Önce, bu yazının başlangıç aşamasını anlatmak istiyorum: Bu yazımda, G. Soros’un birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de yarattığı neoliberalist toplumsal ve ekonomik erozyonun benzerini kültür endüstrisi bazında Almanya’da organize eden, bu ülkenin (yine, birçok Avrupa Birliği ülkesinin) kültürel yaşamında belirleyici bir rol oynayan Bertelsmann Vakfı’nı tanıtacaktım. Bunun için, bu vakıfla ilgili bilgi topladım. Konuya girdikçe büyük şaşkınlıkla gördüm ki, Bertelsmann, Almanya’daki sosyal devletin altını oymuş ve oymaya devam etmekte, bununla da kalmayarak, “sivil toplum örgütü” maskesi altında, neoliberalizmi empoze edip yayan kurum ve kişilere danışmanlık hizmetlerinde ve maddi yardımda bulunmaktadır.
Yazımla ilgili notlarımın ikinci aşamasında, aklıma, Bertelsmann’ın Türkiye’deki F. Gülen ve G. Soros faaliyetleriyle büyük benzerlikler göstermesi geldi. Bunu tam anlamak için bir adım daha araştırınca gördüm ki;
1. Orhan Pamuk’un kitaplarını ABD’de ve Avrupa’da basan, büyük reklamlarla piyasaya süren – hatta belki ona Nobel Edebiyat Ödülü’nü verdiren – yayınevleri Bertelsmann “Şirketi”ne aittir.
2. Almanya’da F. Gülen’i öven entellerin – ki bunlardan bazıları ortalıkta “Bilim İnsanı” etiketiyle dolaşıyor! – palazlandırılması işini, Bertelsmann Vakfı üstlenmektedir.
*
Yukarıda sıraladığım maddelerin ikincisinde takıldım kaldım ve bu yazımda onu açmaya karar verdim. Çünkü bu arada, F. Gülen’i akıl almaz bir hevesle öven bir Alman enteliyle (Reiner Herrmann’dan, daha önceki yazılarımda bahsetmiştim) daha karşılaştım:
Dr. Michael Blume.
Dr. Blume, 1976 doğumlu. Tübingen’de İlahiyat okumuş; magister çalışmasını, Almanya’daki genç Müslümanların kimlikleri konusunda, doktorasını da din ve beyin araştırmaları alanında yapmış. Allah, genler ve beyin konularına dalmış, Darwin’in evrim teorisini kesinkes reddederek, (kendi deyimiyle) „dindarlığın, sağlıklı kafaya sahip olmadaki büyük önemini“ ortaya sermiştir. Stuttgart’taki „Hıristiyan-Müslüman Cemaati“nin kurucusu da olan Dr. Blume, Baden Wüttenberg Eyaleti’nin Devlet Bakanlığı’nda hizmet görmekte, çeşitli üniversitelerde de öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır.
*
Bakın Dr. Blume, F. Gülen’i övdüğü (ki buna az sonra geleceğim) yazının bir yerinde „Türk ulusalcıları“na neler diyor:
“Türk ulusalcısı beton kafalılara seslenmek istiyorum. Türkiye’yi ilgilendiren ve hep aynı kampanyalarla yürüttüğünüz iktidar kavgalarınızı, Almanya’daki etnik ve dinsel gruplara karşı yapmayın. Tersine, kendinizi artık ortak hukuk devletinin ilkelerine, demokrasiye ve insan haklarına (ki buna din özgürlüğü de dahildir) yönlendirin.” (Die Gülen-Bewegung und die Wissenschaft / Gülen Hareketi ve Bilim, 27.05.2009).
(Dipnot: Bu sözlerin aynısını, Orhan Pamuk’tan ve bir Fethullahçıdan da duymuş olabilirsiniz. Çünkü hepsinin, – anneannemin deyimiyle – “ilmi aynı”dır).
Görüyor musunuz Fethullah sempatizanı “bilim” elemanının söylediklerini! Bu yaşta bu ukalalık, ancak kendisini büyük bir megalomaniye kaptırmış olan birinde bulunabilir. Bu “bilim erbabı”, Gott’un onun genlerine ve beynine yazdığı “büyük huzur”u araştırırken, aldatıcı bir huşu içinde mayışmak yerine, bir de kendi psikolojik bilinçaltına, bilinçdışına ve megalomani güdülerine falan baksa ya!..
