“AMERİKA’NIN ERMENİ DERDİ”
Hüseyin MÜMTAZ
Dördü üstüste geldi..
Amerika’daki Ermeni tasarısı; Şimşek’in “Türk gazetelerini okumayın” önerisi; Demet Akalın’a İstiklâl Marşı yazma ve yorumlama cezası ve ÖZL’nin “Veda” filmi..
“Ne ilgisi var?” demeyin.
Bir yerden başlayalım..
Gerçi yazdıklarımızın bir kulaktan girip diğerinden çıkacağından; hiç okunmayacağından, kuma yazı yazdığımızdan eminiz.
BİR) Çünkü Maliye Bakanımız Mehmet Şimşek temaslarda bulunduğu İsviçre’de, bu ülkede faaliyet gösteren Türk işadamlarına seslenirken “Türk gazetelerini okuyorsanız, Türk kanallarını seyrediyorsanız moraliniz bozuluyordur. Ortalık toz duman gibi, çok büyük gürültü var. Onlara fazla önem vermeyin” demiş.
Neyi, hangi yabancı basını izlememizi istiyor acaba Şimşek?
“Türk gazetelerini okumayın” diyen bir başka “Türk devlet adamı” tarihte var mıydı bilmiyorum..
Olsun, biz yine yazacağız..
Çünkü memlekette gerçekten dudak uçuklatacak çok şeyler oluyor..
İKİ) Demet Akalın birkaç yıl önce Bodrum’daki konserinde büyük bir gafa imza atarak seyircilerine; “Abi, Diyarbakırdan mı geldiniz hepiniz? Dağdan mı geldiniz? Moron moron bakıyorsunuz” diyor..
Diyarbakırlı yedi işadamı da haklı olarak suç duyurunda bulunuyor. Akalın hakkında Bodrum 2’nci Sulh Ceza Mahkemesi’nde açılan kamu davasının karar duruşmasında Mahkeme heyeti, ilgili hükmün açıklanmasının ertelenmesine ve tedbir cezası olarak da sanatçının, İstiklal Marşı’nın sözlerini bir sayfaya yazması ve marşımız hakkında beş sayfa yorum yapmasına karar veriyor.
Güzel…
Geçen hafta sonu Diyarbakır’da Bursaspor maçı oynanıyor..
Oynanamıyor..
Ama maç öncesi âdet olduğu üzere İstiklâl Marşı çalınırken; seyirciler a)Islıklıyor, b) yerlerinden kalkmayıp, oturuyor..
Şimdi, olur da Bodrum’lu üç iş adamı Akalın’a Diyarbakır yüzünden Milli Marş cezası veren aynı mahkemede dava açarsa; aynı “Bodrum Hâkimi” bu sefer Milli Marş yüzünden Diyarbakır seyircisine nasıl bir ceza hükmedebilecek acaba?
Tabii iş olsun diye söylüyoruz.. Lütfen yazdıklarımızı kaale almayın.. Şimşek bakanımız öyle demiyor muydu?
ÜÇ) Can Dündar’ın “Mustafa”sını seyretmediğim gibi, ÖZL’nin “Veda”sını da seyretmeyecektim, yol sayıyordum, asla bulaşmak istemiyordum.. Seyretmeden eleştiri yazmak da işime gelmiyordu..
Derken Cumhuriyet’te tam sayfa, Celâl Üster imzalı filmin “reklâmı”..
“Büyük sanatçı”, on parmağında on marifet olan, eskiden her seçimden önce “gündemde olabilmek için” mutlaka bir “kaset” çıkaran, şimdi ise teknoloji gereği bu alışkanlığını “cd”ye dönüştüren Livaneli tam bu anda bir de film yaptıysa seçim gerçekten yakın demektir..
Livaneli demiş ki; “Veda, bir direniş filmidir”. “12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde direniş şarkıları yazdığını, bugün Atatürk ile ilgili bir film yapmasının da bir direniş olduğunu” söyleyip, “Onun adını karalamak, küçük düşürmek isteyenlere karşı bir direniş” diye de eklemiş..
“Türkiye’den ansızın ayrılarak İsveç’te sürgün yıllarında bulaşıkçıklık yaparken” (Wikipedi) direniş şarkıları yazmanın neresinin güç olduğunu söylemiyor..
Devam ediyor;
“Hep rüzgâra karşı yürüdüm”..
Devam ediyor; “Filmin çok tartışma yaratacağını biliyordum. Saflar belliydi ve beni hiç şaşırtmadılar. Atatürk düşmanlarına, zaten benim yaptığım her işe düşman olan yarı aydın takımı da karışınca..” diye cümle kuruyor..
Kargalardan bahsediyor; kuzgunları, saksağanları hiç görmüyor..
Kendi “yaptığı her işe düşman olanlar”la, “Atatürk düşmanları”nı aynı kefede tartıyor. Atatük’le kıyaslıyor kendini..
Vah, vah, vah.. Demek memlekette “Vatana, millete, devlete ve bayrağa âşık” Atatürk’ü savunmak Livaneli’ye kalmış..
Röportajı okuyunca filme gitmeye karar verdim, bilet aldım.. Salona girmek üzere bekleyip çay içerken yine Cumhuriyet’te Deniz Som’un köşesinde Aziz Naci Doğan’ın şu yorumunu okudum.
“ÖZL’nin ‘Yapılmış ilk Atatürk filmidir’ tafrasıyla kotardığı Veda filmine gittim ve vasatın bir hayli altında, sönük, coşkusuz, sade suya tirit bir ‘eser’le karşılaştım. Dahası, tarih gerçeklerine bağlılık gibi bir kaygısı bulunmayan, ama kerameti kendinden menkul bir ‘eser’di bu. 120 dakikalık filmde Milli Mücadele yok, cepheler yok, tek bir Meclis sahnesi yok, devrimler yok. Buna karşılık neler mi var? Söyleyeyim: Atatürk’ün çocukluğu ve ilk gençliği adı altında fazlasıyla kurmaca bölümler. Oyuncu Dolunay Soysert’in kötü Zübeyde Hanım yorumu; Atatürk rolünde hiç inandırıcı olamayan ve karateye benzeyen tuhaf figürlerle sözde zeybek oynayan oyuncu Sinan Tuzcu. Neredeyse Ata’dan daha baskın bir karakter olarak gösterilmiş bir Salih Bozok rolünde çok yapay kalmış olan oyuncu Serhat Kılıç. Ben yerine ‘ban’ diyen bozuk diksiyonuyla Latife Hanım rolünü karikatürleştirmiş Ezgi Mola. Fikriye Hanım karakterini içselleştirememiş Özge Özpirinçci. Kazım Karabekir rolünde zerre kadar gerçeklik duygusu vermeyen şair Sunay Akın ve Atatürk’ün son dönemlerini canlandırma iddiasıyla ortalarda dolaşan Burhan Güven…
Filmin bir yerinde ÖZL, Salih Bozok’a,.. ‘Bu topraklarda bir zamanlar Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i, Ermeni’si, Yahudi’si hep bir arada barış içinde yaşardı. Ama artık maalesef’ dedirtiyor ki adı da dili de belli olan bir ulus devleti kurmuş devrimcilerin söyleyeceği söz müdür bu?
Sevgili Mustafa Kemal Paşa’sına ‘Mustafa Abi’ diye seslenen bir Fikriye Hanım mı istersiniz yoksa Çankaya Köşkü’ne Paşa’sını görmeye gelmiş Fikriye Hanım’ı neredeyse tekme tokat kovan bir Yaver Rüsuhi Bey mi? Latife Hanım’ın ‘Arkadaşların bitti şimdi de askerlerle mi dostluk ediyorsun’ çıkışı karşısında hemen oracıkta kalp krizi geçiren Gazi Mustafa Kemal Paşa mı? Güvenli hiçbir kaynakta rastlanmamış, zücaciye dükkânına girmiş fil sahneleri perdede birer birer akıyor!
ÖZL’nin ‘72 milyon varsa 72 milyon da Atatürk algılaması vardır’ kalıp sözüne tek bir yanıt verilebilir ancak: Hadi canım sen de!” .
Bu yorumdan sonra filmi seyretmenin hiç âlemi yoktu, döndüm çıktım..
Salonda koltuğum (iyi ki) boş kaldı.
DÖRT) Amerika’daki Ermeni tasarısı bizi işte tam da böyle bir ortamda, beynimiz tam anlamıyla mıncıklanmışken yakaladı..
Aslında Amerika’nın Ermeni derdi bizi neden bu kadar fazla geriyor, bir türlü anlamıyorum..
Şimdiye kadar Güney Amerika’dan Asya’ya onlarca ülke “1915’te Ermenilere soykırım uygulandığına dair” benzer tasarıları oylayıp kabul etti..
Ne oldu?
Peki şimdi Amerika kabul ederse ne olacak?
Daha doğrusu Amerika “oldu” derse biz soykırım yapmış mı olacağız?
“Olmadı” derse Ermenistan kabul edip iddialarından vaz mı geçecek?
Her yıl Nisan gelirken aynı filmi seyretmekten halâ mı bıkmadınız?
Önce “alt komitede”, sonra “Temsilciler Meclisinde” sonra da “Senatoda” “Görüşürüm ha!” şantajına daha ne kadar dayanacağız?
24 Nisan’da “başkan”ın “soykırım” demedi, “katliam” dedi diye daha kaç yıl “sevineceğiz”?
Sizi bilmem ama benim bu yılki “lobi savaşları”ndan aklımda dört şey kaldı.
1). Oturumu yöneten Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Howard Berman konuşmasında Orhan Pamuk’a atıfta bulundu.. Pamuk’un 1915 Olaylarıyla ilgili sözlerinden dolayı “Ülkesinden Kovulduğunu” ifade etti.
Böylece Pamuk’a “Nobel”in, hangi şartlarda ve neyin karşılığı verilmiş olduğu da bir anlamda tesçillenmiş oldu.
2). Yine Berman; 27 yıldır “Kongre”de bulunduğunu, her sefer “Şimdi uygun bir zaman değil” bahanesiyle tasarının kabulünün engellenmek istendiğini söyledi.
3). Aynı gün, günlük oturum açılışında 1789’dan beri dua edilen ABD Kongresi’nde açılış duasını bir Türk imam yaptı. Demokrat milletvekili David Price tarafından açılış duasını yaptırmak için Kongre’ye davet edilen Kuzey Carolina’daki Duke Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Türk imam Abdullah Antepli, açılış duasında Kongre üyelerinden din, dil, ırk farkı gözetmeksizin ülkelerine en iyi şekilde hizmet etmelerini istedi. İmam Antepli, Müslümanların Amerikan toplumunda hak ettikleri yeri kazanması için yaptıkları çalışmaların devam edeceğini söyledi.
“Türk” ve “Müslüman” din adamı imam, Kongre’de duasını Arapça….
değil, “İngilizce” yaptı..
Allah, Allah… Neden Arapça yapmadı acaba?
4. Lobi faaliyetinde bulunmak için Washington’da bulunan TBMM heyetine, Ermeni tasarısı konusunda, ‘Biz kardeşiz. Size desteğe hazırım’ diyen “Kongre’nin tek Müslüman üyesi” Minnesota Milletvekili Keith Ellison, tasarının kabulü lehine oy kullandı.
Konuşmalarda tasarı aleyhine, Türkiye lehine konuşan üyelerin hiç biri “Soykırım yoktur, yapılmamıştır” demedi; hepsi “Şimdi sırası değil, Amerika’nın bölgedeki çıkarları zedelenir, Afganistan’a asker göndermez Türkiye, İncirliği kapatır” dedi.
Gerçi sonuçta 24 Nisan’ı henüz “atlatamadık” ama alt komitedeki bir oylama daha böyle geçti..
Ha, bu arada gözünüz aydın..
Ermeni çabalarından “etkilenen” Amerikan Rumları’nın da “Pontus soykırımı” meselesini gündeme taşımaya karar verdiklerini öğrendik..
Hele tasarıdan birkaç gün sonra Amerika’yı ziyaret eden Papandreu’ya Obama’nın söyledikleri var ki, yenir yutulur şeyler değil..
Erdoğan’ı Beyaz Saray’da “Selâmün aleyküm” diye karşılayan, Kahire’de konuşmasına “Selâmün aleyküm” diye başlayan Obama Papandreu ile buluşmasında da şöyle demiş;
“Bugün, 189 yıl önce bir piskoposun dağlardaki bir manastırda nasıl ayağa kalkıp, Yunan bayrağını kaldırıp, bağımsızlığı ilan ettiğini ve demokrasiyi doğduğu yere geri getirme mücadelesini başlattığını hatırlayacağız” demiş…
Bahsettiği 189 yıl önceki “dağdaki papazın Yunan bayrağını kaldırıp demokrasiyi doğru yere getirme mücadelesi”; 1821’e denk gelmektedir..
Yâni Yunan’ın Osmanlı’ya isyanı..
İşine gelince Müslümanlara PR gereği “Selamünaleyküm” demeyi marifet sayan Obama, Türk’e karşı Ermeni; Türk’e karşı Yunan çıkarları söz konusu olunca papazların nasıl dağlarda ayağa kalktığını hatırlamaktadır..
Çankaya’da, `Ermeni soykırımı iddalarıyla ilgli görüşünüz değişti mi?` sorusuna; `Benim bu görüşlerim kayıt altında ve görüşüm değişmedi” diyen; TBMM’de Abdülmecit’ten söz eden, Anıtkabir’de Atatürk’e övgüler düzen Obama aynı gök kubbenin altında Papandreu’ya da hiç tereddüt etmeden; “Annesinin küçükken Endonezya’da yaşadıkları dönemde kendisini sabahın erken saatinde uyandırıp Yunan mitolojisine dair kitaplar okuduğunu” anlatabilmektedir..
Keşke “Bodrum Hakimi” hepimize İstiklâl Marşı’nı okuma, yazma ve sayfalarca yorumlama ödevi vermiş olsaydı. 10 Mart 2010
“57’İNCİ ALAY HERYERDE..
HEPİMİZ 57’İNCİ ALAY’IN NEFERİYİZ.”