Turkish forum danisma kurulu uyesi Pulat Tacar; Cakarta’da, Avrupa Birliği ve UNESCO nezdinde büyükelçilik, daimi temsilcilik; Dışişleri Bakanlığı merkez teşkilatında Kültür İşleri genel müdürlüğü yaptı. 1996’da emekli oldu.
Siyasetin Finansmanı’, ’50’nci Yılında UNESCO; Mozart Gibi Beyhude mi?’ ve 1999’da Yunus Nadi sosyal bilimler ödülüne layık görülen, ‘Terör ve Demokrasi’ adlı kitaplarının yanı sıra Türkiye’de ve yurtdışında yayınlanmış ‘İslam’da Hoşgörü’, ‘Türkiye-AB İlişkileri’ konularında çeşitli incelemeleri ve makaleleri var. İsviçre Federal Mahkemesi’nin Doğu Perinçek kararına ilişkin 50 sayfalık bir hukukî incelemeyi yeni tamamladı. Kendisiyle, soykırım iddialarının tahkime veya Uluslararası Adalet Divanı’na gidilerek çürütülebileceğine ilişkin görüşlerin gerçekçi olup olmadığını konuştuk.
Soykırım iddialarının nasıl çürütülebileceğine dair değişik görüşler okuyorum. En son CHP Milletvekili Şükrü Elekdağ, Fransa’ya karşı Uluslararası Adalet Divanı (UAD)’na başvurulmasını önerdi. Hükümetin, Uluslararası Daimi Hakemlik Mahkemesi’ne gitmeye hazırlandığı haberleri geliyor. Ne diyorsunuz? Bu seçenekler sorunu çözer mi?
Her iki seçeneğin de sonuç alıcı olmayacağı görüşündeyim. Fransa, 2001 yılında “Fransa, 1915 Ermeni soykırımını tanır” şeklinde, tek cümlelik, yaptırımsız bir yasa kabul etmişti. 1915 olaylarına soykırıma denilemeyeceği görüşünü savunan Türk hükümeti, Fransa ile Türkiye arasında bu nedenle bir uyuşmazlık oluştuğunu ileri sürerek, UAD’ye başvurursa, bunun dayanağı 1948 Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi (BMSS)’nin 9. maddesi olacaktır. Bu maddeye göre, “Sözleşme’ye taraf olan devletler, Sözleşme’nin yorumu, uygulanması ve yerine getirilmesi konusunda ihtilafa düşerlerse, uzlaşmazlığın taraflarından biri UAD’ye başvurma hakkında sahiptir.” Sorunun kadıya gitmeden önce diyalogla halli ümidi varsa bu elbette denenebilir.
Ama Fransa örneğinde sonuç beklenemeyeceğini herkes biliyor. Neden UAD’ye başvurulmasın ki?
Sayın Elekdağ, UAD’den “1) Fransa Parlamentosu’nun Osmanlı Devleti hakkında soykırım kararı alma yetkisine sahip olup olmadığı; 2) 1915 olaylarının BMSS’nin 2. maddesine göre soykırım olup olmadığı hakkında karar vermesinin istenmesini” öneriyor. UAD böyle bir taleple karşılaşınca, yanıt arayacağı ilk soru, iki devlet arasında bir uyuşmazlığın bulunup bulunmadığıdır.
Uyuşmazlığın olduğu ortada değil mi?
O kadar basit değil. Taraflardan birinin “uyuşmazlık var” demesi yetmiyor. Hukukî anlamda uyuşmazlık oluştuğunun saptanması çok karmaşık bir konudur. Böyle bir başvuru karşısında, Fransa, “Türkiye Cumhuriyeti ile kendisi arasında bir hukukî ihtilaf bulunmadığını” söyleyecek, “29 Ocak 2001 tarihli yasanın Fransız halkının vicdanında yer alan, halkın büyük çoğunluğunun görüşünü yansıtan ve Soykırım Sözleşmesi’nin giriş bölümündeki -tarihin her döneminde soykırım suçu işlendiğine- dair ifadeye dayanılarak parlamento tarafından kabul edildiğini; bu yasa ile Türkiye Cumhuriyeti’nin sorumlu tutulmadığını; ayrıca 1948 Sözleşmesi geriye doğru yürütülemeyeceğinden, Türkiye’nin başvurusunun Soykırım Sözleşmesi’nin uygulanması ve yorumlanması çerçevesine girmeyeceğini, bu nedenle Sözleşme bağlamında bir ihtilaftan da söz edilemeyeceğini” beyan edebilecektir.
UAD’nin, ulusal parlamentoların belli yasaları çıkarmaya yetkili olmadığına hükmetme yetkisi var mı?
