Bir evvelki yazımda belirttiğim gibi 9 Mayıs ile 12 Mayıs tarihleri arasında Avusturya’nın Salzburg kentinde yapılan “Hangi Türkiye, Hangi AB” konferansına katıldım. Buna konferans da diyebilirsiniz, çalıştay da, beyin fırtınası da. Hepsi de vardı bu yoğun çalışma ve fikir üretme programının içinde. Program son derece yüklüydü. Açıkçası nefes alacak vaktimiz, Salzburg’u gezecek zamanımız bile olmadı.
“Salzburg Global Seminar”da tanıştığım kişilerin neredeyse büyük bir kısmı Avrupa Birliği’nin mimarlarından. Yasaları, başlıkları, kararları, tüzükleri ve benzeri AB’nin hukuksal yapısın oluşturan kuralları yaratmış veya yaratılmalarına katkı koymuş kişilerdi çoğunluğu.
Aralarında emekli veya görevdeki Büyükelçiler, AB komisyon üyeleri veya Başkanları, AB Genişlemeden sorumlu Komiseri Bay M. Leigh, AB bölge temsilcileri, Milletvekilleri, eski Milletvekilleri, Bakanlar, eski Bakanlar, gazeteciler ve akademisyenler bulunmaktaydı.
Türkiye Cumhuriyeti Salzburg Baş Konsolosu ve görevlileri de hep bizlerleydi. Bizleri hiç yalnız bırakmadılar. Her olanağı sunabilmek için de çırpındılar. Türkiye’nin büyüklüğünü orada tekrar gördüm ve yaşadım. Rum ve Yunanlı ekipler yalnız başlarına iken ve bizlere gıpta ile bakarken, bizler Türkiye Dış İşleri Bakanlığının kanatları altında, büyük ve güçlü bir devletin vatandaşları olmanın ayrıcalığını yaşadık. Gerçekten de bambaşka bir duygu bu, yaban ellerde.
Balkanlarla ilgili bölümde tartışmalar sürerken, Türkiye’nin Balkanlarda söz sahibi olduğu konusunda herkesin hem fikir olduğu çıktı ortaya. Düşünülenin aksine, AB temsilcilerinin de gocunmadığı, tam tersine Türkiye’nin Balkanlarda olmasının bölge barışına katkı koyacağına inandıklarını ve Türkiye’den sağlam adımlar atmasını beklediklerini ima ettiler.
Tüm AB’li katılımcılar, Fransız ve Avusturya’lı üyeler de dahil olmak üzere, Bulgaristan ve Romanya’yı birliğe almakla acele ettiklerini ve Türkiye’siz bir Avrupa Birliğinin de gelecekte güçsüz ve etkisiz bir kuruluş olacağını çeşitli örneklerle belirttiler. AB’nin her gün bir parça değiştiğini ve dünyanın içinde bulunduğu aylık ve yıllık ortamlara göre geleceğini belirleyerek ilerlediğini, bu nedenle de Türkiye’nin ne zaman katılabileceğinin belirsizlik içinde olduğunu vurguladılar. Bazı konuşmacılar Lizbon Anlaşması uyarınca 2014’de yürürlüğe girecek olan “Nitelikli Oylama”da Türkiye’nin nüfus yapısından dolayı çok güçlü bir konumda olacağından ve bu nedenle de kararlarda belirleyici rol oynayacağından bahsettiler. Bazen endişe ile, bazen korku ile bazen de güven belirterek.
Kıbrıs konusu ile Türkiye Ermenistan ilişkileri, Türkiye-Avrupa Birliği Katılım Müzakerelerini etkileyen önemli faktörler arasına kondu. Bu iki konuda yoğun birer oturum yapıldı ve arkasından da sıkı bir tartışma açılarak konuşmacılara zor ve belirleyici sorular yönetildi.
Ben konuşmamın ilk beş dakikalık bölümünde katılımcıları 1955-1974 yıllarına götürdüm. Güncel olayları ve gelişmeleri kavrayabilmeleri, Kıbrıslı Türklerin endişelerini ve isteklerini tam olarak anlayabilmeleri için geçmişten başlamak zorunluydu.
Nitekim katılımcıların neredeyse tümü Kıbrıs konusu ile ilgili olarak geçmişi bilmediklerini, Türklerin 1963-1974 yılları arasında soykırıma uğradıklarını, adanın 1964-1967 yılları arasında 20,000 kişilik Yunan ordusu tarafından işgal edildiğini, BM Güvenlik Konseyinin 22 Aralık 1967 tarihli 244 (1967) numaralı kararına rağmen tümünün adayı terk etmediğini ve 15 Temmuz 1974 tarihinde darbe yaptıklarını bilmediklerini belirttiler. Bu nedenle de, birçok grubun talebi üzerine konuşmam bittikten sonra yaptığım konuşma, metin haline dönüştürülerek katılımcılara dağıldı.
Adada tek bir halk olmadığını, ırksal, dinsel, kültürel ve dil ayrılığı nedeni ile iki halk olduğunu ve buna ilaveten de yüzyıllardır bu iki halk arasında evliliklerin bile yapılmadığını vurguladım.
Rumların müzakerelerde, tanınmış bir devlet konumunda bulunmaları ve AB üyesi bir devlet olmaları nedeni ile ilerleme yönünde güçlü bir istekleri bulunmadığından, AB’nin bu konuda baskı yapması gerektiğini, Eroğlu’nun ve Türkiye’nin müzakerelerin devam etmesi konusunda bütün isteği ve iyi niyetine rağmen müzakerelerde ilerleme olamayacağını belirtmemden sonra, ben bütün soruların bana yöneltileceğini beklerken, soruların büyük bir kısmı Y. Vasiliu’ya ve Sir D. Hannay’a yöneltildi.
En güzeli ise AB Genişlemeden sorumlu Komiseri M. Leigh’in ne pahasına olursa olsun “Direk Ticaret” Tüzüğüne işlerlik kazandırmak için her yolun deneneceği yönündeki sözleriydi.
Anladığım kadarı ile AB’de bir şeyler değişmeye yüz tutmuş. Belli ki Türkiye’yi ve KKTC’yi kazanmanın daha faydalı olacağı fikri yavaş yavaş kafalarda yer etmeye başlamış.
Prof. Dr. Ata ATUN
Bir yanıt yazın