Aklı başında her Türk vatandaşı gibi ben de kabul ve iddia ediyorum ki; Diyanet İşleri Başkanlığı, ülkemiz için son derece önemli Anayasal bir kurumdur. Diyanet İşleri Başkanlığı, en başta laik cumhuriyetimizin teminatıdır. Eğer böyle bir kurum olmasaydı, şimdilerde laik sistemimizin yerinde mutlaka yeller esiyor olurdu! Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı, en başta devletin, toplumun dini hayatını kontrol altında tutma ve disipline etme mekanizmasıdır. Eğer devletin elinde böyle bir mekanizma olmasaydı, inanın Türkiye, tarikatlar ve cemaatler sayesinde, bugünkü İran olmasa bile, en azından bugün Afganistan ve Pakistan’ın yaşadıklarını yaşıyor olurdu. Bu bakımdan, laikliğin sigortası olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuran ve onu anayasal bir kurum olarak hayata geçiren büyük Atatürk ve arkadaşlarına ne kadar teşekkür etsek azdır…
Gelin görün ki; Diyanet İşleri Başkanlığı, bünyesinde zaman zaman öyle adamlar barındırır ki; bu adamların sayesinde Diyanet, laikliğin sigortası olmaktan çıkar, adeta laik sistemin temelini oymaya çalışan bir kurum haline geliverir. Geçmişte Atatürk’e ve laik cumhuriyete dil uzatan Hasan Mezarcı, Şevki Yılmaz, Ramazan Yenidede gibi adamların, Diyanet’in yetiştirmesi olmasalar bile en azından bir dönem Diyanet’te görev aldıkları bilinmektedir. Bugün çeşitli soruşturmalar sebebiyle gündeme gelen bazı cemaatlerin liderlerinin de Diyanet’te çeşitli görevlerde çalıştıktan sonra emekli oldukları biliniyor. Çok uzaklara gitmeye gerek yoktur; daha geçenlerde uluslar arası bir terör örgütünün Türkiye’deki lideri olarak Muş’ta yakalanan bir kişinin Diyanet’ten emekli bir İmam-Hatip olduğu yansıdı gazetelere…
Diyanet İşleri Başkanlığımızı bu tür adamlardan temizleyebilmek için benim bir teklifim vardır: Bana göre tıpkı TSK’deki muzır adamları ayıklayan Yüksek Askeri Şura (YAŞ) gibi, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndaki muzır adamları ayıklayan bir kurum mutlaka oluşturulmalı ve mümkünse bu kurumun kararları da tıpkı YAŞ ve HSYK kararları gibi yargıya götürülememelidir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nda Başmüfettiş olarak çalışan Dr. Abdulkadir Sezgin, sevip saydığım bir şahsiyettir. En azından görünüşte sözünü esirgemeyen, yiğit bir adamdır. Bilgili ve aydın kafalı birisidir. Özellikle Alevilik üzerine araştırma ve incelemeleri, dolayısıyla kitapları bulunmaktadır. Ancak yazmış olduğu bir makalede dile getirdikleri, adı geçen hakkında şüphe duymamıza sebep olmuştur. Daha doğrusu yazdıklarını okuyunca, Diyanet’in en aydını böyleyse, dar kafalısı kim bilir nasıldır diye düşündük! Sayın Sezgin’in 06 Şubat 2010 tarihinde yazmış olduğu “28 Şubat Hukuku, 2010 Diyanet Uygulaması, Demokrasi ve Hukuka Uygun mu?” başlıklı makalesinde yazdıkları, gerçekten ürpertici önyargılarla doludur. Umarım bu önyargılar, sadece onun şahsına ait önyargılar olup, Diyanet çalışanlarının ortak kanaatleri değildir. Makalesinde diyor ki; Abdulkadir Sezgin:
“28 Şubat deyimi laikçi, askeri vesayetçi, ‘post modern’ bir darbeyi ifade ediyor. Günümüz iletişim araçları Özellikle de iktidar yanlısı olarak bilinen sesli, görüntülü ve basılı iletişim araçlarında vurgu yapılmayan günümüz yok. Bir takım ‘tarikat’ ve/ya ‘cemaat’ adıyla anılan, bin yıl süreceği söylenen 28 Şubat günlerinde mağdur oldukları bilinenlere ait basın-yayın araçlarında özellikle bu terimler kullanılıyor. Bu satırların yazarı, o dönemde, herkesin sustuğu sıralarda, zamanın Cumhurbaşkanı ve diğer yetkililerine mektuplar yazarak, 8 yıllık taşımalı eğitim sebebiyle Atatürk’ün hedeflediği ve uyguladığı kabullere bunun aykırı olduğu; köylerin sosyal, kültürel, ekonomik ve eğitim olarak yükselme açısından yanlış olduğuna işaret etmiş ve düzeltme talebinde bulunmuştu.”(1).
