Bir sanatçı gezisinden notlara göz atalım dedik, hayretler içinde kaldı. One Minute dedirten cinsten bir gözlem var içeride. Buyrun okuyun…
Şub 9 2010 / Devamı »
“One minute” dedirten gezi
|
|
Selin SÜAR
İkametgâh İzmir olunca Akdeniz ülkelerine ulaşım daha kısa yoldan olsa da şehre gelen turist sayısının kısır oluşu ve İzmir üzerinden yolculuk yapacak kişi sayısının İstanbul’a oranla daha az olması nedeniyle İzmir’den İstanbul’a ve İstanbul’dan Tel-Aviv’e aktarmalı yapacağım yolculuğa bir gece öncesinden hazırlanmıştım.
Devasa valizimi üzerine oturarak kapatmayı başardığımda bir süre havada uçuşan kurşunları, füze saldırılarını, siren seslerini, belki de Lübnan’da yaşandığı gibi birden patlak verebilecek bir savaş esnasında ülkeye iş için veya tatil amaçlı gidenler gibi İsrail’de bulunan turistlerden biri olacaktım ben de, kim bilir..
İki ülkenin arası zaten limoni; başbakan Davos zirvesinde ‘siz öldürmeyi iyi bilirsiniz’ demiş, peşi sıra dizi krizi patlak vermiş ve en son Ayalon (İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı) -Çelikkol (Türkiye’nin Tel Aviv büyükelçisi) olayı yaşanmıştı. Ailem korkuyor, uçağın kaçırılmasına kadar felaket senaryoları yazıyor, gitmemi istemiyor, İsrail’deki dostlarım ülkeye girişte polisin soracağı ahiret sorularından sıkılmadan, her zaman gülümseyerek cevap vermemi, ne olursa olsun ses tonumu asla değiştirmememi sıkı sıkı tembihliyorlardı.
Bütün hengâmelerden sıyrılıp soğuk İstanbul gününe adım attıktan sonra Tel-Aviv uçağını beklemeye başladım. Etrafımda dindar olduğu her yerinden belli olan Museviler olduğu gibi, Araplar, Türk vatandaşı olan Museviler de vardı. Türkçe, Arapça ve İbranice birbirine karışmıştı adeta. Uçağa bindiğimde gökyüzünden Yeşilköy’ü keyifle izledim. Çok geçmeden yemek servisi başladı ve yemekler standartlar çerçevesinde veya isteğe göre koşer olarak sunuldu. Koşer, Musevi dinine uygun olarak kesilen, dine göre temiz sayılan et veya Musevi şeriatına uygun olan yemek anlamına gelir. Musevilikte de domuz eti haram olduğundan yurt dışında, örneğin Amerika’da yaşayan Müslüman arkadaşlarımın da güven açısından özellikle koşer damgası olan etlerden aldıklarını ve koşer yemek satan restoranlarda yemek yediğini duymuştum. Uçakta elbette herkes koşer yemek alamıyordu. Yolcular seçimlerini bilet rezervasyonunda, önceden bildirmiş oldukları gibi, uçakta soyadı ve din sorgusuna göre veriliyordu. Yolculuk iki buçuk saat içinde çocuk bahçesi gibi olan uçakta göz açıp kapayana kadar geçmiş, ailemin ‘hava korsanları’ senaryosu buhar olup uçmuştu. Çevrede görebildiğim tek korsan Moşe adında Türk vatandaşı olan beş yaşlarındaki sarı saçlı çocuğun, Vedat adındaki bir başka çocukla aralarında paylaşamadıkları peluş oyuncak olmuştu. Akdeniz üzerinden süzülen uçak başarılı bir biçimde Ben Gurion Havaalanına iniş yaptığında hayatımda ilk defa bütün yolcuların pilotu alkışladıklarına tanık oldum.
İLK İZLENİMLER İLK ŞAŞKINLIK
Sıra, çekileceğim sorgu kısmındaydı ama kalabalık, karmaşık ve keşmekeş İstanbul görüntüsünün ardından bol yeşillikli, ferah ve görüntü kirliliği olmayan şehir panoramasıyla karşılaşınca sorabilecekleri soruları tahmin etme çabamdan sıyrıldım.
Havaalanının içine girdiğimde İsrail’i tanıtan çok hoş fotoğraflarla karşılaştım ama en sevdiğim her ülkenin ‘ilk’lerini anlatan reklam panoları oldu. Reklam panoları her bir ülkenin en ünlü yemeklerini, hayvanlarını, bitkilerini konu alıyordu.
Türkiye yok muydu yoksa hızlı hareket etmem gerektiğinden ben mi gözden kaçırmıştım, bilmiyorum ama ‘ilk İsrailli’ yazısının altında dikenli bir kaktüs fotoğrafı olduğunu görünce çok gülmüştüm.
