SOZDE SOYKIRIMIN ULUSLARARASI HUKUKI YONU VE OTESINE BIR BAKIS : PULAT TACAR
Pulat Tacar ( Boğaziçi Üniversitesi Konuşma Notları) 25 Mart 2010
Bu notlar konuşma sırasında yararlanmak için hazırlanmıştır. Konuşmada ve soru-cevap bölümünde başka konular ve başlıklar dile getirilmiş olabilir
1915 Ermeni soykırımı iddiaları ABD ve İsveç^te alınan kararlardan sonra yeniden güncel hale geldi. Bulgaristan, Katalonya, İngiltere ve İspanya parlamentolarına da bu yönde karar tasarıları sunulacağı haberlerini okuyoruz. Bir sürek avı sendromu ile karşı karşıyayız. Medya da konuyu sık sık ele alıyor. Örneğin,
-Dışişleri Bakanı Sayın Davutoğlu, dün gece, CNN televizyon kanalında Fikret Bila ve Murat Yetkin ile yaptığı söyleşinin yaklaşık %60 nı soykırımı savlarına karşı takınılacak tutuma ayırdı.Benim o söyleşide altını çizmek isteyeceğim kilit kelimeler ADİL HAFIZA oldu. Öte yandan, diyasporanın bazı kesimleriile temas aranacağı düşüncesi de sayın Bakan tarafından dile getirilmiş. Ben duymadım. Ancak diyasporanın ne istediği de malum; ABD’deki diyaspora temsilcisi harut Sasunyan : “Sizden soykırımını tanımanızı beklememekteyiz. Bütün dünya tanıdı zaten. Biz ermeni halkının 1915 soykırımında kaybettiklerini geri almayı amaçlıyoruz” demiş Erce Temelkuran da bu konuda yazdığı kitabında ABD ‘yi ziyaretinde Ermeni temsilcilerin “compensation” talebinini kenndisine ilettiklerini belirtti. Şimdi, dişyaspora ile kim temas kuracak bizden? Diyaporadan anlayış beklemem. At pazarlığı yapmayı amaçlıyorlar.
-Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün Türkiyenin asılsız iddalar karşısında AİHM başvurmayı incelediğini belirttiğini bugünkü gazeteler yazıyor. Dışişleri Bakanı – doğru olarak- AİHM ‘den söz etmedi. Sadece hukuk yollarını incelediklerini vurguladı.
– Başbakan Yardımcısı Arınç ise Türkiyede kaçak olarak çalışan Ermenilerin yanlarında bulunan çocukların eğitimine yeşil ışık yakan sözler söyledi. Benzer bir öneriyi bundan bir kaç yıl Istanbul Üniversitesinde yapılan bir sempozyumdaki konuşmamda dile getirmiştim. O konuşmamda Galatasaray’da Elhamra Sinemasında düzenlenmiş olan, kartpostallar ve fotograflar ile yüz yıl önce ülkemizde Türk ve Ermeni varlığının yanyanalığını gösterem serginin başka kentlerde de açılmasını da önermiştim.
Bu girizgahtan sonra, son günlerde sık sık dile getirilen .”ASILSIZ SOYKIRIMI SAVLARI KONUSUNDA ULUSLARARASI YARGIYA BAŞVURMA SEÇENEKLERİNİ incelemeye yönelik olan ana konuma döneyim
1) Uluslararası Adalet Divanına (UAD) başvuru
Soykırımı Sözleşmenin 9. Maddesi, “ Sözleşmeye Taraf olan Devletler, Sözleşmenin yorumu, uygulaması ve yerine getirilmesi konusunda ihtilafa düşerlerse, uzlaşmazlığın taraflarından biri Uluslararası Adalet Divanına sahiptir” der.
Soykırımı suçunun temel öğesi Latince dolus specialis denilen ulusal etnik dinsel ırksal bir grubu mensup insanları kısmen veya tamamen sırf o gruba mensup bulundukları gerekçesi ile ortadan kaldırmağa ……. yönelik olarak Sözleşmede yazılı eylemleri yaparak suç işlemektir.
Sözleşmenin Uluslararası Adalet Divanı Bosna/Sırbistan davasının kilit noktasını oluşturan bu temel öğe kamu oyumuz – hatta yetkililerimiz – tarafından görmezden gelinmekte, yeterince vurgulanmamaktadır. Hatta, Sözleşmenişn Türkçe çevirisinde olduğu gibi Ceza Yasamızın soykırımı kuralında da bu “özel kasıt” unsuruna değinen terim metne yansıtılmamış, atlanmıştır.
Bir Taraf Devlet Hükumeti (parlamentosu demedim) Sözleşmenin soykırımı yapıldığına dair hükmünün ancak yetkili mahkeme tarafından verilebileceği kuralını; ayrıca özel soykırımı kasıt bulunduğunun hiç bir tereddüde meydan bırakmayacak şekilde isbatının iddia eden tarafa ait bulunduğu hesaba katmadan, bir başka devletin ya da vatandaşının soykırımı suçu işlendiğini ifade ve ilan ederse, 1948 Sözleşmesini hatalı yorumlamış ve uygulamış olur. Buna karşıı Uluslararası Adalet Divanına başvurulabileceği akla gelebilir.
Böyle bir taleple karşılaşan UAD önce bu talebin kabul edilip edilemeyeceğini ele alacaktır. Konuyu açıklığa kavuşturmak için somut örneklerle irdelemeğe çalışalım.
Örneğin,Hükumetimiz Fransa’ya “Ermeni soykırımını tanıyan” 2001 tarihli yasasının , 1948 tarihli Soykırımı Sözlesmesine – yetkili mahkeme kararı olmadan suç isnat ettiği gerekçesi ile Soykırımı Sözleşmesine aykırı davrandığı görüşünde olduğumuzu resmen duyurulabilir ve Fransız Hükumetinin yasanın kaldırılması yönünde irade beyanında bulunması isteyebilir. Ancak, bu olasılık konusunda görüş değiş tokuşunda bulunduğum Bir Fransız Profesör arkadaşımın işaret ettiği gibi, Fransa Hükumeti bu talebe şu cevabı verecektir : “2001 yasası 1948 Soykırımı Sözleşmesi çerçevesinde çıkarılmamıştır.Ayrıca, Soykırımı Sözleşmesinin Giriş bölümünde, soykırımı suçunun tarihin her döneminde insanlığa büyük zararlar verdiği yazılıdır, Fransa halkının çoğunluğu bu bağlamda 1915 olaylarını soykırımı olarak değerlendirmektedir; 2001 yasası o değerlendirmeyi tescil eden iş’arî (declaratoire) bir yasadır Yasanın yaptırımı yoktur. Yasa Türkiye Cumhuriyetine yönelik değildir ve 1915 olaylarından Türkiye Cumhuriyetini sorumlu tutmamaktadır”
Fransa’nın verebileceği yukarıda yanıt , UAD’ na başvuru yapılırsa, UAD yargıçlarına, kendileri bakımından siyasal nitelikli ve hassas bir davayı ele almama konusunda yeterli bahane veya dayanağı oluşturacaktır. Divanın davayı Fransa’nın bu yanıtı üzerine kabule şayan bulmaması kuvvetle muhtemeldir.
İsviçre örneğinde ise, Lozan ve Winterthur Mahkemelerinin soykırımını yadsıyan Perinçek’e ve sonradan 3 Türk vatandaşına verdiği cezanın 1948 sözleşmesini ihlal ettiği yolunda İsviçre Hukûmetine yapılacak bir diplomatik başvuruya, İsviçre, bunun bir Hükumet tasarrufu olmadığı, Hükumetin soykırımının varlığı konusunda beyanda bulunmadığı, Hukumet olarak 1948 Sozleşmesini ihlal etmedikleri cevabını verebilecek, İsviçre Yargısı kararına karşı Avrupa İnsan Hakları Makemesine başvuru yolunun açık olduğunu belirtebilecektir. Kendisine başvurulan UAD^’nın bu cevap üzerine davayı kabule şayan bulmadığını açıklaması büyük olasılıktır.
ABD Temsilciler Meclisinin veya Dış İlişkiler Komisyonunun tavsiye kararlarına veya İsvec Parlamentosunun aldığı tavsiye kararına karşı, UAD yapılacak bir başvuru da UAD tarafından Hükumet tasarrufu olmadığı gerekçesi ile usul yönünden büyük olasılıkl.a kabul edilmeyecektir Zira, İsveç Hukumeti, parlamentosunun kararına karşı olduğunu beyan etmiştir. ABD açısından da şimdilik durum farksızdır.
Öte yandan, bir Dışişleri Bakanının veya Devlet veya Hükumet Başkanının soykırımını tanıdığını belirten beyanı (Örneğin Mitterand Vienne konuşması) Devlet adına uluslararası yargıya başvurulmasına yeterli dayanak sağlamamaktadır. Zira bu da Sözleşmenin dibacesinde kayıtlı ifade çerçevesine girer, iş’aridir. (Avrupa Konseyine başvuru seçeneği aşağıda ele alındı.)
Avrupa Birliği Komisyonu ve Konseyi ise Avrupa Parlamentosunun aldığı soykırımını tanıma ve Türkiyenimn üyeliğinin koşulu haline getirme yolundaki tavsiye kararını uygulamaya koymamış, üstelik Avrupa Adalet Divanı, Ermeni asıllı Fransız vatandaşları tarafından açılan bir davayı mesnetsiz bularak reddetmiştir. Ancak bu kararın soykırımı iddiasının içeriği ile değil, AB müktesebatı ile ilgili olduğunu da görmezden gelemeyiz.
Konunun Türkiyede uzmanlar tarafından incelenmesi
Türkiye’nin soykırımı savlarının parlamentolar tarafından kabulü konusunda uluslararası hukuka başvurma seçenekleri Dışişleri Bakanlığımız Müsteşarının başkanlığında bir kaç toplantı yapan uzmanlar tarafından ele alınmıştı. Sonuçta, uzmanlar UAD’na başvuru seçeneğinin beklenen sonucu sağlayamayacağını belirttiler. Ayrıca, Uluslararası Adalet Divanı yargıçlarının da siyaseten tarafsız olmadıklarının hesaba katılması gerektiğine işaret ettiler.
Uzmanların bir kısmı Sözleşmesinin 9. maddesinde kayıtlı hatalı yorumlama ve uygulamanın, uyrukları soykırımına benzer bir olaya karışmış olan Devletin, zanlıları kovuşturmakla ilgili yükümlülüklerini savsaklamasına ilişkin sayılması gerektiğini vurguladılar; bu maddenin yetkili mahkemenin kararı olmadan soykırımı iddiasında bulunan Taraf Devleti UAD’na şikayet şeklinde yorumlanamayacağını belirttiler. Bir ara UAD başvuru olanağının bir seçenek olduğunu savunurdum. örüş değiştirmemi etkileyen öğelerin başında bu yorum gelir.
Soykırımı Suçları hakkında zaman aşımı konusu
Bazı uzmanlar 1948 Soykırımı Sözleşmesinin geriye doğru işlemeyeceğini belirterek, Divanın başvuruyu bu açıdan reddedeceğini belirtmişlerdi. Bu konuda farklı görüşler vardır.
Uzmanların bir bölümü 26 Kasım 1968 tarihli “ Convention on the Non-Applicability of Statutory Limitations to War Crimes and crimes Against Humanity” Sözleşmesinin” 1 maddesinin 2. paragrafına dayanarak soykırımı suçuna zaman aşımına uğramayacağını ileri sürerler. Başka uzmanlar ise 1948 Sözleşmesin geriyue doğru yüürütülemeyeceğini savunurlar. Bu karşıt nukuksal görüşleri bağdaştırmanın mümkün olmadığı görüşündeyim.
2)Uluslararası tahkime başvurma seçeneği
Sayın Büyükelçi Şükrü Elekdağ, bu konuda Hükumetimizin uluslararası tahkime başvurmasını yaklaşık iki yıl önce önermişti. Merhum Emekli Büyükelçi Gündüz Aktan da aynı yönde bir öneride bulunmuştu. Bu önerilerin ardında, Ermenistan Hükumetinin bugüne kadar önemli mesafe kazanmış olan “soykırımı gerçeğini” hiç bir şekilde müzakere konusu yapmamak ve bugün varılan noktadan geriye gitmemek için tahkim önerisini kabul etmeyeceği ve sonuçta bu meydan okumadan kaçan taraf olacağı, bu kaçışın Ermeni pozisyonunu zayıflatacağı tahmini yatmaktaydı. (Ancak , son olarak, Fransa’da yapılan bir toplantıda, Ermeni asıllı bir akademisyen bu seçeneğin Ermenistan’ın lehine sonuç verebileceğini görüşü ileri sürdü.)
Ermeni tarafı tahkime başvurma seçeneğini ilke olarak kabul etse bile, tahkimname üzerinde uzlaşma sağlanması adeta olanaksızdır. Zira Ermeni tarafı soykırımının varlığı konusunu, hiç bir şekilde – ne hukuk, ne siyaset, ne de tarih uzmanları ortamında- tartışmaz. Ermenistan ile diyaspora Ermenileri 1915’in yüzüncü yıldönümüne kadar Türkiye üzerindeki baskıyı arttırmak, ABD ve AB manivelalarını kullanmaya devam etmek niyetlerini açıklamış, bundan sonuç alacaklarına inanmıştır.
Hukuksal açıdan bakıldığında ise, uluslararası tahkime yönelmek, Soykırımı Sözleşmesinin, soykırımı suçunun işlendiğinin ancak yetkili mahkemenin kararı ile saptanabileceği ve özel kasıt öğesinin en ufak bir tereddüde meydan vermeyecek biçimde kanıtlanması gibi temel kurallarının çiğnenmesini – en azından yok sayılmasını- kabul anlamına gelir. Zira tahkim kurulu kararını verirken sadece 1948 Sözleşmesinin esaslarını nazarı itibara almayacak , siyasal, etik, ve tazminata yönelik özel hukuk öğeleri de göz önünde tutacaktır. Soykırımı bir uluslararası ceza hukuku suçudur. Tahkime başvurmak ise tazminat gibi, özel hukuk sonuçları bulunacak bir yola girmeyi kabul etmek demektir.
Tahkim kuruluna uzlaşmazlığın tarafları eşit sayıda hakem atarlar. Bunlara ek olarak bir “tarafsız” Tahkim Kurulu Başkanı atanır. Alınacak kararı aslında bu “tarafsız” hakemin oyu belirleyecektir.
Oysa bir zanlının – Sözleşmeye göre soykırımı suçunu gerçek kişiler işler – soykırımı suçu işleyip işlemediği konusunda karar vermeğe yetkili olan yargı organı Soykırımı Sözleşmesinde belirtilmiştir. Bu yargı organı, olayın vuku bulduğu ülke mahkemesi ya da bir uluslararası ceza mahkemesidir .
Ermeni diyasporası ise uzun yıllardır, sorunun parlamentoların ya da (İsviçre’de olduğu gibi) mahalli mahkemelerin kararı ile sonuca bağlanması – yani Sözleşme kapsamı dışına çıkılması – için çaba harcamaktadır.
Bu açıdan bakıldığında İsviçre’de Bern-Laupen Mahkemesinin, Ermeni soykırımını reddeden sözleri nedeniyle 12 Türk yurttaşını beraat ettirmesi ve İsviçre Federal Mahkemesinin de bu kararı onamasının Türkiye açısından ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılır. Ancak kendi ayağına ateş etme alışkanlığı olanlar, “Türkiye için hukuksal açıdan sağlanabileceğin en iyisi olan” bu durumu aleyhimize çevirecek provokasyonlara girişmişler ve sonuçta Türkiye büyük zarar görmüştür.
Bir kısım vatandaş ya da soydaşın devam ettirmeğe çalıştığı Talat Paşa Komitesinin faaliyeti kanımca aynı çerçeveye girer.
Bugüne kadarki uygulamalar ve gelişmeler, soruna eğilecek olan üçüncü tarafın, Türk ve Ermeni görüşlerini kollayacak bir ara formüle ya da (kazan-kazan) niteliği ağır basan bir çözüm önerisine yöneleceğini göstermektedir . Uluslararsı tahkim büyük olasılıkla bu sonucu sağlayacaktır. Başka bir anlatımla, Ermenilere uluslararası camiada verilen güçlü siyasal destek göz önünde tutulursa, uluslararası camianın büyük çoğunluğunun “ 1915 olayları siyasal ve etik açıdan soykırımı niteliğini taşır, ancak 1948 Sözleşmesi geriye doğru uygulanamayacağından, Türkiye Cumhuriyeti bundan sorumlu tutulamaz “şeklinde bir sonuca varmayı yeğleyeceğini sanırım.
3) Soykırımını resmen tanıyan Devletin Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna şikayet edilmesi
Bu konuda – biraz önce sözünü ettgiğim Dışişleri Bakanlığı çalışmalarına- görüş bildiren çok sayıda uzman, Hükûmetimizin 1915 Ermeni Soykırımı savını tanıyan örneğin Fransa’yı (ya da varsa Fransa gibi bu konuda yasa çıkaran bir başka Avrupa Konseyine üye Devlet Hükûmetini ) Avrupa Konseyi Genel Sekreterine yapılacak bir başvuru ile Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna şikayet etmesi yoluyla beklenen sonucu sağlayamayacağını belirtmiştir. Komisyondaki siyasal dengeler, öne çıkan eğilimler böyle bir başvurunun geri tepen sonuçları olacağını gösteriyor. Konuyu irdeleyen Türk ve yabancı uzmanlar -ittifakla- bu konuda bir girişimde bulunulmamasını tavsiye etmişlerdir.
4) Bireylerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurması seçeneği
Yukarıdaki düşünceler, Ermeni soykırımı savları karşısında, devlet adına yargıya başvurma yerine, mağdur veya potansiyel mağdur olan bireylerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine, düşünceyi ifade özgürlüğünün engellendiği gerekçesiyle başvurmaları yolunun denenebileceğini gösteriyor.
Bu konuda iki seçenek bulunduğu anlaşılıyor. Birincisi, Ermeni soykırımını “inkâr ettiği” için cezalandırılan bireyin, mahkum olduğu ülkede tüm iç hukuk yollarını tükettikten sonra, AİHS’nin 10 maddesinin ihlalini – ya da varit ise, adil yargılamaya ilişkin kuralların çiğnendiğini- ileri sürerek AİHM ‘ne başvurmasıdır. (Doğu Perinçek bu başvuruyu yaptı) .
İkinci seçenek ise potansiyel mağdur sıfatı ile, emsal kararlara dayanarak -mahkum olmadan- başvuru prosedürünü başlatmaktır. (Bu öneriyi Prof. Dr. Süheyl Batum ileri sürmüştür) Bu ikinci seçenek, Lozan Mahkemesinin Perinçek davası kararından sonra örneğin İsviçre’de bir Türk Derneğinin yöneticileri ya da başka bazı hukukçular tarafından düşünülebilirdi. Ancak bir potansiyel mağdurun bu alanda bir girişimi olmadı.
Fransa’nın 2006 yılında çıkardığı ve Senato’ya sunulmayan yasa
Fransa’nın Ermeni soykırımı savını yadsıyan kişinin cezalandırılmasını öngören 2006 tasarısı yasalaşırsa ve uygulanırsa bireyin AİHM’ n başvuru olanağına gelince :
Fransa’nın Ermeni soykırımı inkarcısını cezalandırmayı öngören, 2006 yasası Senato tarafından kabul edilirse ve bilfiil uygulanırsa, bunun uygulanmasından zarar gören bireyler, Fransa’da iç hukuk yollarını tükettikten sonra, aleyhlerine alınacak kararın AİH Sözleşmesinin düşünceyi ifade özgürlüğüne ilişkin 10 . maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle AİHM’ne başvurabileceklerdir. Ancak Fransa’daki gelişmeler (Örneğin Accoyer raporu) şimdilik Fransa’daki iktidar çoğunluğunun bu konuyu Senato gündemine alma niyetinin bulunmadığını gösteriyor.
5)Farklı düşüncenin ifade biçiminin yargı açısından önemi
Ermeni soykırımı savını redettiği (onlar inkâr diyorlar) gerekçesiyle mahkum edilecek olan bireyin ifade ettiği düşünce, şiddet uygulamasına teşvik, ırkçılık ve ayrımcılık gibi renkler taşımamakta ise ya da farklı görüş sahiplerini aşağılamak, küçük düşürmek amacını gütmemekte ise, hele görüş, bilimsel ya da ayrıntılı bir inceleme sonucunda oluşmuş bir kanı ise, AİHM’de açılacak bir davayı kazanma olasılığı vardır. Binaenaleyh, söylemlerde yukarıdaki hususlara dikkat etmek gerekir.
İsviçre Ceza Yasasının “261 bis” maddesinin gerekçesinde de ciddi incelemeler sonucunda oluşmuş görüşünü dile getiren bireyin inkâr suçundan mahkum edilmeyeceğini belirtilmektedir. Bern’de benzer görüş açıklayan oniki soydaşımız aleyhlerine açılan davadan mahkum edilmemişti. Fransa’da “Quid” davası da benzer sonuç verdi.
Bu nedenle Ermeni olaylarının soykırımı olarak nitelendirilemeyeceği yolundaki farklı düşüncenin ifade şeklinin , sorunun hukuk yoluna taşınması ve başarıyla savunulması açısından büyük önem taşıdığını tekrarlamak istiyorum.
Örneğin kendisinden farklı düşünenin görüşünün “yalan” olduğunu söylemek yerine, “eldeki veri ve belgelerin ve çok sayıda tarihçi, düşünür, yazar ve hukukçunun 1915’te yaşanan trajik olayların soykırımı olarak nitelenemeyeceğini belirtmiş bulunduğunu; ve Soykırımı Sözleşmesinin yetkili yargıya ilişkin hükümlerinin, düşüncesini açıklayanı 1915 olaylarının soykırımı olarak nitelenemeyeceği sonucuna götürdüğünü ” belirtilmesi, böylece konunun “düşünceyi ifade özgürlüğü” alanına çekilmesi , kanımca bizim açımızdan sonuç alıcı yol olacaktır.
1915 olaylarının soykırımı olarak nitelenmemesi gerektiğini düşünenlerin söylem ve eylemlerini bu çerçeveye almaları çıkarımız gereğidir. Hükûmet adına yapılacak açıklamalarda da aynı yöntemin yeğlenmesinde yarar olduğunu düşünüyorum.
6) Soykırımı hukuk alanındaki gelişmelerin izlenmesi bağlamında Bosna/Sırbistan davasının Türkiye bakımından sonuçları
a- Sözleşmenin Tarihte daha önce de soykırımı eylemlerinin görüldüğünü belirten Giriş bölümü ifadesi ile UAD Bosna kararının “bir kişi soykırımından mahkum edilmemiş bile olsa devlet soykırımı suç ortağı olmaktan sorumlu tutulabilir” ifadesinin birikte okunması olasılığı bulunmaktadır.
Soykırımı Sözleşmenin Giriş bölümünde “tarihte vuku bulan soykırımlarına” yapılan atıf ile, UAD’nin Bosna kararının “Uygulanacak Hukuk” bölümünde kayıtlı “ Bir kişi daha önce yetkili bir mahkeme tarafından soykırımından mahkum edilmemiş bile olsa, Devletin soykırımı suçu işlemek veya soykırımınun suç ortağı olmaktan sorumlu tutulabileceği” ifadesi, birlikte okunursa, konu ileride bir şekilde UAD’na intikal ettiği takdirde, bunun 1915 olaylarını soykırımı olarak niteleyenlere hukuksal dayanak oluşturabileceği düşünülebilir. Asyrıca, UAD’nın Bosna ile ilgili kararının bir çok yönden siyasetin gölgesi altında kaldığını gözlemlemek bu konudaki görüşümü güçlendiriyor.
b- Özel kasıt isbatlanamaz ise soykırımından söz edilemez
Bunun yanında, kararda özel kasıt “dolus specialis” olarak,“herhangi bir eylemin soykırımı sayılabilmesi için, korunan gruba mensup insanları tamamen veya kısmen sırf o gruba mensup bulundukları için yok etme kasdının var olması gerektiği” belirtilmektedir. 1915 olaylarında böyle bir kasdın olmadığını kanıtlayan pek çok belgeye sahip bulunmamız, Türkiye’nin pozisyonunu güçlendiren bir öğedir.
Ayrıca, 1915-1916 yıllarında çeşitli suçlardan yargılanarak mahkum edilen, 67’si idam cezası alan yaklaşık 659 görevli ye da vatandaş bulunması[1], bu alanda devletin kovuşturma ve suçluları cezalandırma görevini yerine getirdiğinin kanıtıdır. Soykırımı yapmak isteyen Hükûmet, bunca görevlisini ve yurttaşını çeşitli suçlardan mahkum eder miydi?
Bosna davası ile ilgili UAD kararında, bir kaç kez, “Bosna’da yaşanan öldürme olaylarının faillerinin Bosnalı Müslümanları tamamen veya kısmen ortadan kaldırma saiki ile hareket ettikleri kanaatine varılamamış olduğunun” ileri sürülmesi dikkat çekicidir. Divan bu kanıya belge üstünde yaptığı inceleme sonunda varmıştır. Ancak bu, netice itibariyle, subjektif bir takdir sorunudur. Divan aksi yönde kanaat te belirtebilirdi. Yargıçların Sırbistan ‘ın özel kastı dolus specalis olmadığı değerlendirmesi, 1915 olayları ve Osmanlı Hükumeti söz konusu olunca, farklı bir sonuca varılmasını etkilemeyebilir.
c-Özel kastı isbat yükümlülüğü iddiada bulunana aittir.
“Kasıt unsurunun tam anlamiyle ve kesin biçimde var olduğunu isbat etme yükümlülüğü davayı açana ait bulunmaktadır.” Ancak, bu konuda Ermenistan’ın veya bir başka Devletin Türkiye Cumhuriyetine karşı mahkemeye gitmesi pek beklenmediğinden, siyasi iddia bağlamında kasıt unsurunu isbatlama zahmeti soykırımı iddiası sahipleri tarafından göz ardı edilmekte, “ çamur at, izi kalsın” politikası uygulanmaktadır. Türk tarafı ise “ soykırımının herkes tarafından kabul edilen bir gerçek olduğu” iddiaları karşısında , Soykırımı Sözleşmesinin, soykırımı suçunu diğer eylemlerden ayırt eden en önemli nitelik olan (dolus specialis) özel kastın bulunmadığını isbata çalışan taraf durumuna düşmüştür.
d- UAD yetkili mahkemenin kararına gereksinme duymadan kendi değerlendiremesini yapma kararını almıştır. 1948 Sözleşmesi kuralları aşınmaktadır.
Bosna davasında ilgi çeken bir diğer önemli husus, UAD’nın soykırımının varlığı ya da yokluğu konusunda “kendi değerlendirmesini yapmağa karar vermiş” bulunmasıdır. Başka bir anlatımla, UAD Soykırımı Sözleşmesinin yetkili mahkemeye ilişkin açık hükmüne rağmen, bu alanda karar verme konusunda kendini yetkili görmüştür. Divan, kararında, Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Divanının (EYUCD) Srebrenitsa’da soykırımı suçu işlendiğine dair kararını “önemli ölçüde inandırıcı” “highly persuasive” bulduğunu söylüyor. Ben, UAD’nın kendi kararını EYUCD kararına dayandırmasını beklerdim. Zira Soykırımı Sözleşmesine göre, zanlının soykırımı suçu işleyip işlemediği – yani soykırımı özel kasıtının bulunup bulunmadığı- konusunda karar vermeğe yetkili mahkeme, ya yerel mahkeme ya da bir uluslararası ceza mahkemesidir. Yetkili mahkeme zanlının eyleminin soykırımı olup olmadığına karar verdikten sonra, UAD, ilgili devletin sorumluluğu konusunu ayrıca karara bağlamak durumunda olmalıydı. Ancak bu durum, 1948 Sözleşmesinin yetkili mahkeme kuralının içtihatlarla aşındırıldığını da göstermektedir. İlerisi için önemli bir gelişmedir bu.
Divan, kararında Srebrenitsa eylemlerinde Bosna Hersek Sırp halkının kendi kendine ilan ettiği Cumhuriyetin (Sırpska Republika’nın) ordusu VRS’in esas görevlilerinin (main staff), Srebrenitsa’daki Bosnalı Müslümanları 13 Temmuz 1995 tarihinde, tamamen veya kısmen yok etmek kasdı ile hareket ettiklerini, başka bir deyimle soykırımı suçu işlediklerini saptadığını belirtmektedir. Ama, UAD bu konuda karar verme konusunda yetkili yargı organı değildir ki…. Yetkili yargı organı Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesidir. Anılan mahkeme iki VRS mensubunu soykırımı suçu işlemekten mahkum etmişti. UAD bu soykırımı suçundan Devletin sorumlu olup olmadığı konusunda karar vermeğe yetkiliydi. Arada önemli fark vardır. UAD ceza mahkemesi değildir.
e- Soykırımı suçunda Devletin sorumluluğu
UAD, Devletin sorumluluğundan söz ederken “Devletin ancak soykırımı suçu işlendiği takdirde sorumlu tutulabileceğini” belirtmektedir. “ The Court also notes that a State can be held responsible only if a genocide was actually commited” . Ancak, daha önce de vurguladığım gibi, Sözleşmeye göre soykırımı suçunun takdiri konusunda yetkili olan mahkemeler, eylemin vuku bulduğu ülke mahkemesi veya bir Uluslararası Ceza Mahkemesidir. UAD bu hususu tesbit ettikten sonra Devletin sorumluluğu konusunun kendi yetkisi dahilinde bulunduğunu belirtseydi, ortaya çıkan muğlak duruma açıklık kazandırmış olurdu.
Soykırımı Sözleşmesinin 4. maddesi, soykırımı suçunu işleyen kişilerin cezalandırılacağını açıkça söylemektedir. Bu kişiler anayasalarına göre yetkili yöneticiler veya kamu görevlileri ya da özel kişiler olabilir. Bu madde Devletin sorumluluğundan söz etmemektedir. 1948 yılında Sözleşmenin müzakeresi sırasında Birleşik Krallık temsilcisi , soykırımı suçuna ilişkin cezai sorumluluğun sadece özel şahıslara veya derneklere değil, Devletlere, hükumetlere ya da Devlet veya Hükumetin organ veya yetkili makamlarına de sirayet ettirilmesini önermişti[2]. Bu öneri 22 lehte, 24 aleyhte oyla reddedilmişti. Ancak, oylar arasındaki farkın azlığı, devletin de sorumlu olmasını yeğleyenlerin sayısının azımsanmayacak boyutlarda bulunduğunu göstermektedir. Bu kesim, Sözleşmenin 9. maddesinde bulunan “Devletin sorumluluğu konusunda çıkan uyuşmazlıklar dahil” sözcüklerinin kapsamını genişletmek istiyor. Gelişmeler, Soykırımı Sözleşmesinin ölü doğduğunu ileri süren ve Sözleşmenin uygulama ve etki alanı genişleterek, bu ağır suçun cezasız kalmamasını isteyen soykırım hukukçularının, düşünürlerin ve bazı siyasetçilerin etkilerini -Uluslararası Adalet Divanı başta olmak üzere, örneğin Avrupa Birliği Çerçeve Kararı ile de- hissettirmeğe başladıklarını kanıtlamaktadır. Ancak, UAD kararına yüz sahifeden fazla ayrıkçı görüş yazan yargıçların, kararın içerdiği çelişkilerden ve Soykırımı Sözleşmesinin -ruhuna denilemese bile- lafzına aykırı alan genişletici yorumlardan memnun olmadıklarını göstermektedir. Ama, Divanın kararı nihaidir, temyizi de yoktur. İleride alınacak kararlar açısından ayrıkçı görüşler değil, Divanın oy çokluğu ile aldığı karar emsal teşkil edecektir.
Son dönemde özellikle Avrupa Birliği Soykırımı Sözleşmesi yerine, Roma Anlaşması ile kabul edilen Uluslarası Ceza Divanı Statüsünün oluşturduğu uluslararası hukuk çerçevesini tercih etmekte bulunduğunu göstermiştir.
Avrupa Birliği ırk ayrımcılığı yabancı düşmanlığı çerçeve kararı
7) Avrupa Birliği çerçevesinde ırk ayrımcılığı ve yabancı düşmanlığına yönelik çerçeve yönergesi hazırlanması çalışmaları yeni değildir. Bu konudaki ilk adımlar 1992 yılında atılmıştı. Daha sonra Irkçılık, Yabancı Düşmanlığı ve Yahudi Düşmanlığına İlişkin Kahn Komitesi Raporuna dayanılarak hazırlanan Komisyon Bildirgesi (Communication) 1995 Aralık ayında kabul edilmişti. O sırada dönem başkanlığını yürüten İspanya , Maastricht Anlaşmasının (K) maddesine dayanarak Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığına Karşı Bir Ortak Eylem Belgesi taslağı hazırlamıştı. Bu belge üye Devletleri, ayrımcılığın alenen teşvikini, renk, ırk, din veya ulusal ya da etnik köken nedeniyle şiddet kullanımını, insan haklarının ihlalini, ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını özendiriici yazılı ve diğer haber ve resimlerin basımını ve dağıtımını, insanlığa karşı suçların alenen hoşgörülmesini, ırkçı, etnik ya da dinsel nefret nedeniyle ayrımcılık yapılmasına yönelik grup, örgüt ve derneklerin faaliyetlerini yasaklamaya ve bu eylemleri cezalandırmaya yönelik yasal düzenlemeler yapmaya yöneltmekteydi. O dönemde bu Eylem Planını İngiltere dışındaki diğer 14 üye devlet uygun bulmuştu. İngiltere ise bağlayıcı olmayan bir karar yeğlediğini belirtmiş ve bu bağlayıcı taslağın kabulünü bloke etmişti.
Daha sonra 2001 yılında Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı ile Mücadele başlıklı bir Konsey Çerçeve Kararı tasarısı hazırlandı. Bu karaın metnine internet ortamından ulaşılabilir.
Bu belgede konunun tarihçesi ve gerekçeleri anlatılıyor. Belgeye internet üzerinden ulaşmak mümkün olduğu cihetle, belge içeriğini burada ele almayacağım. Ancak konumuzu ilgilendirdiği için, 2001 yılı taslağının, “Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığına dair Suçlar” başlıklı 4. maddesinin c fıkrasının Irkçılık ve yabancı düşmanlığı amacıyla Uluslararası Ceza Divanının 6,7 ve 8. maddelerinde tanımlanan soykırımını, insanlığa karşı suçları ve savaş suçlarını affetmek (hoşgörmek) eylemini içerdiğinin altını çizmeliyim. Çerçeve kararının 12 maddesine göre, bu suçları işleyenleri cezalandırma konusundaki yetkili mahkemeyi her üye ülkenin kendisi saptayacaktır.
Karar, Soykırımı Sözleşmesinin soykırımı suçunu işleyeni saptama ve cezalandırma konusunda yetkili olan Mahkeme kuralını hukuken değiştirmemektedir. 1948 Sözleşmesi geçerli olduğu sürece, değiştiremez de. Şimdi, çerçeve karar ile standardize edilmek istenen suç, varlığı saptanmış bir soykırımı suçunun inkarına ya da hoşgörüyle karşılanmasına dairdir. Bu bağlamda AB Konseyi karar tasarısı dış görünüş itibariyle Türkiye açısından bir sorun oluşturmayabilir. Ancak karar taslağı kabul edilirse, uygulamada istemediğimiz sonuçlarla karşılaşmamız olasıdır. En başta, inkâr suçu işlendiği savı ile karşılaşacak olan yargı organı, varlığı inkar edilen eylemin soykırımı olmasa bile, insanlığa karşı suç tanımına uyduğunu söyleyerek karar alabilecektir. (İsviçre Federal mahkemesinin Perinçek kararının gerekçesinde bu yolu izlemiş bulunması son derecede dikkat çekicidir.) Başka bir anlatımla, yerel mahkeme, UAD’nin yaptığı gibi, yetkisinin sadece soykırımı suçu ile sınırlı olduğunu ve insanlığa karşı suça veya savaş suçuna karışamayacağını belirtmeyecektir. Zaten, halk –ve siyasetçiler- soykırımı ile insanlığa karşı suç kavramları arasındaki farkı bilmemektedir ve onlar açısından önemli olan inkar suçunu işleyenin mahkum edilmiş bulunmasıdır.