Artık kafataslarının büyük veya küçük oluşlarından ve kanlardaki farklılıklardan bahsedilemediği için, beyin kıvrımlarında ve genlerdeki “büyük sır”lardan bahsediliyor.
Yutarsan!
Aslında yapılan ve yansıtılan şey, “din-ticaret-siyaset” (Uğur Mumcu’ya saygılar) sacayağına, bir de (pseudo) “bilim” ayağını eklemek. Yani din ve siyaset ortaklığıyla yürütülen ticarete (emek sömürüsüne) bir de “bilim” iksirini ekleyerek neoliberal faşizmi uçurmak! Böylelerine insanın hem acıyacağı, hem de güleceği geliyor…
*
Neoliberalizmin ilahiyatçısı Dr. Blume’nin, F. Gülen’i överken nelerden bahsettiğine baktığımızda, dünyada mutlak hakimiyet kurmaya çalışan neoliberalist çetenin Türkiye projeksiyonu konusunda da ipuçları yakalıyoruz:
1. Din düşmanı Türk ulusalcı devlet seçkinlerine karşılık, Fethullan Gülen ülkesinde ve tüm dünyada taraftarları aracılığıyla bilimi ve eğitimi desteklemektedir.
2. Gülen hareketinde, ruhsallığa verilen önem yanısıra, modern bireycilikle dinsel cemaatçiliğin dengesi sağlanmaktadır.
3. Özgürlükçü sivil toplum tarafından desteklenen bu hareket, Türk milliyetçilerinin ve aşırı dincilerin saldırısına uğramaktadır.
4. Osmanlı yıkılınca, milliyetçiler, bunun sorumluluğunu etnik-dinsel çoğulculukta ve Ulemanın geleneklere bağlılığında aradılar. Bu nedenle de dinsel ve etnik azınlıkların üzerine vahşi bir şekilde gittiler. Devlete hizmet eden ve din eğitiminde tekel yaratan Diyanet’i kurdular. Latince alfabeye geçerek, halkın Osmanlı mirasıyla bütün kültürel bağlarını kestiler ve devletin mecburi eğitim zorlamasıyla yeni bir milliyetçi-laik bilginç yerleştirdiler. Birdenbire, gençlerin büyük çoğunluğunu, ailelerinin ve büyüklerinin gördüğüne hiç benzemeyen bir laik eğitime tabi tuttular, ki bu, bugün Almanya’da da sürdürülmektedir ve onların kırsal ve ailesel ilişkileri, gelenekleri ve kimlik anlayışları üzerinde ağır bir yük oluşturmaktadır.
5. Fethullah Gülen’in buna tepkisi, Said-i Nursi’nin tezlerine yaklaşmak oldu. Yine, Papa II. Johannes Paul’a gönderdiği mektupta, Müslümanların içinde bulunduğu durumun sorumlusu olarak Müslümanları gösterdi ve Papayla Diyaloğa girmek istediğini belirtti.
6. Fethullah Gülen, Cihat kavramının yanlış anlaşıldığını açıkladı; El kaide’ye ve canlı bomba terörüne karşı çıktı…
7. Fethullah Gülen, 2006’da yazdığı bir yazıda Darwin’in Evrim Teorisi’ni eleştirdi. Bu konuda ondan daha eleştirel bir tavır bekliyoruz…
8. İnsan haklarının, demokrasinin, eğitimin, bilimin ve dinlerarası diyaloğun desteklenmesi yolunda, Fethullah Gülen’in öğretisi ve Gülen Hareketi’nin sivil toplum faaliyetleri bulunmaz nimettir…
*
Haaa, az daha unutuyordum: Dr. Blume, F. Gülen’le ilgili “bilimsel” ve övücü tespitlerini yaparken hangi vakıftan maddi yardım alıyor dersiniz? Doğru tahmin ettiniz: Bertelsmann Vakfı’ndan!
Bu şirket, Almanya’nın en güçlü, dünyaya en fazla yayılmış medya örgütüdür. 14 yaşından büyük olan her Alman, günde en az bir saat Bertelsmann medyasına bağlı bir kaynak tarafından “bilgi”lendirilmekte veya eğlendirilmektedir. Schröder Hükümeti’nin 2010 Agenda’sını Bertelsmannlı danışmanlar hazırlamışlardır. Sosyal devletin miyadının dolduğunu, büyük firmalardan alınan verginin kaldırılarak serbest rekabetin önünün tamamen açılmasını savunan bu neoliberalist danışmanlar, 90’lı yıllarda koalisyon hükümeti oluşturan Alman Sosyal Demokratları’yla Yeşiller’ine bu politikayı uygulatmayı başarmışlardır.
