Bugünlerde kendimi çiftçiliğe verdiğim için gündemi fazla takip edemedim. Onun için geçtiğimiz haftaya damga vuran olayları, önem derecesi bakımından birbirine karıştırıyor olabilirim. Hiç şüphesiz geçtiğimiz haftanın en önemli hadiselerinden birisi, yaklaşık bir mangaya yakın askerimizi Tunceli, Şırnak ve Diyarbakır’da şehit vermemizdir. Bu hadisenin en önemli yanı ise terör örgütü militanlarının burnu bile kanamamışken TSK’nin bir mangaya yakın kayıp vermiş olmasıdır.
Genel Kurmay Başkanı, özellikle Tunceli’deki karakol baskınında TSK’nin ihmali olduğunu yazan bazı medya organlarını hainlik yapmakla suçluyor(1). Belki olayda ihmal yoktur. Ancak, Ergenekon ve Balyoz Darbe Planı hakkında açılan davaların, terörle mücadelede aktif görev alan TSK personeli üzerinde olumsuz etki yaptığı ve mücadeleyi zaafa uğratmak üzere olduğu şeklinde kısık sesle de olsa dile getirilen düşünce hiç de yabana atılır bir düşünce olmasa gerekir. Zira bu davalarda yargılanan askerler, genelde hayatlarının belli bir dönemini Güneydoğu’da terörle etkin mücadele ederek geçirmiş olan askerlerdir. Dolayısıyla bahse konu davalarda yargılanan emekli ve muvazzaf subayların durumunu gören ve terör bölgesinde görev yapmakta olan subay ve as subaylar, ister istemez gelecekte kendilerinin de böyle bir davada yargılanabileceklerini hesap ediyor olabilirler! Böyle olunca da muhtemelen yapacakları her hareketin ve atacakları her adımın sonucunu bazı sübjektif faktörleri de dikkate alarak değerlendirmek durumunda kalıyor ve atacakları adımlarda, alacakları tedbirlerde mütereddit davranıyor olabilirler. Vaktiyle televizyon ekranlarını işgal edip parselleyen emekli subayların, birden topluca ve koşar adım cephe gerisine ricat etmeleri veya en azından geçici bir süre tam siper yapmış görünmeleri boşuna değildir. Genelde ılımlı mesajlar vermesiyle tanınan Emekli General Armağan Kuloğlu da olmasa ekranlarda emekli subay yorumcuların esamileri bile okunmayacak.
Bu konuda fazla söze gerek yok; şehitlerimize Allah’tan gani gani rahmet, ailelerine ve milletimize başsağlığı dilemekle yetinmek istiyorum…
***
Geçen haftanın en önemli olaylarından birisi de galiba Sayın Başbakan’ın 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı sebebiyle koltuğuna oturttuğu küçük kıza söylediği “Başbakan sensin. İster asar ister kesersin!” şeklindeki ifadeleri etrafında söylenen sözler ve yazılan yazılar olmuştur. Sayın Başbakan’ın bilinçaltında otoriter bir yönetim anlayışının yattığı, TBMM’de görüşülmekte olan Anayasa Değişiklik Paketi’nin de bu anlayışa göre hazırlandığı bilinen bir gerçektir. Başbakanın, söz konusu paketi, Abdullah Gül sonrasında çıkmayı planladığı Çankaya’da otoriter bir yönetim anlayışıyla üstleneceği başkanlık veya yarı başkanlık görevinin öncü adımı olarak attığını daha önce bu sayfalarda yazdık(2). Onun için bu konu üzerinde de fazla durmayı gereksiz görüyoruz.
***
Bize göre geçen haftanın önemli olmasa bile en ilginç olaylarından birisi “Nuh Tufanı” ve “Nuh’un Gemisinin kalıntılarının bulunduğu” şeklindeki iddia etrafında söylenen sözler ve yapılan yorumlar olmuştur. Haberlere göre; bir grup Çinli ve Türk bilim adamı, Ağrı Dağı’nda yapmış oldukları araştırmada elde etmiş oldukları kimi bulguları Honkong’a götürüp laboratuar ortamında incelemişler ve inceleme sonucunda buldukları iplik ve ağaç parçalarının %99.9 oranında Nuh’un Gemisi’ne ait olduğu sonucuna varmışlar! Konuya ilişkin olarak 28 Nisan 2010 günü yayınlanan haberlerden birisi şöyleydi:
“Bir grup Çinli ve Türk kaşif Ağrı Dağı’nın tepesinde 4 bin 800 yıllık tahtalar bulduklarını ve bunun Nuh’un gemisi olduğuna inandıklarını açıkladı. Ekip 4 bin metre yükseklikte buldukları bu tahtalara karbon deneyi yaparak kaç yıllık olduklarını incelediklerini söyledi. Hong Konglu bir belgesel yapımcısı Nuh’un Gemisi Uluslararası Bakanlıkları’ndan 15 kişilik araştırma ekibinin bir üyesi olan Yeung Wing-cheung, “Yüzde 100 Nuh’un Gemisi değil ama yüzde 99.9 öyle” dedi. Bulunan kalıntıların küçük odacıkları olduğu ve burada hayvanların barındırıldığı ifade edildi. Yeung, bugüne kadar 3 bin 500 metrenin üzerinde medeniyet izi bulunmadığı için bunun insanlardan kalma bir parça olması ihtimalinin de olmadığını söyledi. Türk yetkililerin Ankara’yla bağlantı kurdukları ve bölgenin UNESCO Dünya Mirası listesine alınmasını talep ettikleri belirtildi…”(3).
İşte bu tür haberler üzerine gazete sayfaları ve televizyon ekranları isimlerinin başında prof., bilim adamı ve araştırmacı sıfatları bulunan insanların akınına uğradı. Herkes kendine göre ve bilgisi seviyesinde bazı yorumlar yaptı. Bazı araştırmacılara göre; Çin’li araştırmacıların vardıkları sonuç güvenilir değildi ve Nuh’un Gemisi’nin Ağrı Dağı’nda aranması tamamen siyasi amaç taşıyordu. Bu tür propagandalar, Türk topraklarını bölmeyi amaçlıyor, Ermenilerin ve Yahudilerin topraklarımız üzerinde hak iddia etmelerinin yolunu açıyordu! Oysa Nuh’un Gemisi’nin aranacağı yer Ağrı Dağı değil, Cudi Dağı olmalıydı.
Konuya ilişkin en özgün bilgilerden birisini Prof. Dr. Ömer Faruk Harman aktarmıştır. Haber Türk TV’de Özge Özsağman’ın sunmuş olduğu “1 Gün” isimli haber programına konuk olan Dinler Tarihi Profesörü Ömer Faruk Harman; “Nuh Tufanı hakkında Kur’an’da genel ve çok kısa bilgiler verildiğini, detaylara girilmediğini, Tevrat’ta ise olayın detaylı olarak anlatıldığını, dolayısıyla Nuh Tufanı hakkında bugün elde bulunan bilgilerin Kur’an kaynaklı olmayıp, büyük oranda Tevrat kaynaklı olduğunu” söylemiştir. Ömer Faruk Harman, ayrıca “Tevrat’ta bulunan yazıların sadece sessiz harflerden oluştuğunu, Tevrat’ta,Tufan sonrasında Nuh’un Gemisi’nin oturduğu yer olarak RRT harflerinden müteşekkil bir yer isminin belirtildiğini, bu harflerin harekelenip okunurken ARARAT şeklinde okunduğunu,bu ismin de bugünkü Ağrı Dağı’na işaret ettiğinin iddia edildiğini, oysa bazı batılı bilim adamlarının, Tevrat’taki RRT sessiz harflerinin başına A sesli harfi getirilerek kelimenin ARARAT şeklinde okunmasının yanlış olduğunu, harflerin başına U sesli harfi getirilerek URARTU şeklinde okunması gerektiğini söylediklerini” de belirtmiştir. Ömer Faruk Harman’a göre; “Bu anlamlandırma çok daha isabetlidir. Çünkü Urartu Devleti, Cudi Dağı’nın bulunduğu bugünkü Şırnak ilimizi de içine alacak şekilde Van’dan Adana’ya kadar uzanan bölgede hakimiyet kurmuşlardır. Dolayısıyla geminin bulunduğu dağın Ağrı Dağı Olmayıp Cudi Dağı olması çok daha akla uygundur. Bu bilgi, Kur’an’daki Cudi Dağı tanımlamasıyla da örtüşmektedir…”(4).
29 Nisan 2010 günü yine Habertürk TV kanalında yayınlanan “Teke Tek” isimli programa konuk olan İlahiyatçı Doç. Dr. Mustafa Küçükaşçı da Ömer Faruk Harman’ın söylediklerine benzer şeyler söylemiş, hatta onun sözlerini, konuşmasında delil olarak kullanmıştır. Mustafa Küçükaşçı, “Suların çekilmesi sonucunda gemiden salınan güvercinin ağzında zeytin dalıyla dönmesinin de geminin, Kuzey’de değil, zeytin yetiştiriciliğinin de yapıldığı güneyde bir yerlerde karaya oturduğuna işaret ettiğini, bu yerin de Ağrı Dağı’nı değil, Cudi Dağı’nı akla getirdiğini” beyan etmiştir. Mustafa Küçükaşçı, Yahudi Takvimi’ne göre “Nuh Tufanı, günümüzden 5500 sene önce vuku bulmuştur” şeklinde de bir bilgi aktarmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de, Nuh Tufanı hakkında 11. Sûre olan Hûd Suresi’nde bilgiler bulunmaktadır(5). Ancak burada verilen bilgiler, genel bilgilerdir ve detaylara girilmemektedir. Dolayısıyla bugün dini kaynak olarak elimizde bulunan Tefsir, Hadis ve İslam Tarihi ile ilgili kitaplarda Nuh Tufanı hakkında verilen bilgiler büyük oranda uydurma ve Tevrat’ı esas alan İsrailiyat türü rivayetlerdir. Kur’an’ın ifadesiyle Tevrat’ın da tahrif edilmiş olduğunu ve Hz. Musa’dan çok sonraları yeniden yazıldığını dikkate alırsak, İslam dünyası açısından olayın vahameti ortadadır.
Zira bugün, bırakın İslam Tarihi ile ilgili araştırma yapan din âlimlerini, başka bilim dallarında uzmanlaşmış pek çok araştırmacı da Tevrat’ın sonradan kaleme alındığını ifade etmektedirler. Bunlara göre de Tevrat, M.Ö. 598-587 yılları arasında yaşanan Babil Sürgünü’nden sonra Yahudi Din Adamı Ezra ve arkadaşları tarafından Yahudilere Milli Kimlik kazandırmak ve onlara bir ideal aşılamak amacıyla yazılmıştır. Bu gruba giren bilim insanlarına göre Tevrat’ta, İsrail oğullarının uzun süre içlerinde yaşadıkları Sumer, Babil ve Akad kalıntılarından, özellikle de Sümer efsanelerinden izler bulunmaktadır. Bu araştırmacılardan birisi de Prof. Dr. Muazzez İlmiye Çığ olup, adı geçenin “Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni” isimli kitabında bu konuda yeteri kadar bilgi bulunmaktadır. Adı geçene göre, Başörtüsü, Adem’in cennet’ten kovulması, Nuh Tufanı ve Hz. Eyyüb’ün başına gelenler de dâhil olmak üzere; kutsal kitaplarda bulunan pek çok rivayet Sümer efsanelerine dayanmaktadır(6). Büyük Larousse isimli ansiklopedik sözlüğe göre de Nuh ve Nuh Tufanı, Sümer -akkad Tufan efsanesinin tek tanrıcı insanlığın kurtuluşu görüşüne aktarılışından ibarettir…-(7).
Sümerlerin M.Ö. 3500-2000 yıllarında hüküm sürdüklerini, Doç. Dr. Mustafa Küçükaşçı’ya göre Yahudi Takvimi’nin Nuh Tufanı’nın vuku tarihini günümüzden 5500 yıl önceye dayandırdığını dikkate alırsak, Tufan’ın Sümerler’in ilk devirlerinde, yani M.Ö. 3500’lerde yaşanmış olabileceği sonucuna varırız. Yahudi takviminde bulunan bu bilgi, Tufan olayının M.Ö. 3500’lerde yaşanmış olduğunu kesin olarak doğrulamasa bile, en azından Tufan Efsanesi’nin Sümer kültüründen Tevrat’a ve dolayısıyla Yahudi kültürüne nakledildiği şeklindeki iddiaları doğrular niteliktedir.
Öte yandan eğer Yahudi Takvimi’nde Tufanın tarihi olarak “Günümüzden 5500 yıl önce” şeklinde verilen bilgiyi, ayrıca rivayete göre Hz. Nuh’un 950 yıl yaşadığı(8) ve bu sürenin 350 senesini Tufan’dan sonra yaşadığı(9) şeklinde verilen bilgileri doğru kabul edersek, Tufan Efsanesi’nin, Sümer Kültürü’nden Tevrat’a ve Yahudi Kültürü’ne değil, tam tersine Yahudi kültüründen Sümer Kültürü’ne geçtiğini kabul etmemiz gerekecektir! Zira bu takdirde Hz. Nuh’un, M.Ö. 4100-3150 yılları arasında yaşamış olduğu ortaya çıkmaktadır. Öyle olunca da Hz. Nuh, Sümerlilerin dünya sahnesine çıkmasından yaklaşık 600 sene önce doğmuş, Tufan olayına şahit olmuş ve ömrünün 350 senelik kısmını söz konusu hadiseyi anlatarak Sümerliler döneminde geçirmiştir! Hz. Nuh’un yaşı ve Tufan Olayı hakkında Yahudi kaynaklarınca verilen bilgilere ihtiyatla yaklaşmakta ve şüphe ile bakmakta yarar vardır. Üstelik en son ilahi kitap olan Kur’an-ı Kerim’in Yahudilerin kutsal kitapları olan Tevrat’ı tahrif ettikleri konusunda söyledikleri apaçık ortada iken(10).
Gerçi aynı soydan gelen Yahudi ve Arapların kültüründe abartı çok önemli bir yer tutmaktadır. Onlara göre Hz. Adem 1000 yıl, ondan sonra peygamber olan oğlu Hz. Şit (Şis) ise tam 912 yıl yaşamıştır(11). Böyle olunca torun Nuh’un da 950 yıl yaşamış olmasını normal karşılamak gerekir(12).
Kitabı Mukaddes, Babilliler tarafından uygulanan Yahudi Sürgünü’nün 70 yıl sürdüğünü söylemektedir. Araştırmacılar ise ilk sürgün olayının M.Ö.597 yılında yaşandığını 70 veya 48 yıl sürdüğünü iddia etmektedirler. Bu süreyi ortalama 50 yıl kabul etsek bile İsrail oğulları ancak M.Ö.550’lerden sonra yurtlarına dönebilmişlerdir. Tevrat’ın Ezra isimli Yahudi din adamı ve arkadaşlarınca yeniden kaleme alındığını düşünürsek, bu yazma işinin büyük ihtimalle M.Ö. 500-550 yılları arasında yapıldığı sonucuna varırız ki; bu tarih ise oldukça geç bir tarihtir. Bu takdirde Tufan Efsanesi’nin Sümer Efsaneleri’nden Kitabı Mukaddese ve Yahudi Kültürü’ne geçmiş olduğunu söyleyenlerin iddiaları bir hayli güç kazanmaktadır. Kur’an’a göre de Tevrat ve İncil bozulup maksatlı olarak tahrif edilmiş kitaplardır ve “Allah katında yegâne hak din İslam’dır”(13). Böyle olunca hem pozitif bilim, hem de kutsal kitabımız Kur’an, Tevrat’ın Hz. Musa’dan çok sonra Yahudi din adamlarınca yazıldığını ortaya koymuş bulunuyorlar. Pozitif bilimin Ezra olarak isimlendirdiği rahip (haham) veya din adamı, İslami kaynaklara göre Hz. Üzeyr’dir. Hz. Üzeyr, ismi Kur’an’da geçmekle birlikte (14) peygamber olup olmadığı şüpheli üç kişiden birisidir. Diğer ikisi ise Lokman ve Zülkarneyn’dir.
İslam kaynaklarına göre Hz. Üzeyr, Buhtunnassar idaresindeki Babil Devleti’nin Kudüs’ü yakıp yıkarak sürgüne gönderdiği İsrailoğulları’nın arasında ve daha çocuk yaşta idi. Babilliler bütün Yahudi din adamlarını ve Tevrat bilen herkesi öldürdüler. Ancak çocuk yaştaki Üzeyr’e dokunmadılar. Oysa Tevrat’ı ondan daha iyi ezberleyen hiç kimse yoktu. Sürgün bitip yurtlarına döndükten sonra 40 yaşına gelmiş bulunan Üzeyr, Allah tarafından İsrailoğullarına peygamber olarak tayin edildi ve ezberindeki Tevrat’ı okuyup yazdırdı(15).
Kur’an’ın hadise hakkında vermiş olduğu genel bilgilerden anlaşılan şudur: Nuh Tufanı denilen olay, lokal bir olaydır. Büyük ihtimalle bugünkü orta doğunun küçük bir bölgesinde meydana gelmiştir. Hatta gemiye binen kişilerin sayısı hakkında verilen bilgiler, Tufan’ın öyle geniş bir bölgeyi ve hatta bütün yeryüzünü kaplayacak şekilde geniş kapsamlı bir felaket olmayıp, belki de bir beldeyi veya bir karyeyi (köyü) helak edecek şekilde küçük çaplı bir sel baskını olduğunu akla getirmektedir. Çünkü gemiye binenlerin sayısı hakkında verilen rakamlar 8 ile 80 kişi arasında değişmektedir(16) ki; bu sadece inananların sayısıdır. Çünkü Kur’an-ı Kerim’e göre, Hz. Nuh’u tasdik edenlerin tamamı kurtulmuş, inkâr edenlerin tamamı ise helak olmuştur. İnananların, bir başka deyişle gemiye binenlerin sayısı hakkında verilen bilgilerin doğruluğunu kabul edecek olursak; bahsi geçen gemi, büyükçe bir sandal, felakete maruz kalan bölge oldukça küçük bir bölge ve helak olanlar da sınırlı sayıdaki bir topluluktur.
Hz. Nuh’un bugünkü Ortadoğu bölgesinde yaşadığını ve o dönemde dünyanın diğer yerlerinde de muhtemelen insan toplulukları bulunduğunu ve bunların Hz. Nuh’tan ve onun peygamberliğinden haberdar olmadıklarını düşünürsek, Tufan’ın boyutunu bütün yeryüzü ile açıklayarak masum insanların, hayvanların ve canlıların da helak edildiğini kabul etmemiz gerekir ki; bu “BİR” olan Tanrı’nın sıfatlarıyla bağdaşmayan bir durumdur. Zira Allah, Kur’an’da hem merhamet edenlerin en merhametlisi olduğunu, hem de intikam alıcı bir tanrı olmadığını ısrarla vurgulamaktadır.
Öte yandan Hz. Nuh’un peygamberliğinden haberdar olup da ona inanmayanları cezalandıracağım derken, dünyanın diğer köşelerinde yaşayan ve belki de aynı dönemde ilahi tebliğ görevini ifa etmekte olan başka peygamberlerin ümmeti olan insanların, masum hayvanların ve bitkilerin yok olmasını düşünmek, insan mantığının sınırlarını zorlayan bir durumdur. Çünkü Kur’an’da her millete ve her ülkeye peygamber gönderildiği belirtilmekte (17), bazen de aynı zaman diliminde birden fazla peygamberin görev yaptığı bilinmektedir. Örneğin Hz. Adem ile Hz. Şit, Hz. İbrahim ile Hz. İshak ve Hz. İsmail, Hz. İshak ile Hz. Yakub, Hz. Musa ile Hz. Harun, Hz. Davud ile Hz. Süleyman aynı zaman diliminde görev yapmış peygamberler olup, bazıları baba oğul, bazıları ise kardeştirler.
Dolayısıyla Kur’an’da Tufan hakkında verilen bilgiler, bu konudaki rivayetlerin büyük oranda uydurma olduğunu ve başta Tefsir kitaplarımız olmak üzere temel dini kaynaklarımızın İsrailiyatla lebalep dolu olduğunu ortaya koymaktadır. Hele hele, Kur’an’a göre; Nuh’un Gemisi’nin Ağrı Dağı’nda olması asla mümkün değildir. Çünkü Kur’an’da açıkça “Cûdi” ismi geçmektedir(18). Gerçi Kur’an’da geçen “Cûdî” kelimesinin bugün Şırnak ilimize 17 km. mesafedeki Cudi Dağı’na işaret ettiği de kesin değildir. Çünkü “Cûd” kelimesinin Arapçada “bolluk ve bereket içindeki yer” anlamına da geldiği bilinmektedir. Rivayete göre; karaya oturduktan sonra gemiden uçurulan güvercin ağzında zeytin dalıyla dönüyor. Eğer bu rivayeti doğru kabul edersek, geminin oturduğu dağın bugünkü Cudi Dağı olması da uzak ihtimaldir. Çünkü bildiğim kadarıyla bugün Cudi Dağı’na en yakın yer olan Derik(Mardin) yöresinde zeytincilik yapılmakla birlikte ben, Cudi Dağı bölgesinde zeytin yetiştirildiğini hiç duymadım. Ancak zeytin yetiştirilen Mardin ve Antep yöresi, Ağrı Dağı’na göre Cudi Dağı’na yine de çok yakın mesafededir.
Prof. Dr. Ömer Faruk Harman ve onun gibi düşünenlerin, RRT kelimesinin ARARAT şeklinde değil, URARTU şeklinde okunması gerektiği, Urartuların bugünkü Cudi Dağı’nı da içine alacak biçimde Van’dan Adana’ya kadar uzanan bölgede egemenlik kurdukları, dolayısıyla Nuh’un Gemisi’nin Ağrı Dağı’nda değil, Cudi Dağı’nda olması gerektiği şeklindeki açıklamalarını fazla bilimsel bulmadığımı açıklamak isterim. Bu tez, biraz da özellikle Ağrı Dağı’nın tercih edilmesinin siyasi amaç taşıdığı konusundaki iddialara bir cevap verme kaygısıyla savunulan bir tez gibi geliyor bana. Başkenti Tuşba (Van) olan Urartular eğer çok uzaktaki Adana’ya kadar uzanmışlarsa, herhalde yanı başlarındaki Ağrı bölgesine kadar da uzanmış olmalıdırlar. Prof. Dr. Ömer Faruk Harman’ın savunmuş olduğu tez, her ne kadar İsrail’in gizli amaçlarını ve ideallerini çürütmek için savunulmuş olsa da, Uratuların bugünkü kalıntıları olduklarını ifade eden Ermenilerin amaç ve ideallerini destekler mahiyettedir! Bu tez, bir taraftan İsrail’in Ağrı Dağı’na kadar uzanacak biçimde yukarılara tırmanmasına engel olurken, diğer taraftan Ermenilerin Adana’yı da içine alacak biçimde aşağılara sarkmasının yolunu açmaktadır.
Nuh’un Gemisinde Yaşanan İlginç Bir Hırsızlık Olayı
Çinli araştırmacıların varmış oldukları netice ne kadar bilimseldir ve tarihi gerçekleri ne kadar yansıtmaktadır? İsterseniz bu soruya bir fıkra ile cevap verelim:
Tufan esnasında Hz. Nuh, gemiye kendisine inananların yanı sıra bütün canlılardan bir dişi ve bir de erkek almış ki; karaya çıkınca canlıların nesli devam edebilsin. Bu arada görevlileri vasıtasıyla bir de tedbir aldırmış. Erkek hayvanlar dişileri rahatsız ederek gemiye zarar vermesinler veya tufan esnasında gemide çoğalarak geminin yükünü arttırmasınlar diye erkek hayvanların erkeklik organlarını Emanet Fişleri mukabilinde teslim aldırmış. Görevliler Teslim alırken hayvanlara tembihte bulunarak;
-“Karaya çıkınca herkes kendisine verilen emanet fişlerini ibraz ederek kendi erkeklik organını bizden teslim alacak” demişler.
Derken efendim gökten yağmurlar boşanmış, yerden sular fışkırmış ve tufan kopmuş. Gemi başlamış suların üstünde yüzmeye. Bu arada dişi maymun ikide bir gelip erkek maymunu rahatsız etmeye, ona türlü cilveler yapmaya başlamış.
Erkek maymun her ne kadar;
-“Kız yapma! Karaya çıkınca ben biliyorum sana yapacağımı. İnan pişman olacaksın!” Dediyse de dişi maymun;
-“Aman canım sende” demiş. “Sanki daha önce görmedik mi senin neler yaptığını?”
Dişi maymunun cinsel tacizlerinden bıkan erkek maymun bir ara dişisine dönmüş ve kısık sesle şöyle fısıldamış;
-“Bak yapma. Eşeğin emanet fişini çaldım! Karaya çıkınca sana neler yapacağımı göreceksin!”
Erkeğinden bu sözlerini duyan dişi maymunun aklı başından gitmiş! Öyle ya; işin ucunda karaya çıkınca eşeğin erkeklik organıyla karşı karşıya gelmek de var!
Şimdi bu fıkra ne kadar gerçektir? Bana kalırsa Çinli arkeologların araştırma sonuçları ne kadar bilimsel ve gerçekse bu fıkra da o derece gerçek ve bilimseldir!
Sağlıcakla kalın efendim.
03 Mayıs 2010
Ömer Sağlam
_______________
1- Bkz. “Mütareke basını bu kadar hain değildi” başlıklı haber, Milliyet, 3.5.2010.
2-http://www.haberakademi.net/default.asp?inc=makaleoku&hid=11216
3-http://www.hurriyet.com.tr/planet/14542202.asp?gid=286
4- Prof. Dr. Ömer Faruk Harman’a ait bilgiler, haber programında dinlediklerimizden aklımızda kaldığı kadarıyla özet olarak aktarılmıştır.
5- bkz. Kur’ân-ı Kerim, 11/25-49.
6- Muazzez İlmiye Çığ, Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni, 19. Baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul- 2008.
7- Büyük Larousse, c,17, s, 8735, Milliyet Yayınları, İstanbul.
8- Age, s, 8735
9- M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, c, 1, s, 105, TDV. Yayını, Ankara, 1990.
10-Örn. bk. Kur’ân-ı Kerim, 2/75, 4/46, 5/13.
11-M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, c, 1, s.60,69.
12- Kur’ân’da Ankebût Sûresi’nin 14. Ayetinde “Nuh’un bin yıldan elli yıl eksik bir süre kavminin arasında kaldığı…” bildirilmektedir. Böyle olunca Nuh’un 950 yıl yaşadığına iman etmemiz gerekecektir. Ancak burada bahsedilen seneden kasıt bildiğimiz 365 gün müdür bunu ancak Allah bilir.
13- bk. Kur’ânı Kerim, 3/19.
14- bk. Tevbe/30
15-M.Asım Köksal, age, c, 2, s,280. Görüldüğü gibi İslami kaynaklarda Hz. Üzeyr ile Hz. Muhammed arasında bir paralellik kurulmaya çalışılmıştır. O da tıpkı Hz. Muhammed gibi 40 yaşında peygamber olmuştur, o da tıpkı Hz. Peygamber gibi yazmamış, yazdırmıştır. Bu bilginin doğruluğunu da herhalde ancak Allan biliyordur.
16- M. Asım Köksal, age, c,1, s,97.
17- Bk. Kur’ân-ı Kerim, Nahl/36, Kasas/59.
18- Kur’ân-ı Kerim, 11/44.
Bir yanıt yazın