Hayır yok. Ayrıca, UAD’nin 1915 olaylarının soykırım olup olmadığı konusunda karar vermesi, Soykırım Sözleşmesi ile UAD’ye verilen görev alanının dışında kalır. Zira Sözleşme, kişi veya kişilerin; -dikkat ediniz “devletin” demiyorum- soykırım suçu işledikleri hususunda karar alma yetkisini, eylemin vuku bulduğu ülkenin yetkili mahkemesine veya bir uluslararası ceza mahkemesine vermiştir. UAD ise soykırım suçu işlenmişse, ilgili devletin sorumlu olup olmadığına, sorumlu ise tazminat, iade ve başka yaptırımlar uygulanmasına karar verme yetkisine sahiptir.
Yani Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak da var!..
UAD’nin 1915 olayları için Türkiye Cumhuriyeti’ni tazminata veya taşınmaz mal iadesine mahkûm etmesi söz konusu değildir. Soykırım Sözleşmesi geriye doğru işlemiyor. Bu yönde en ufak bir imkan, bir umut ışığı olsaydı, Ermenistan Cumhuriyeti, UAD nezdinde çoktan dava açardı. Ermeni diasporasının ve Ermenistan’ın istediği, Türkiye’yi siyasal baskı altında tutmak, 1915-1916’da göç ettirilen veya hayatlarını kaybedenler için sembolik tazminat koparmak ve Batı Ermenistan diye adlandırdıkları Doğu illerimiz üzerindeki kuramsal taleplerini Ermenileri dayanışma içinde tutan bir çimento, bir millî dava olarak ileri taşımaktır.
UAD, Soykırım Sözleşmesi’nin geriye doğru yürütülemeyeceğini açıklayamaz mı?
Türkiye, dava için başvurursa açıklayabilir. Ama bu açıklama, 1915 olaylarının soykırım olduğunu ileri sürenleri susturmaz. Zira, “geriye doğru işlememe” kuralı usule ilişkindir, içeriğe değil. Nitekim, Ermenileri ve Türkleri ABD inisiyatifi ile gayriresmi olarak bir araya getirmeye çalışan Barıştırma Komitesi yetkililerinin yazdırdıkları bir raporda, “Soykırım Sözleşmesi geriye doğru işlemez; işlemiş olsaydı 1915 eylemleri soykırım sayılırdı” sözleri yer almıştı. UAD’nin Türkiye’nin talebini “ihtilafın hukuken oluşmadığı” ve “1948 Sözleşmesi’nin geriye yürütülemeyeceği” gerekçeleriyle kabul etmemesi büyük bir olasılıktır. UAD yargıçları bu “hassas konuda” karar vermekten kaçınacaklardır.
Siyasal etki altında kalacakları için mi?
Divan yargıçları Bosna’nın Sırbistan’a açtığı davada aldıkları kararda soykırım suçunda özel kasıt bulunmasına ilişkin kanıt eşiğini yükseğe çektiler ve soykırım suçunun ispatını güçleştirdiler. Sırbistan’ı sadece Srebrenitsa’daki soykırımı önlememekten sorumlu gördüler; ama tazminat ödemeye mahkûm etmediler. Malum, Sırbistan, AB üyesi yapılmak isteniyor. Hükümetleri tarafından uluslararası yargıçlığa aday gösterilen hakimlerin siyasal etkiler karşısında duyarsız kalamadıkları biliniyor. Ayrıca, emsal yaratılırsa, geçmişteki tüm olaylar UAD’ye taşınır.
Fransa’da 1915 olaylarının soykırım olduğunu yadsıyan görüş açıklayanları mahkûm etmeyi öngören tasarı Senato’dan geçmedi. Önümüzdeki süreçte bu konu tekrar gündeme gelir mi?
Günün birinde gelir. Şu sırada Fransa’nın başka öncelikleri var. Ama kanımca bundan daha ciddi bir durum var önümüzde. AB, soykırım suçu konusunda, bir seçenek olarak, her üye ülkenin mahkemesini, soykırım suçunun varlığını yadsıyan kişiyi cezalandırma konusunda yetkili kılan, ırkçılık ve yabancı düşmanlığına ilişkin bir yönerge hazırladı. Bu AB yönergesi yürürlüğe girince, Ermeni soykırımını yadsıyan bireyler, bir AB ülkesinin ulusal mahkemesince “varlığı tartışma konusu yapılamayacak bir tarihsel gerçeği inkâr suçundan” mahkûm edilebilirler. İsviçre’deki Lozan Polis Mahkemesi bunu yaptı. Kanımca, Fransız politikacılar ve bazı yöneticiler bu yönergeyi siper alacaklardır. Bu şekilde mahkûm edilecek birey, o ülkede iç hukuk yollarını tükettikten sonra Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin düşünceyi ifade özgürlüğüne ilişkin 10. maddesine aykırı davranış gerekçesiyle AİHM’ye başvurabilir.
Bu haktan Perinçek de yararlanabilir mi?