Görüldüğü gibi Sayın Sezgin 28 Şubat sürecinde “Herkesin sustuğu dönemde, 8 yıllık zorunlu temel eğitimin sakıncalı olduğu konusunda dönemin Cumhurbaşkanı ve diğer yetkililerine mektuplar yazdığını” söyleyerek, kendisine ayrı bir paye vermektedir. Oysa bu yaklaşım doğru değildir. Çünkü o dönemde kendisi gibi davranan pek çok aydın olmuştur Türkiye’de. Ki; bunlardan birisi de bu satırların yazarı olan ben fakirdir.
Zorunlu temel eğitimin 8 yıla çıkarılmasıyla özellikle din eğitiminin (Kur’an Kursları, İmam-Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri) bundan zarar göreceğini düşündüğüm için, o dönemde başta MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli olmak üzere, birçok kişiye mektuplar yazdım. Hatta Din eğitimi veren İmam-Hatip Liseleri’nde okuyan öğrencilere umut ve moral vermek için 1998 yılında yayınladığım ikinci şiir kitabım olan “Balyoz Harekâtı”nı bu okullara hizmet edenlere ithaf ettim. İthaf cümlesi aynen şöyledir; “17 Ekim 1951 yılında başlayan İmam-Hatip hareketinin 46. Sene-i devriyesinde bu okullara maddi ve manevi yönden destek olanların aziz hatırasına…”.
Yani, 28 Şubat sürecinin en ceberut şekliyle uygulamaya konulduğu bir zaman diliminde sıradan bir insan olarak ortaya çıktım ve böyle bir deli cesareti gösterdim ben. O dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalışan zevatı muhteremden hiçbir ses çıkmazken ve dönemin Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz ortaya çıkıp “Din eğitiminde oluşması muhtemel eksikliği biz yaz kurslarıyla giderebiliriz…” anlamında laflar ederek 28 Şubat’a açık destek verirken, biz aksini söyledik. Yani Sayın Sezgin hiç merak etmesin, o dönemde bu ülkenin gerçek dindarları ve vatanseverleri bir şekilde mutlaka üstlerine düşeni yapmaya çalışmışlardır.
O gün için öyleydi: Ancak ben, ülkemizin bugün geldiği noktada, bu kadar sayıda İmam-Hatip Lisesi’ne ihtiyaç bulunmadığını, Diyanet’in ihtiyacı dışındakilerin, başka liselere dönüştürülmesini savunanlardanım.
Abdulkadir Sezgin’in makalesinden, adı geçenin, Diyanet İşleri Başkanlığı Teftiş Kurulu’na İlahiyat mezunu olmayan, hukuk, iktisat, işletme ve kamu yönetimi mezunu olanlar arasından müfettiş alınmasına yönelik olarak 28 Şubat sürecinde hazırlanan ve geçtiğimiz günlerde işlerlik kazandırılan mevzuata karşı olduğu anlaşılıyor. Bu karşı oluşun sebebini anlamakta güçlük çektiğimi söylemek isterim. Sayın yazar her ne kadar;
“Kadere bakın ki, darbecilerin ‘terör örgütü’ suçlamalarına muhatap olarak, vesayetsiz tam demokrasinin konuşulduğu günümüzde bu 28 Şubat hukukunun iptal edileceği beklenirken, bu tüzük değişikliğinin uygulama yönetmeliği 3 Mart 2010 tarihli ve 27510 sayılı Resmi Gazetede güncelleştirildi. Yani 28 Şubat Diyanet’te yeniden dirildi ve yaşamaya başladı. Hayırlı olsun”(2) diyerek, sözde 28 Şubat sürecinin düzenlemelerine karşı çıktığını söylüyor ise de aslında maksadı bambaşkadır. Asıl maksadı, ilahiyatçıların ele geçirdikleri mevzii başkalarıyla paylaşmaya yanaşmama düşüncesidir. Kısaca büyük ölçüde tarafgirlik yapıyor Sayın Sezgin.