AB Çerçeve kararı Soykırımı Sözleşmesine değil, Uluslararası Ceza Divanının Statüsünündeki soykırımı tanımına yollama yapmaktadır. Anılan Statünün 6. maddesi soykırımı tanımını yaparken Soykırımı Sözleşmesinin lafzını aynen almış olmakla birlikte, 1948 Sözleşmesine atıfta bulunulmamaktadır. Böylece, özellikle yetkili mahkeme kuralı konusunda “ kartlar karıştırılmış” , konu muğlaklaştırılmıştır. Soykırımı teriminin her vesile ile hukuki çerçeve dışına çıkılarak kullanılması, Fransa Parlamentosu ile Lozan Polis Mahkemesinin de “genellikle kabul edilen tarihi gerçek” tanımlaması ile 1915 olaylarına soykırımı yaftasını yapıştırması muvacehesinde, pek çok başka ülke adliyesinin de taklitçilikle veya emsal uygulaması ile benzer kararlar vermesi ihtimal dahiline girecektir.
Bu konuda değinmek isteyeceğim son husus, 1915 olaylarının zamanla
a-yetkili mahkeme: ulusal mahkeme ya da Uluslararası Ceza Mahkemesi cenderesine girmemiş bulunan;
b- yukarıda değinilen dolus specialis koşulu nedeniyle isbatı çok güç olan soykırımı çerçevesinden çıkarılıp İnsanlığa Karşı Suçlar çerçevesine sokulmak istenmesi olasılığının güçlenmekte bulunduğudur.
Örneğin Ahmet İnsel ve Michel Marian’ ın Fransa’da yaptıkları bir söyleşiye ilişkin “ Dialogue sur le tabou arménien” adlı kitapta Ahmet İnsel, olayların insanlığa karşı suç çerçevesinde mütalaa edilebileceğini belirtmiştir.
Bu bağlamda geçen yıl soykırımının hukuksal yanlarını görüştüğüm iki Alman uzman, 1915 olaylarının soykırımından ziyade insanlığa karşı suç kapsamına girmekte olduğunu düşündüklerini belirtmişlerdi. Bu görüşlerin diyaspora Ermenilerine de duyurulduğu bana söylenmişti. Ermeni soykırımı iddiaları ile ilgili ihtilafın çözüme bağlanması çabalarından olmak üzere, günün birinde, 1915 eylemlerinin soykırım değil, ama insanlığa karşı suç kapsamına girdiğinin kabulü yönünde yeni bir söylemle karşılaşmak beni şaşırtmayacaktır. Hazırlıklı olmamız ve soykırımı suçları, insanlığa karşı suçlar alanındaki gelişmeleri yakından izlememiz gerektiği düşüncesiyle kaydetmek istedim
Türk Ceza Kanununda İnsanlığa Karşı Suç tanımı
Türkiye’nin yeni Ceza Yasasının İnsanlığa Karşı Suçlara ilişkin 77 maddesinin Roma Statüsünün 7. maddesindeen farklı kaleme alındığı , bu arada “ Sürgün ya da halkın zorunlu olarak göç ettirilmesi” eyleminin anılan 77. maddede İnsanlığa Karşı Suçlar çerçevesine sokulmadığı, konuyu izleyen yerli veya yabancı uzmanlar ve AB Komisyonu tarafından bilinmektedir. Bir süre sonra, AB mevzuatına uyum sağlanması gerekçesiyle, Türkiye’den Ceza Yasasının 77. maddesini değiştirmesi ve Roma Statüsünün 7. maddesini benimsemesi istenebilir.
.SONUÇ
Soykırımı savları konusunda uluslararası yargıya başvurulmasına ilişkin olarak Türkiye’de yapılan uzman toplantılarına sunulan yazılı ve sözlü katkıları, Uluslararası Adalet Divanının (UAD) Bosna Hersek/Sırbistan Karadağ davasının kararını, Lozan Polis Mahkemesinin Doğu Perinçek davası mahkumiyet kararını ve İsvicre Federal mahkemesinin gerekçeli kararını, daha sonra üç Türk konusunda İsviçre’nin Winterthur mahkemesinin verdiği mahkumiyet kararını, nihayet Avrupa Birliğinde yürütülen Irk Ayrımcılığının Önlenmesi ve Cezalandırılması Çerçeve Kararını (Yönergesini) irdeleyerek vardığım sonuç, bu aşamada Türkiye Cumhuriyeti Hükumeti olarak devlet adına Uluslararası adalet Divanına,, Uluslararası Tahkim Mahkemesine veya Mvrupa Konseyine başvurmanın, asılsız soykırımı savlarının önünün yargı yoluyla kesilmesi açısından istediğimiz sonucu sağlayamayacağı yönündedir.
Buna karşılık, soykırımının inkarı gerekçesiyle alınacak yargı kararlarından zarar gören veya mağdur olacağı izlenimini edinen (vatandaş olsun/ olmasın) bireylerin (potansiyel mağdurların) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde açacakları, iyi hazırlanmış ve bugüne kadar AİHM aldığı kararların içeriğini de göz önünde tutan bir dava ile –dolaylı- sonuç almaları mümkündür.
Doğal olarak, Ermenistan Cumhuriyeti ya da bir başka devlet Türkiye Cumhuriyetine karşı hukuk yoluna başvurursa gereken hukuksal değerlendirme ayrıca yapılacak ve yanıtı verilecektir. Ancak Ermenistan Cumhuriyetinin bugüne kadar uluslararası yargıya başvurmamış olması, onların da bu alanda sonuç alamayacaklarını değerlendirdiklerini kanıtlar; bu nedenle, siyasal baskı yoluyla amaçlarına ulaşmaya çalışıyorlar.
Türkiye ilk aşamada, 1915’te soykırımı suçu işlendiğinin “tartışması yapılamayacak bir tarihsel gerçek olduğu” savını çürütmeğe yönelik politikalar izlemelidir. Bu da soykırımı tezinin tartışmalı olduğu, bu konuda karşı görüşlerin bulunduğu tezini kabul ettirmeğe yönelik olmalıdır.. “Tarihin tarihçilere bırakılması” “ Ortak tarih komisyonu kurulması” söylemleri de bunu sağlamak isteyen adımlardır. Bunun için, yurt dışında, özellikle soykırımı suçu işlendiği görüşünü savunan ya da kabul eden ülkelerde, konunun tartışılmasına her fırsatta iştirak edilmesi ve elde mevcut verilerle, soykırımı suçunun oluşması sonucunu veren öğelerin oluşmadığının – ya da en azından bunun aksini gösteren verilerin de bulunduğunun – anlatılması, akademik çevrelerde, soykırımı uzmanlarını bir araya getiren uluslararası sivil toplum örgütlerinde sürekli çaba harcanması, parlamento (veya komiteleri) üyelerine izahat verilmesini sağlayacak kanalların açılması, bu sunuş ve tartışmaların yapılmasına mani olan engellerin bertaraf edilmesi öncelikli hedeflerimiz olmalıdır.
Bu çabalar, kanımca , şu görüşlerle desteklenmelidir :
ADİL HAFIZA
-Türkiye’nin 1915’te yaşayan trajediyi yadsımadığının altı çizilmelidir. Hukuksal bir terim olan soykırımının kabul edilmemesi , 1915’te yaşanan trajedinin reddedildiği anlamına gelmez. .Bu konuda farklı görüşümüz, o trajediden zarar görenlerin selektif olarak algılanması, tarihin bazı sayfalar atlanarak okunmasından kaynaklanmaktadır. Bu açıdan Dışişleri Bakanı Sayın Davutoğlu’nun dile getirdiği ADİL HAFIZA oluşturulması tezi ısrarla ve sürekli olarak dile getirilmelidir.
1915 yılı trajedisinde hayatını kaybeden ve/veya büyük zararlar gören Hristiyan olmayan Osmanlı yurttaşlarının acılarının yok sayılması -ve bugün yüz yıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen- ırk ve din ayrımcılığına devam edilmekte bulunulması, tarih sayfalarının selektif okunması kabul edilebilecek bir husus değildir.
-YÜRÜRLÜKTE OLAN YASALARA GÖRE CEZALANDIRILMIŞ OLAN SUÇLAR YENİDEN CEZALANNDIRILMAZ VE BUNLARIN NİTELİĞİNİN GERİYE DÖNÜK OLARAK DEĞİŞTİRİLMESİ HUKUKEN KABUL EDİLEMEZ
O dönemde Osmanlı yasalarına göre suç işleyenler cezasız kalmamıştır. 1916 yılınde 1650 Osmanlı yurttaş ve görevlisi tehcir sırasında işlenen suçlar nedeniyle yargılanmış ve yaklaşık 660’ı mahkum edilmiştir Şimdi o suçlar nedeniyle, bütün bir ulus -çağdaş hukuk ilkeleri çiğnenerek- töhmet altında bırakılmakta, suçun niteliği ve bir kısım özneleri değiştirilmek istenmekte, yargısız infaz uygulanmakta ve bundan siyasal çıkar sağlanmak istenmektedir.
–Eldeki belgeler Osmanlı Ermenilerini – sırf Ermeni oldukları gerekçesi ile- kısmen veya tamamen yok etme kastının bulunmadığını kanıtlamaktadır. Bu durumda o eyleme hukuksal bağlamda soykırımı denilemeyeceği Uluslararası Adalet Divanının kararlarında açıklanmıştır. Türklerin büyük çoğunluğu, diğer ülkelerin uluslararası hukuka uygun davranılmasını bekliyorlar.
Kanımca kaçınılması gereken söylemler ise şunlardır:
-“Kötü örnek emsal teşkil etmez” ilkesinden hareketle, . diğer bazı ülkelerin ve ulusların tarihte soykırımı suçuna benzer eylemler yaptıklarını ileri sürmek, başka bir anlatımla “tenceremin dibi kara- seninki benden kara” söylemini benimsemek, kanımca, davamıza yardımcı olmaz. Bu söylem, karşımızdakilerin 1915 yılında soykırımı suçu işlendiğine dair kanısını değiştirmez; aksine güçlendirir.
-Benzer şekilde, ülkemizde varlığına göz yumulduğu Sayın Başbakan tarafından da beyan edilmiş olan , çoğu kadın, kaçak Ermeni işçilerin, başka ülke parlamentoları soykırımı savını kabul ettikleri için, adeta ceza olarak, şimdi , sınır dışı edilebilecekleri söylemi de ülkemize puan kazandırmamıştır .
– Bunun yanında Hükumetin yapacağı dış politikaya ilişkin genel değerlendirmeler çerçevesinde,(1915 yılında veya son zamanlarda iddia edildiği veçhile 1915-1923 döneminde) Osmanlı Ermenilerine soykırımı suçu işlendiğine yönelik siyasal nitelikli parlamento kararlarına karşı – bu kararların çoğunun Hükumete (veya AB Komisyonu ve Konseyine) tavsiye niteliği taşıdığı da göz önünde tutularak- Büyükelçimizi istişare amaci ile bir süre geri çekmek gibi -ne derecede sonuç alıcı olduğu tartışmalı ve daha ziyade iç kamu oyunu tatmine yönelik- siyasal nitelikli eylem ve kararlar ile
uluslararası ticaret hukukuna veya AB müktesebatına aykırı düşmeyecek ekonomik nitelikli tercihler (mukabele bilmisil oldukları açıklanmadan) elbette gündeme getirilebilir. Ancak bunlardan bugüne kadar istenilen sonucu sağlamadığı da hesaplanmalıdır.
-Soykırımı savlarının irdelenmesinin tarihçilere bırakılması söyleminin, bu savların gündeme getirilmesini engellemesi beklenmemelidir.Soykırımı iddiaların zaman zaman gündeme getirileceği gerçeği ile yaşamayı öğrenmek ve bunların nasıl karşılanacağı konusunda yeni düşünce ve davranış stratejileri oluşturmakta yarar vardır.
Pulat Tacar
[1] Do. Dr. Yusuf SARINAY,” Ermeni Tehciri ve Yargılamaları 1915-1916” ; “Türk Ermeni İlişkilerinin Gelişimi ve 1915 Olayları Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, Gazi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve Inkilap Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi, 2006, Sh.263,264 (Bu bilgiler Osmanlı Dahiliye Nezaretinden Hariciye Nezaretine gönderilen 19 Şubat 1916, 12 Mart 1916 ve 22 Mayıs 1916 tarihli gizli yazıların ekinde yer alan listelerden derlenmiştir.)
[2] UN doc.A/C.6/236 Corr 1 in Offiicial records of the General Assembly Part I. Sixth Com. Annexes, 1948.P.24.
===============================================================
SOYKIRIMI KONUSUNDA ULUSLARARASI HUKUKA BAŞVURU HAKKINDA
( ZAMAN GAZETESİ : NURİYE AKMAN İLE : SOYLESİ) 15 Mart 2008
Bir yanıt yazın