Tabii. İsviçre’de iç hukuk yollarını tüketen İP Başkanı Doğu Perinçek, şimdi mağdur sıfatıyla İsviçre’ye karşı dava açabilir. Bir diğer seçenek, Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Süheyl Batum’un makalelerinde önerdiği gibi, “düşüncesini ifade etmesi engellenen potansiyel mağdur” sıfatıyla AİHM’ye başvurmaktır. Bu davalar usulüne uygun biçimde açılır ve savunulursa -emsal kararların da gösterdiği gibi- kazanılabilir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de açılacak kişisel davaya müdahil olarak katılabilir.
Dava kazanılırsa ne olur?
1915’te yaşanan trajik olayların, soykırım olmadığı yolundaki görüşün açıklanmasının suç olmadığı, yani olayların soykırım sayılmayabileceği tescil edilmiş olur. Ama, o olayları soykırım sayanlar görüşlerini bu nedenle değiştirmezler.
Tahkime gidilse ne olur?
Bir meydan okuma olarak ve karşı tarafı kaçırarak siyasal puan kazanmak düşüncesiyle ortaya atılan Uluslararası Daimi Hakemlik Mahkemesi’ne başvurma önerisi, hukuken sakıncalıdır. Zira böyle bir başvuru, sorunun Soykırım Sözleşmesi çerçevesi dışına taşınmasını kabul ettiğimiz anlamına gelir. Yetkili mahkeme kuralını kendimiz delmiş oluruz. Daha da vahimi, ceza hukukunu ilgilendiren bir konunun özel hukuk ve tazminat konularında karar vermeye yetkili bir hakem mahkemesine götürülmesine önayak oluruz. Soykırım Sözleşmesi sınırları dışına bir kez çıkınca arkası çorap söküğü gibi gelir. Örneğin Soykırım Sözleşmesi dışında bırakılmış bulunan “ayaklanmaya karışmış siyasal grupları” kapsayacak incelemeler yapılabilir. Tahkime başvurmayı önerirsek karşımızdakiler dogmalarını tartışmaya açmamak için bunu kabul etmeyebilirler. Ama daha akıllı davranılırsa tahkimname üzerinde ön anlaşma sağlanamayacağını bildiklerinden, çözüm arıyormuş gibi yaparlar ve uzlaşmazlığın sorumluluğunu gene bize yıkarlar. Bu girişimden herhangi bir yarar sağlayamayız.
Sizin öneriniz nedir?
Önerim; Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak UAD’ye ya da Uluslararası Tahkim Mahkemesi’ne başvurulması yerine, mahkûm edilen mağdurun veya çok az sayıda potansiyel mağdur kişinin, düşüncelerini ifade etmelerinin engellendiği ve cezalandırıldığı gerekçesiyle bireysel başvuru yoluyla AİHM’ye gitmelerini özendirmektir. Bu önerinin doğal sonucu bir olayın soykırım olarak nitelenemeyeceği görüşünün -veya tam aksine “soykırımıdır” denmesinin- gerekçeli olarak, farklı düşünenleri tahkir etmeden, ırkçılık ve ayrımcılık yapmadan, ileri sürülebilmesinin mümkün hale getirilmesidir. Geçmişteki olayların bilim adamları tarafından incelenmesidir. Bilimin önü dogma ile tıkanmamalıdır. Ayrıca, çelişkili olduğu kuşku götürmeyen görüşlerin ortak komisyonlarında ele alınarak gerginliklerin azaltılması uzun vadede mümkündür.
Yaşanan acıların izleri nasıl silinecek peki?
Zihinlere yerleşmiş, yaşayan tüm tarafları acılara sürüklemiş olan “büyük felaketin” izleri bugünden yarına silinemez. Ancak, bugün yaşayanların birbirlerin sevinç ve acılarını paylaşarak uzlaşmalarını sağlamaya çalışmak da insanlık ödevidir. Siyasal nedenlerle parlamentolardan geçirilen soykırımı tanıma kararlarının, o kararı veren siyasetçiler tarafından geri alınacağını sanmam. Gene de gerekçeli karşı düşünce ve verilerle bu siyasetçileri aydınlatmak mümkündür…
Önemli olan, aranan iletişimin tonu. Öyle değil mi?
Elbette. Söylemimizin insancıl, çekilen büyük acıları üzüntü ile karşılayan, o olayların bir daha tekrarlanmaması için gerekli önlemleri almaya hazır olan, düşünceyi ifade özgürlüğünü kısıtlamayan bir yaklaşımı yansıtması gerekli. Öte yandan, kimilerinin acısına iştirak edilirken, aynı olayda büyük zararlar gören diğerlerinin acılarının yok sayılmaması, bu alanda ayrımcılık yapılmaması gerektiği de vurgulanmalıdır…
Bir yanıt yazın