Daha da önemlisi; Sayın Sezgin’in bu karşı çıkışına gerekçe olarak ileri sürdüğü hususları, son derece önyargılı, yakışıksız, hatta aydın bir din adamına yakışmayacak tarzda çirkin bulduğumu söylemek isterim. Diyor ki makalesinde:
“Diyanet Laik, demokratik, hukuk devleti olan T.C.’nin dinle ilgili kuruludur. Ülkemiz halkının büyük çoğunluğu Müslüman’dır. Sosyo-kültürel ve psiko-sosyal sebeplerle halkımız Diyanet mensuplarının tamamını ‘din adamı’ yahut ‘dindar adam’ kabul etmektedir. Diyanet’in kurumsal kimliği, geçmişi ve halkın kabulü de bu yöndedir. Bu kurumun bu yönü ile son derece önemli ve yadsınamaz bir yanı bulunmaktadır. Bu sebeple de Diyanet Müfettişleri de halkın bu güvenine de sahip olmalıdır. Şimdi değişikliği kabul edersek şöyle bir olay cereyan edebilir ve bundan Diyanet bütün olarak güven ve itibar kaybeder. Yani Diyanet’ten beklenen kamu yararı zarar görür.”(3).
Anlaşılıyor ki; Sayın Abdulkadir Sezgin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı Meleklerin çalıştığı bir kurum, İmam-Hatip liselerini ve İlahiyat fakültelerini de Huri ve Melek yetiştiren birer fabrika olarak görüyor. Ona göre; işletme, iktisat, hukuk, siyasal ve kamu yönetimi gibi okullarda okuyanlar ise genelde dinsiz adamlardır! Onların dinle imanla alakaları yoktur. Diyanet’e, İmam-Hatip ve İlahiyat Fakülteleri dışındaki okullardan mezun olanlar giremesinler ki; Diyanet, “Melekler Yurdu” ya da “Melekler Ülkesi” olma özelliğini ila nihaye korusun! Maazallah başka okullardan mezun olanlar Diyanet’e yerleşirlerse Diyanet de tıpkı cumhuriyetin eseri olan diğer kurumlar gibi dinden imandan çıkar! Düşünce kısaca budur.
“Kadere bakın ki, darbecilerin ‘terör örgütü’ suçlamalarına muhatap olarak, vesayetsiz tam demokrasinin konuşulduğu günümüzde…” şeklindeki sözleri ise adeta bir yerlere mesaj yollar gibidir.
“Neden Diyanet Müfettişi(nin) İlahiyatçı ve Mesleki Tecrübesi Olmak Zorundadır?” şeklinde sormuş olduğu soruya Vermiş olduğu şu çirkin cevaba bakar mısınız lütfen:
“Olay Şu: Konya’ya iki Diyanet müfettişi birlikte göreve gitseler ve bunlardan biri meslekten İlahiyatçı, diğeri de hukukçu, iktisatçı, İşletmeci veya kamu yönetimi mezunu olsa, mesai bittikten sonra biri yatsı namazına, diğeri de iki kadeh bira içmek üzere bir yere gitseler. Biracı veya meyhanede bu adamın kimliği 15-20 dakika sonra anlaşılır mı anlaşılmaz mı? Elbette anlaşılır. İçki içenler bile bunu hazmedemez. Ayrıca biraz sonra falan efendinin Diyanet müfettişleriyle falan yerde içki içtiği haberi Konya’ya yayılır mı yayılmaz mı? Önce Konya’ya yayılan bu iş basın yoluyla ülke geneline yayılır. Bütün Diyanetçilerin içki içtiği şekline döner. Diyanet misyonunu kaybeder. Onun yerini illegal din adamları, cemaatler ve tarikatlar alır. Buna izin vermemek lazımdır… Öyle veya böyle Diyanet içinde fitneye sebep olacak ve ilahiyatçıların yanında yardımcılıkla ezilerek yetişecek, yetişirken dışlanacak biri nasıl Müfettiş olabilir? Hiçbir olumsuz yanı olmasa bile demokrasi ve hukuk dışı: laikçi, askeri vesayetçi, ‘post modern’ bir darbeyi ifade eden 28 Şubat hukukunu on yıl sonra uygulamak ne kadar demokrasi ve hukuka uygun olur?”(4).