Bertelsmann, neoliberalist politikasını sadece Almanya’da değil, bütün dünyaya hakim kılabilmek için elindeki büyük imkanları seferber etmekte, nobeller verebilmekte, tarikatlara okullar ve şirketler kurdurabilmekte, hatta sivil toplum örgütü adı altında postmodern genç faşistleri kullanabilmekte, “bilim” elemanlarına doktoralar, “yazar”lara postmodern/ kapkara/ picikmiş… kitaplar yazdırabilmektedir…
*
Louis Althusser’in meşhur tezini bilirsiniz: “Devletin ideolojik aygıtları”ndan söz eder. Postmodern neoliberalizm ise, Althusser’in tasvirinden daha ileri gidiyor ve devleti de “Sivil Örümceğin Ağları” (Mustafa Yıldırım’a saygıyla) içine alarak yerine şirketleri geçirmek istiyor. Bunlar artık, “devletin ideolojik aygıtları” değil, ulus devleti de saran “örümcek ağları”, neoliberalizmin uyuşturma aygıtlarıdır. (“Örümcek ağı” metaforu, Mustafa Yıldırım’ın kitabında olduğu gibi, aşağıda kapağını kopyaladığım Bertelsmann’la ilgili Almanca kitapta da karşımıza çıkıyor).
*
Postmodern/ faşist çağın “modern” çağdan farkı, modern çağdaki ulus devletin, aydınlanma fikrine ve herkesin eşitliği ilkesine teoride de olsa bağlı olmasıydı. İçinde yaşadığımız neoliberalist postmodern çağ ise, kesin zaferi için, ulus devleti yok etme, yani laikliği, üniterliği ve ekonomik eşitlik ülküsünü tamamen bertaraf etme peşindedir. Bu amaçla üç koldan çalışıyor:
1. Yandaş medyayı ve devletin çesitli ideolojik aygıtlarını kullanıyor; insanların dikkatini onları uyuşturarak, yani aldatarak, korkutarak, umutlandırarak, avutarak ve oyalayarak dağıtıyor. (Bunları, din ile, tarikat ile, türban ile, sadaka ile, spor ile, büyüklük fantazileri ile, mağduriyet-insan hakları ideolojisi ile, mazlumluk edebiyatı ile, “Atatürk” ile, Nobel ile, Ergenekon ile, Osmanlıcılık ile vs.. vs… ile yapıyor).
2. “Çok kültürlü toplum”, “farklı olma hakkı” adı altında, etnik ve dinsel kimliklerin palazlanmasını ve birbirinden kopmasını destekliyor;
3. Bu kimlikleri ayrı ayrı kışkırttıktan (böl ve yönet) sonra, kendi yarattığı bu sonuca “(kaçınılmaz) kültürler/ uygarlıklar savaşı” adını veriyor ve bununla kendine ideolojik rahatlık sağlıyor.
İşte ben buna, “postmodern neoliberalizm” diyorum. Bu sistem, modern ulus devleti, onun laiklik ve sosyal olma özelliklerini “kastrasyon”a tabi tutarak ortadan kaldırmak, dünyayı ve insanları şirketlerin kölesi bimbolar haline getirmek peşindedir. Bu sistemin gözünün gördüğü tek şey ise, sömürülecek yeni pazarlar (insanlar) bulmak, yani ticaret ve paradır. Bu anlayışa göre para ve kapitalist ticaret, dünyada biricik güç ve değerdir. Din ve ruhaniyet, ticaretin ve paranın hizmetinde olduğu sürece “makbul”dür. Paranın ve ticaretin “özgür” akışını engellemeye çalışan her unsur “kötü” ve “tehlikeli”dir. Bu hakim ideoloji/ common sense (“sağduyu”) her gün yüzlerce televizyonda, gazetede, dergide, konuşmada aynı yalanları tekrarlayıp durur; ta ki ortalama halk bu yalanları “gerçek” olarak algılayana kadar. Bugünkü sonuç, örneğin şöyle ifade edilebilir: “’İslam teröristleri’ tehlikeli ve kötüdür! Ilımlı İslam ve dünyayı yöneten para, gerekli ve iyidir!” Türkiye bugün, neoliberalizmle “Ilımlı İslam”ın ittifakıyla yönetilmektedir…
*
Tekrar Dr. Blume’ye dönersek: O, bütün toyluğuna rağmen, neoliberalizmin karteli olan Bertelsmann’ın kendisinden beklediği misyonu aymıştır. Fethullah Gülen’i överken Türk ulusalcılarına “beton kafalı” demesi, onlardan bir kısmının hala neoliberalizme, postmodern faşizme, bu sistemin etnik ve dinsel bölünmeleri kışkırtan, laikliği ve sosyal(ist) devleti reddeden totaliter saldırganlığına direnmelerindendir.
Neoliberal çete, bu direnişi, Bertelsmann’ıyla, Fethullah Gülen’iyle, Orhan Pamuk’uyla, Bilderberg’iyle, Soros’uyla, Yeni Osmanlıcılığıyla, Bilmem ne Siviller’iyle… AKP’siyle ve “Başkanlık Sistemi”yle…, Kürt, Ermeni… kartlarıyla boğmak istiyor…
Bertelsmann, neoliberalizmin (başka bir deyişle emperyalizmin) öz be öz çocuğudur.
Ya Fethullah Gülen’le Orhan Pamuk Bertelsmann’ın nesi oluyor?
KÖR NOKTA KÖŞESİ
Memleketimden “sanatçı” manzaraları:
1. Sinan Çetin, “Her şeyden önce Rumi’nin adını, o şiirin varlığını birçok insana duyurduğu için reklam filmine şube başkanının teşekkür ettiğini düşünüyorum. O yüzden ona ‘Ne olursan ol, gel’ diyorum” dedi. Ticaret düşmanlığının hayat düşmanlığı olduğunu söyleyen Çetin, “Böyle güzel bir şiiri dinleten bir markanın milyonlarca lirayı harcayıp hazırladığı reklam filminin sonuna kendi ismini koyma hakkı var. İnsanlar ticaret düşmanlığı yapmak yerine savaş düşmanlığı yapmalı. Çünkü ticaretin olmadığı yerde savaş olur” dedi. (DHA, Konya, 24.04.2010).
(Yorumum: Yes, of course! Doğru be anam! Marka, milyonlarca lira harcayıp reklam filmi yaparak ticarete katkıda bulunmuş, Mevlana’nın sözü mü olur bu durumda! Zaten Birinci ve İkinci Dünya Savaşları da, ticari sömürü güdülerinden ve paylaşım yanlışlığından değil, ticaret yapılamadığı için çıkmıştır. Hitler’e istediği ticari imkanları vermeyenlerde kabahat! Türkiye, Kurtuluş Savaşı çıkarmasa daha barışçıl olurdu. ABD, Irak’ı bu ülkenin petrolünü şirketlerinin ticaret sahasına katmak için işgal etmiştir! Bu işgalin sorumlusu, ABD’ye istediği insani ticaret imkanını vermeyerek hayat düşmanlığına girişen Irak Hükümeti’dir! ABD’nin bu barışçıl ticaret isteğini baştan kabul etseydi de savaş çıkarmasaydı ya!).
2. “Dağlar bize düz olur lo/ Yar gelmezse ne olur/ Bir yar gider bin yar gelir/ Düşmanlar görür kör olur/ Hadi sen git işine de/ Herkes kendi işine/ Dağlarımda zulüm var lo/ Düşemem yar peşine…”
(Sorum: Şair, yarinin gelmemesine şımarık bir nispetle, “Bir yar gider bin yar gelir” diyerek düşman çatlatıyor ve umursamazlığının nedeni olarak da ülkesinin dağlarındaki zulmü gösteriyor. Zulme hepimiz karşıyız da, bu şarkının sözlerindeki düşünceyi anlamakta hep güçlük çekmişimdir. Bu şarkıyı duyunca, dinleyenleri görünce aklıma hep şu soru gelir: Nasıl oluyor da aynı dağlarda “zulüm gören”lerle “zulmeden”ler aynı şarkıyı aynı huşu içinde dinlemektedirler? “Zulmeden”inden, “zulüm gören”ine kadar içimiz dışımız arabesk mi olmuş yoksa?).
Bir yanıt yazın