler konusunda yine bir karartma söz konusudur.

PKK saldırısını  doğru okumak…

İskenderun’da gerçekleştirilen terörist saldırıya ve bunun basında yer alış şekline bakıldığında bile bu husus kendisini çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Basının bir kesimi hadiseyi net bir şekilde bir terörist eylem olarak nitelendirirken, bir diğeri ise hadiseyi ve failleri yine başka noktalara, odaklara çekmeye çalışıyor.

Bu kapsamda, bu terörist eylem basının bir kesimi tarafından, “Terör örgütü  mensuplarınca otoyoldan askeri birliğe önce roketatarlı, ardından uzun namlulu silahlarla ateş açıldı. Askerlerin de karşılık vermesiyle bölgede kısa süreli çatışma yaşandı.” şeklinde verilirken; diğer kesim bu son saldırıyı özenle seçilmiş cümlelerle bir başka odağa yıkma peşinde bir görüntü sunuyor. “Profesyonel şekilde gerçekleştirilen ve çok ustaca kullanılan nokta atışlı roketatar saldırısı” şeklinde izah edilmeye çalışılan hadisede, sanki olay mahallinde hiçbir çatışma yaşanmamış, saldırı otoyoldan geçen bir araçtan fırlatılan bir roket saldırısı ile gerçekleştirilmiş ve adamlar basıp gitmiş gibi bir hava yaratılıyor.

Ardından da imalı  bir şekilde “çok profesyonel bir saldırı ve çok ustaca bir atış” gibi ifadelerle bu işin PKK tarafından gerçekleştirilemeyecek kadar profesyonel bir eylem olduğuna vurgu yapılıyor ve laf yine her zamanki gibi aynı yere getirilmeye çalışılıyor.

Kıvırmaya çalıştıkları, lafı eveleyip geveledikleri nokta aslında bu saldırının da “Ergenekon Terör Örgütü” tarafından gerçekleştirildiği yönünde. Bir diğer ifadeyle, “askerin, askeri vurduğu şeklinde” bir ifade tarzı söz konusu…

Bir takım uzman-aydın geçinen, kimlik sorunu yaşayan ve bunu da rahatlıkla yansıtabildiği için pohpohlanan kişilerin bu tür terörist saldırıları “münasebetsiz bir eylem” olarak nitelendirmesi devam ettiği ve gerçek failleri ve nedenleri kamufle etmeye çalıştığı sürece, bu saldırıların sonunun gelmeyeceği ve sürecin çok daha farklı bir noktaya doğru sürüklenebileceği artık aşikârdır. Dolayısıyla bu “aydın şımarıklığına” ve “çokbilmişliğine” artık bir son vermek ve hadiseyi doğru bir şekilde, bir aydın sorumluluğu içinde objektif bir şekilde okumak ve bu coğrafyanın dili, terminolojisi ve gerçekleri çerçevesinde analiz etmek artık kaçınılmaz bir hal almıştır.

Sonuç olarak:

Son iki saldırı, bir anlamda son dönem Türk dış politikasına yönelik bir tepki saldırısıdır. Dolayısıyla sorun, artık bir hükümet meselesi değil, Devlet’in karşı karşıya kaldığı bir krizdir. Çünkü hedef Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Bunun içinde krizin gerçek nedenlerinin çok iyi bir şekilde okunup, ona göre bir kriz stratejisinin geliştirilmesi gerekmektedir.

Bu kapsamda Türkiye’nin bu meydan okuma karşısında izlemesi gereken yol haritası şu şekilde karşımıza çıkmaktadır:

  1. Bu kriz tek boyutlu, iki taraf arasında cereyan eden bir buhran durumu değildir. Krizin çok fazla sayıda bölgesel ve uluslararası çapta görünen ve görünmeyen (arka plan) aktörleri söz konusudur ve açıkçası bu arka plan aktörleri son dönemde Ankara ile sorunlu bir ilişki dönemi içindedir.
  2. İnsani yardım konvoyuna kanlı baskın ve PKK saldırısı birbirinden bağımsız birer olay olarak değerlendirilmemelidir.
  3. Krizin tek nedeni başlı başına İsrail değildir. Böylesi bir değerlendirme, başlı başına hatanın kendisi olacaktır. Bunun için Ankara’nın krize giden süreci başlı başına tekrar gözden geçirmesi gerekmektedir.
  4. Dolayısıyla krizin nedeni, boyutları ve bu krizde karşı tarafın kullanabileceği tüm araçlar çok iyi bir şekilde değerlendirilmeli ve buna göre bir strateji tespit edilmelidir.
  5. Bu noktada Türkiye, her şeyden önce içindeki sistem-rejim kavgasına hemen bir son vermesi gerekmektedir.
  6. Kurumlara dönük saldırılar durdurulmalı ve kurumlar arası dayanışma ve güven ortamını sağlayıcı tedbirler bir an önce alınmalıdır.
  7. Milli mutabakat ve bu bağlamda kolektif liderlik anlayışı yeniden tesis edilmelidir.
  8. Terörle mücadele yöntemini ve bu kapsamda ortaya konulan çözüm yöntemlerini tekrar bir değerlendirme sürecine girmeli, bu hususta hükümet olarak kamuoyunun desteğini arkasına alabilmelidir.
  9. Sorunun, artık bir Arap-İsrail sorunu olmadığı, çok daha boyutlu ve derin bir nitelik taşıdığı görülmeli ve Türkiye’nin güvenliğini, bütünlüğünü ve uluslararası arenadaki konumunu doğrudan hedef aldığı artık kabul edilmelidir.
  10. Bu kapsamda sorunun başta BM Güvenlik Konseyi olmak üzere, uluslararası tüm örgütler-kurumlar bazında acilen gündeme getirilmesi gerekmektedir.
  11. Ayrıca Türkiye’nin etkin olduğu ve sorunla doğrudan-dolaylı bir şekilde ilişkisi olan, İKÖ, Arap Birliği, ECO gibi örgütler bağlamında da etkin bir diplomatik süreç başlatması ve bölgesel-uluslararası boyutta bir desteği arkasına alması gerekmektedir.
  12. Türkiye, yapabilecekleri çerçevesinde bir kriz stratejisi geliştirmeli, İsrail’in açıktan meydan okumasını bölgesel-uluslararası bazda şu ana kadar kazandığı prestij ve ağırlığı korumayı esas alan, duygusal tepkilerden uzak bir şekilde ortaya koyabilmeli ve bu bağlamda Tel Aviv üzerinden oynanan oyununu bozabilmelidir. Çünkü İsrail, bir anlamda artık süreci son noktaya taşımış görünmektedir.
  13. İsrail’in kuruluşundan itibaren tek bir mantık var, bu mantığın dışında bir mantık aramak en büyük mantıksızlıktır. Dolayısıyla Türkiye’nin artık bu mantığı gördüğünü bir şekilde ortaya koyması ve buna göre Tel Aviv ile bir kriz politikası izlemesi gerekmektedir. Aksi takdirde bu sorunlar, krizler bölgeyi çok daha farklı, istenilmeyen noktalara götürebilir.
  14. Türkiye, soğukkanlılığını korumalı ve kendini bağlayıcı eylem ve söylemlerden de kaçınmalıdır…

Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL

Yorumlarınız ve İletişim İçin: msn.yorum@gmail.com

Bu yazı 611 kez görüntülendi
Yazarın Tüm Yazıları
» İskenderun-İsrail Terör Hattı: Türkiye Bir Meydan Okuma ile Karşı Karşıya! [31.05.2010] 610 kez görüntülendi.
» Türk-Rus İlişkilerine “İlahı Komplo” mu? [27.05.2010] 1753 kez görüntülendi.
» “Yandaş”, “Yoldaş”, “Candaş”… [25.05.2010] 1403 kez görüntülendi.
» ‘Gandi Kemal’, ‘Recep Bey’e Karşı… [23.05.2010] 3644 kez görüntülendi.
» ‘Yeni CHP’nin Misyonu Ve Kodları… [20.05.2010] 2357 kez görüntülendi.
» AKP: Yolun Sonu mu? [18.05.2010] 1650 kez görüntülendi.
» Yaşlı ve Yaralı Kurt’un Son Hamlesi… [11.05.2010] 715 kez görüntülendi.
Karşılıklı  meydan okumaların söz konusu olduğu bir süreçte Türk bayrağının sallandığı iki noktaya saldırı ve bunların sonucunda İskenderun’da 6 asker şehit, 11’i ise yaralı ki bunların büyük çoğunluğunun durumu da ağır. İnsani yardım konvoyuna dönük İsrail saldırısında ise 10-16 civarında ölü ve 30’un üzerinde yaralı var. - gazze gaza

Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir