Dr. Ali Sak
Göçmen çocuklarının ve bilhassa biz Türklerin Almanya eğitim sistemindeki başarısızlıkları bilinen bir gerçektir. Türk kökenli öğrencilerin oranı liselerde (Gymnasium) Almanlara nazaran 3 katı daha azdır. Buna karşılık diplomasızların oranı ve okul sonrası meslek hayatında iş bulma şansı Almanlara nazaran 2-3 katı daha kötüdür. Yapılan araştırmalar göçmen kökenli çocukların hem ilköğretimden orta öğretime geçiş sürecinde (Prof. Klemm, Essen üniversitesi), hem de ortaokuldan meslek hayatına geçiş döneminde (Prof. Boos-Nünning, Essen üniversitesi) şans eşitliğinin olmadığını göstermektedir. Almanya’da şans eşitliği anayasal bir hak olmakla beraber, bilhassa yabancılara karşı bilinçli veya bilinç altında uygulanan bu şans eşitsizliğini Prof. Klemm şu şekilde vurgulamakta: “Bu ayrımcılık, anayasal hakların çok gerisinde kalmaktadır”. Pekala bu ayrımcalıktan nasıl kurtulunur, şans eşitliği nasıl sağlanır ve böylece Türk çoçuklarının eğitim düzeyleri nasıl yükseltilir? Bunları gerçekleştirebilmek için bizlerin çok daha fazla eğitime katkı sağlamamız, anadilimize sahip çıkmamız ve toplumsal faaliyetlere katılarak yaşadığımız toplumda dilimizle, kültürümüzle kendimizi kanıtlamamız gerekiyor.
Bu bağlamda sayın Başbakan R.T. Erdoğan Türkiye kökenli öğrencilerin ana dillerini doğru öğrenebilmeleri için, bir kaç defa Almanya’da Türk okulları kurulmasını önerdi ve bu önerisiyle de Almanya genelinde büyük tartışma yarattı. Erdoğan’ın bu söylemine karşı Almanların göstermiş olduğu tepkiyi, Alman Yeşiller partisi eşbaşkanı Claudia Roth „Pavlov’un köpekleri gibi hep aynı reaksiyon gösteriyorlar“ diyerek eleştirdi (Hürriyet 27.03.2010).
Peki Pavlov Refleksi nedir?
Rus fizyolog Pavlov, köpeklerine et verirken zil çalıyor ve bunu çok kez tekrarliyor. Bir zaman sonra zil sesini duyan köpeklerden et görmeden de salya akıyor. Köpeklerin eti görünce salyasının akması doğal bir refleksdir. Oysa Pavlov, köpeklere et verirken aynı anda zil çalıp zamanla köpekleri zil sesine şartlandırarak hayvanın ileriki dönemlerde aynı refleksi sadece zil sesine göstermesini de sağlamıştır. Buna bilimde biz “şartlı refleks” deriz. Hayvanın tabiatında olmayan bir yedek uyaran (zil sesi), onu tabiatında olan bir uyaran (et) görmüş gibi heyecanlandırmakta ve salyasını akıtmaktadır. İşte Claudia Roth’un söylemek istediği de budur. Almanların bir çoğu da zamanla, tabii uyaran olan tehlike unsurunun yerini alan Türk kelimesiyle şartlandırılmıştır. Bu şekilde şartlanmış bir Alman, ne zaman Türk veya Türkçe kelimesini duysa deyim yerindeyse “salyasını akıtarak karşı saldırıya geçmektedir”. Bu durumda, aslında doğal olan savunma refleksi zamanla şartlandırılmış reflekse dönüşmüştür.
Pekala bu şartlı refleksden kurtulmanın yolu nedir?
Bunun tek yolu vardır; o da zamanla Türk unsurunun Almanlar için bir tehlike olmadığını; hatta yararlı olabileceğini onlara yaşatarak göstermektir. Şartlı reflekslerde sürekli olarak yedek uyaranı (bu durumda Türk unsuru) kullanır da asıl uyaranı (tehlike unsuru) göstermezseniz zamanla şartlı refleks kayıp olacaktır, yani insanlar alışacaktır. Pavlov’un köpeklerinde olduğu gibi, eğer sürekli olarak zil çalar ama hiç et göstermezseniz, bir süre sonra şartlı refleks söner. Bu şartlı refleksin devamının sağlanması için arada bir tehlike unsurunu (köpeklerde eti) göstererek refleks pekiştirilmelidir. İşte sayın Başbakanın yaptığı da budur. Almanlara arada bir yedek uyarıcı unsuru göstererek tehlike unsurunu pekiştiriyor. Örneğin arada bir türkçe eğitim veren liseler istemek; arada bir Avrupa’daki Türk kökenli siyasetçileri ve Sivil Toplum temsilcilerini Ankara’ya davet ederek kendi çizgisine çekmeye çalışmak, Avrupa Birliği üyeliğinde ısrar etmek gibi. Oysa yapılması gereken aslında çok basit. Kuzey-Ren-Vestfalya uyum bakanı Armin Laschet’in de dediği gibi “Türkiye hükümeti Almanya’da türkçe eğitim veren türkçe liseler yerine kültür enstitüleri kursun” ).
Siyasetten bağımsız Kültür Enstitüleri Kurulmalı
Almanlar kendi dillerini ve kültürlerini tüm dünyaya yaymak için Goethe Enstitülerini kurdular ve destekliyorlar. Hangi Federal Hükümet olursa olsun, bu Almanya için vazgeçilmez bir unsurdur ve bir devlet politikası durumundadır. Hani bizim bu konuda devlet politikamız? Nerede hala Türkiye içinde ve dışında çalışmayan Kültür Enstitülerimiz? Bilimin, hukukun, kültürün ve tüm yaşam alanlarının içine kendi zihniyetini yerleştirmeye çalışan bir yönetim tarzıyla Türkiye’ye yakışan gerçek bir kültür politikası oluşturabilirmiyiz? Hani nerede o çok bahsedilen Yunus Emre Kültür Enstitüleri? Kurulduğunda içeriği sadece insanlara kendi siyasi görüşlerini empoze eden bir kuruma dönüşecekse eğer, hiç kurulmasın çok daha iyi (bakın YÖK’ün ve TÜBİTAK’ın durumuna). Zira bu durumda Almanlar’ın şartlı refleksleri daha da artacaktır. Almanya çapında bir çok konsolosluklara eğitim ataşesi atamasında aciz kalan bir Dışişleri Bakanlığı nasıl olacak da türkçe eğitim veren liseler açacak? Kendi dilinin prestijini Avrupa ülkeleri seviyesinde artıramayan, Türkçe için C1 sertifikası verecek tek bir kurumu bile olmayan bir Eğitim Bakanlığı hangi beceri ve yetenekle türkçe liseleri açacak? Yoksa bu da, günümüz modası haline gelen, açılımlar kervanına katılan bir fata morgana mı (çöllerde sahte bir vaha görüntüsü yaratan ve uzaklardaki karayı optik olarak yakınlaştıran bir serap..)? Veyahut da, bu durumda birilerinin önü mü açılmak isteniyor?
Almanya’da özel Türk okulları
Bilindiği gibi Almanya’da halihazırda sözde Türkçe öğretim veren özel okullar mevcut. Örneğin Dialog (Köln), VIB (Hannover) ve diğerleri (Mannheim, Paderborn,…). Peki bunlar neden kuruldular, nasıl okullar ve bu okullarda ne tür dersler veriliyor? Genelde Türk çocuklarına daha iyi eğitim, daha çok şans eşitliği ve en önemlisi “türkçeye sahip çıkma” adına kurulmuşlardır. Müfredata göre ders dili almanca ve ilk yabancı dil ingilizcenin yanı sıra seçmeli yabancı ders olarak türkçe ekleniyor. Türkçenin bu okullarda diğer Alman okullardan farksız seçmeli ders olarak konması, türkçenin vitrinlik olduğunu göstermekte. Ayrıca, bu okullar genelde tam gün ve yatılı oldukları için yıllık belirli bir ücret ödenmesı gerekiyor. Bu da şans eşitliğini tamamen ortadan kaldırıyor. Hangi normal şartlarda yaşayan bir Türk ailesi tek bir çocuğu için ayda yaklaşık 400€ sadece okul için verebilir? Bu maliyeti üstelenebilen aileler genelde varlıklı veya eğitimli oldukları için bunların çocukları da zaten Alman okullarında çok başarılıdırlar. Genellikle bu okulların müfredatında din dersinın yerine etik-ahlak bilgisi dersi mevcut. Bu “eksiklik” muhtemelen okulun sunduğu sosyal faaliyetlerde gideriliyordur.
Bu okulların Gülen Cemaati ile bağlantıları olduğu söyleniyor ve buralarda normal eğitimin yanı sıra “özel eğitim” metodları uygulandığı belirtiliyor ve bu nedenle de eleştiriliyor. Hannover’deki VIB özel lisesi müdürü bu suçlamara karşı şöyle diyor: “Bir organik bağımız yok Fethullah Gülen hoca efendi ile. Ama biz üyelerimiz olarak severiz, sayarız, kitaplarını okuruz ve onun çizdiği yoldan, çizdiği hedefler doğrultusunda da bir şeyler yapmaktayız. Biz doğru olduğuna inanıyoruz ve o’nun vermiş olduğu hedefler doğrultusunda da kendimize bir yol çizmişiz. Ama organik bir bağımız yoktur.” (Kaynak: Tuba Tunçak 07.03. 2008, www.qantara.de/webcom/show_article.php/_c-674/_nr-170/i.html).
Türk gencinin hedefi bellidir
Ne diyor müdür bey? “Organik bağımız yok ama ONUN ÇİZDİĞİ YOLDAN
gideriz.” Siz düşünün artık bu “sözde eğitim” yuvalarından mezun olacak çocuklarımızın kimin çizdiği yoldan gideceklerini. Türk gencinin hedefi bellidir; muassır medeniyetler seviyesine ulaşmak ve onları geçmek. Bizlerin hedefi ve yolu Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularının başında olan Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından gösterilmiştir. Bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin de hedefleri belli olmalıdır. Bir takım sloganlarla ve gayri ciddi söylemlerle Türk insanına karşı Almanların şartlı reflekslerini sürekli tazelemek yerine, hedef doğru bir devlet politikasıyla Türkiye’de ve tüm dünyada kalıcı ve siyasetten arındırlımış Kültür Enstitüleri kurmak olmalıdır. Böylece Türklere karşı şartlanmış reflekslerle yetiştirilmiş insanları bu reflekslerinden arındırarak Türk unsurunun bir tehlike olmadığını göstermek olmalıdır. Biz, ancak bu tarzda uygulanan bir „kültür açılımıyla” örneğin eğitimsizlikten, Ermeni sorunundan, terör sorunundan kurtulabilir ve nihayet de Avrupa Birliğine üyelik hedefine ulaşabiliriz.
Yazıları posta kutunda oku