Bu satırlardan sonra eğri oturup doğru konuşalım: Böyle bir yaklaşım, din adamına yakışan bir yaklaşım mıdır? İlahiyat Fakültesi dışındaki okullardan mezun olanların tamamının içki içtiğini, ya da İlahiyat Fakültesi’ni bitirenlerin hiçbirisinin içki içmediğini kim iddia edebilir? Diyanet’te müfettiş olarak çalışan bir adam, neden camiye değil de meyhaneye gitsin ki? En azından İlahiyat Fakültesi ve diğer fakülte mezunu Diyanet müfettişleri bazında da olsa; meyhaneyi caminin alternatifi olarak göstermenin kime ne faydası var? Normal şartlarda Diyanet’te çalışmayı kabul eden bir adamın, İslam’ın haram kıldığı içki ile ne derdi ve ilişkisi olabilir? Diyanet’te müfettiş olarak çalışma kapasitesi ve bilgisi olan bir adam (varsayalım ki; içki kullansa bile) öyle uluorta bir yerde içki içmenin her yönden risk taşıyacağını bilemeyecek kadar ahmak olabilir mi? Ya da bugün taşrada çalışan müftülerin ve pek çok din adamının, önünde selama durduğu ve kendilerinden emir aldıkları kaymakamların yetiştiği siyasal ve hukuk fakültelerinden mezun olmuş bir Diyanet Müfettişi, İlahiyat Mezunu müfettişlerin yanında neden eziklik duysun ki?
Sahi bu ilahiyatçılar kendilerini acaba ne zannediyorlar? Sayın Sezgin, neden acaba “Konya” örneğini verme gereği duymuştur? Din denilen duygu, sadece Konya’da mı yaşanıyor? Ya da Diyanet Müfettişi’nin içki içmesi sadece Konya’da mı ayıp karşılanır? Böyle absürtlük ve böyle saçmalık olabilir mi?
Oysa bugün, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda hukuk, iktisat ve işletme bilgisi olan müfettişlere ve diğer personele gerçekten büyük ihtiyaç vardır. Çünkü bu gün için Diyanet, birbirinden çok farklı mahiyette olan akçeli işlerle uğraşmaktadır. Genel bütçeden almış olduğu paylarla çeşitli yatırımlar yapmanın yanında, hac ve umre gelir-giderleri, ayrıca halen çeşitli resmi görevlerde bulunan Diyanet personeli tarafından kurulan onlarca Vakıf ve binlerce derneğin akçeli işlerinin denetimi, büyük ölçüde işletme ve muhasebe bilgisini gerektirmektedir. “Alan hesap aldığı kadar borçlu, veren hesap verdiği kadar alacaklı” şeklinde işleyen en basit muhasebe kuralını bile bilmeyen, “Kasaya para yatırdığımızda kasa neden borçlu olsun?” ya da “Bankadan para ödediğimizde banka neden alacaklı olsun?” diye soran bir İlahiyat Mezunu Diyanet Müfettişi, asla gereği gibi teftiş yapamaz.
Bu bakımdan ben, Sayın Sezgin’in aksine, 28 Şubat sürecinin ürünü de olsa, 3 Mart 2010 tarihi itibarıyla DİB Teftiş Kurulu Tüzük değişikliğinin uygulama yönetmeliğinin güncelleştirilerek 27510 sayılı Resmi Gazetede yayınlanmasını Diyanet ve ülkemiz adına önemli bir gelişme olarak kabul ediyorum.