Selin Süar-Erroll Gelardin-Rezzan Gelardin
Gümrükte Dünyanın pek çok yerinden gelen turistler vardı. Ülke vatandaşları ve vatandaş olmayanlar için ayrı gişeler açılmıştı ve uzun kuyruklar oluşmaması için mümkün olduğu kadar çok memur çalışıyordu. Sıra bana geldiğinde nerede kalacaksınız, kaç gün kalacaksınız, nereden geldiniz soruları dışında iyi tatiller ve iyi eğlenceler dileklerinin yanında güler yüzünü esirgemeyen memurlar ve polislerden başka hiçbir şeyle karşılaşmadım. Obez valizimi de aldıktan sonra beni evlerinde misafir edecek olan ve ailem gibi gördüğüm İzmir doğumlu İsrailli yazar Erroll Haim Gelardin ve çok tatlı eşi Rezzan Gelardin’e uzun uzun sarılmamın ardından eve doğru yola çıktık.
Karar vermiştim, bir tek bizim ülkemizde mühendisler yol yapmayı bilmiyorlar veya buna dikkat etmiyorlardı, çünkü gittiğim her yurt dışı seyahatinde dar ve basit sokak aralarında bile arabanın bir kez olsun sarsılmadığı yollarla karşılaşmıştım. Çöle yaklaşmış olmama rağmen oturduğum şehirde gördüğümden çok daha fazla yeşil örtüyle karşılaşmış, hemen her apartmanın ve her evin geniş ve bol ağaçlı bahçeleri olduğuna tanık olmuştum. Binalar –özellikle denize bakanlar- Türkiye’deki gibi birbirine siyam ikizleri tarzında yapışık beton yığınlar olarak değil, deniz havasını en içteki apartmana veya iki katlı eve bile alabilecek kadar akıllıca inşa edilmişti.
İsrail’e ayak bastığım gün Pazar’dı, yani oraya göre haftanın ilk günü. Cuma yarım gün ve cumartesi tam gün tatil olduğundan pazar günü herkes işbaşı yapıyordu. Buna rağmen şehir çok kalabalık değildi. Trafik sakin ve kurallara uygun işliyordu. Her kırmızı ışık yandığında ne zaman camdan dışarı baksam yanda duran arabanın şoförünün veya yolcularının bakışlarıyla karşılaşıyordum. Bu sonradan alıştığım bir şey olacaktı, çünkü İsrail’de kırmızı ışıkta durunca yandaki arabada bulunanlar kendi yanındakine merak edip mutlaka bakıyordu. Bu kimi zaman gülümseyip selam vermelerle, kimi zaman da çatık kaşlar veya hayret dolu bakışlar eşliğinde yeşil ışığın yanmasıyla son buluyordu. Yayalar yol bomboş olsa da asla kendilerine geçiş izni tanınmadan karşıdan karşıya geçmiyorlardı.
Mimari, Tel Aviv Yafo’da kendini hemen belli ediyordu. Önceden de bahsettiğim gibi parkların ve bahçelerin çok olmasının yanı sıra bir apartmanla diğerinin yanında mutlaka mesafe bulunuyordu. Bunun yanı sıra hemen her ailede bir köpek, iki çocuk olduğuna kanaat getirdim. İsrail’de köpek besleyenlerin sayısı oldukça fazla. Temizliğe öylesine dikkat ediliyor ki çocuklar gönüllerince sokaklarda koşup oynayabiliyor, yerlere yatıp yuvarlanabiliyorlar. Parklar ve bahçeler bunlar için zaten çok elverişli. Çöpler özel olarak ayrıştırılmış. Kimse pet şişesini bu tür ürünler için özel olarak ayrılan çöp tenekesinden başka bir yere atmıyor. Köpek gezdiren fazla olduğu için sahipler, dışkıları toplamak zorunda ve bunun için kentin her yanına özel poşetler konulmuş.
Kentte kanyon denilen büyük alışveriş merkezlerinin yanında füze veya kurşun olarak adlandırabileceğim görünümde bir bina dikkatimi çekmişti. Sorduğumda orada bir Türk ailesinin yaşadığını ve binanın tasarımını kendilerinin yaptıklarını öğrendim.
Theodor Herzl
Denizin varlığı kendini hemen gösteriyordu ve sahil şeridinde bisiklete binen, koşan, köpek gezdiren insanlar göze çarpıyordu. Spor ve sanat kent görünümünde ön plana çıksa da kentte bir tane bile heykel yoktu, ama hemen her yerde sakallı bir adamın resmi veya maketi göze çarpıyordu. Adını ve kim olduğunu sorduğumda Siyonizm kavramını ortaya atan ve hangi ülkede yaşarsa yaşasın, hangi dili konuşursa konuşsun bütün Yahudilerin bir ulus olduğunu ilk söyleyen kişi olduğunu öğrendim. Daha detaylı olarak araştırdığımda ise bu kişinin Yahudi kökenli Macar siyaset adamı Theodor Herzl olduğunu, daha sonradan gazetecilik mesleğini yaptığını ve Fransa’da tanık olduğu ırkçı söylemlerden, Yahudilere yapılan kötü muameleden sonra 1895’te kaleme aldığı Der Judenstaat (Yahudi Devleti) adlı eserinde bugünkü İsrail’in kurulmasında ilk düşünsel tohumları attığını okudum. Sormadım, ama yol tabelalarında gördüğüm Herzliyya iline ait olan isim Herzl’den kaynaklanıyor olsa gerek diye düşünmekteyim.