Öte yandan bu İlahiyat mezunları feriştah mıdırlar ki; her şeyi biliyorlar ve kendilerine teklif edilen hemen her göreve balıklama atlıyorlar? Üstelik bu insanlar, Diyanet’te işletme, iktisat, hukuk ve siyasal okuyan insanların çalışmalarını istemeyen insanlardır! Evet, kendileri, siyasal iktidarlar tarafından yandaşlık dürtüsüyle kendilerine teklif edilen ve çoğu kere işletme, iktisat ve kamu yönetimi bilgisi gerektiren görevleri gözleri kapalı kabul ediyorlar ama sıra Diyanet’e gelince, İlahiyat mezunu olmayanları asla kabul etmiyorlar. Düşünsenize; günümüzde en küçük bir sağlık bilgisi dahi bulunmayan ilahiyatçılar bile Hastanelere müdür olmakta hiçbir beis görmüyorlar!
Onlar Allah’ın seçkin ve sevgili kulu olduklarından her işin “İnşallah” ve “Maşallah” ile bir güzel idare edilebileceğine kani olmalılar. Türkiye’yi getirdikleri durum ise ortada. AB’ye gireceğiz diye yola çıktık, yarım asır sonra geldiğimiz konum: Orta Doğu’da, Arap Dünyası’nda ve Afrika’da kendisine bir çıkar yol arayan ülke konumu. Diyanet İşleri Başkanı’nın günden güne süslenen ve adeta bir şeyhülislam kaftanını andıran sırmalı cübbesi ise bu konumda kalıcı olacağımızı simgeler gibidir.
Özetle Sayın Yazar, teftişe gittiklerinde İlahiyatçı olmayan Diyanet Müfettişi’nin meyhaneye giderek İslam’ın haram kıldığı içkiyi içmek suretiyle Diyanet’i zorda bırakacağını ve Diyanet’te fitne çıkaracağını söylüyor ama her nedense hemen her gün İlahiyat mezunu din adamlarının (başta çapkınlık olmak üzere) işlemiş oldukları suçlara ilişkin olarak gazetelerde yer alan haberleri büyük ölçüde görmezden geliyor. Bereket versin ki; içki içmenin haram olduğunu söyleyen yazarın, fuhuş ve zinanın da dinen haram olduğunu kabul ettiğini şahsen ve yakinen biliyoruz. Bu bakımdan Diyanet’e İlahiyat mezunu dışındakileri sokmama noktasında basit menfaat hesaplarıyla insanları kategorize etmek ve insanlar hakkında peşin peşin kanaat oluşturmayı son derece yanlış buluyoruz. Hele hele bu tavır, toplumun kaynaşmasında önemli rol oynadığına inandığımız Diyanet İşleri Başkanlığı mensuplarına hiç mi hiç yakışmıyor.
Örneğin ben, kamu yönetimi mezunuyum, 21 sene Diyanet’in bir yan kuruluşunda müfettişlik de dahil üst düzey çeşitli görevler yaptım ve hayatımda bir damla dahi içki içmedim. Üstelik 50 yaşına yaklaşmış bir adam olarak tam 35 yıldır vakit namazlarını bile kılan birisiyim. Ve bugüne kadar, hiçbir ilahiyatçının yanında ezilmedim, büzülmedim. Aksine bunlardan büyük saygı ve sevgi gördüm. Bu bakımdan başta Diyanet mensupları olmak üzere; ilahiyatçılarımız, kendilerini dev aynasında görmekten bir an önce vazgeçmek zorundadırlar…
Sayın Sezgin’in, Alevilik konusunda uzman olduğunu yukarıda söylemiştim. İlahiyat fakültesi mezunları dışında kalan Sünnilerin bile Diyanet’te müfettiş olmasını istemeyen bir kafa yapısının, nasıl olup da Alevilerin sorunlarını savunduğunu bir türlü aklım almıyor! Anlaşılan; savunulan görüşlerde samimiyet ve ihlas olmayınca, bu görüşlerin hayata yansıması da bir türlü mümkün olamıyor.
…
Not: Bugün İstiklal Marşımızın kabulünün yıl dönümüdür. Merhum Akif’in bu konudaki duâsına katılıyor ve “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı Yazdırtmasın” diyoruz.
12 Mart 2010
Ömer Sağlam
_______________
1- Abdülkadir SEZGİN, “28 Şubat Hukuku, 2010 Diyanet Uygulaması, Demokrasi ve Hukuka Uygun mu?” başlıklı makalesi,
2- Abdülkadir SEZGİN,agm.
3- Abdülkadir SEZGİN, agm.
4- Abdülkadir SEZGİN, agm.
Bir yanıt yazın