Bütün tabelalarda, paraların üzerinde (İsrail’in para birimi: Şekel), marketlerde, alışveriş mağazalarında; kısacası her yerde ilk olarak İbranice, ikinci olarak Arapça yazıyordu. İsrail iki resmi dil kabul etmişti: biri İbranice, diğeri Arapça. Ülkemizde 1950’lerde hız kazanan ve azınlıkları asimile etme veya ülkeden kovma nedenlerinden biri olarak ‘Türkçe konuş vatandaş!’ propagandalarını, günümüzde bile devam eden sansürleri düşündükçe vahşi olarak gösterilen ülkenin iki dil çatısı altında birleşmesi beni oldukça düşündürdü. ‘Arapların kökünü kurutmayı düşünüyorlar’, ‘soykırım yapıyorlar’ denilen bir ülke için tek dil çatısı altında birleşme inadının olmaması, bazı Arapların İbranice bile bilmemesi, kendi okullarının olması, kendi yerleşim yerlerinin bulunması ne yalan söyleyeyim, bana ‘one minute’ dedirtti. Araplar da ordunun üst kademelerinde, yönetimde söz sahibiydiler. Bunları sonraki günlerimde bire bir görecek ve medyanın sahtekârlığına bir kez daha tanık olacak, 19. yy başlarında ortaya çıkan “bir sinekle bir devlet adamı birbirine çok benzer çünkü…” bilmecesinin sonuna gelen “ikisi de gazeteyle yok edilebilir” cevabını tekrar deneyimleyebilecektim.
Kalacağım evin bulunduğu sokağa geldiğimde park yerlerinin muntazam oluşu ve insanların, arabalarını gelişigüzel park etmemesi gözüme çarptı. Meğer herkes bulduğu yere arabasını keyfi olarak park edemiyormuş. Herkesin kendine ait bir park yeri bulunuyor ve bu yer o kişinin üzerine zimmetleniyormuş. Başka bir sokağa veya semte geçenler, yalnızca yabancı araçlar için ayrılan park yerlerine park edebilir, olur ya kuralı ihlal etmeye kalkışan olursa yüksek para cezası ödemeye mahkûm ediliyor, “benim param var” veya “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” demeye kalkışan VIP (!) vatandaşlara rastlanırsa kimsenin gözünün yaşına bakmadan ehliyetinin alınmasına veya hapis cezasına kadar bu iş gidebiliyormuş. Kısacası milletvekili, doktor, hukuk adamı, polis; yani vatandaşların güveneceği mecraların maaşları yüksek tutulduğu için adam kayıran veya rüşvet alan basın-yayın yoluyla elaleme rezil rüsva ediliyor, yüzü kızaran ve halk tarafından toplumsal baskıya maruz kalan kişi insan içine çıkamaz hale geliyor. Ülkemizde böyle kişilerin rezil olması gerekirken daha çok baş tacı edilip vezir yapıldığını düşündükçe acı acı gülümseyip bir bardak soğuk su içmekten başka çare bulamıyorum.
Yemekler Akdeniz mutfağının biraz daha farklı versiyonunu oluşturuyor. Türkiye’den gelen kişinin damak zevkine uygun olmakla beraber daha ağır, daha acılı ve tanık olmadığımız kadar çok mezeyle donatılmış durumda. İsrail mutfağı Arap mutfağıyla bire bir aynı. İsrail’in ünlü ‘falafel’ ve ‘humus’u başka ülkeden gelen turistlerin ilk ısmarladıkları arasında yer alıyor. Falafel, ilk bakışta mücveri anımsatsa da nohut ve iç bakladan yapıldığı için tadı başka. Türkiye’de ayaküstü tüketilen döner neyse falafel de İsrail için o. Humus ise nohut, tahin ve sıvıyağ ile yapılan bir çeşit meze. Çatalla, kaşıkla kibarca kenarından alarak değil, ekmeği bandıra bandıra yenilmesi makbul oluyor Ortadoğu topraklarında. Hemen her gittiğimiz yerde, ana menüye yer bırakmasa da bitmek bilmeyen çoklukta mezenin eşliğinde kırmızı veya beyaz şarap içmenin tadına doyum olmadı.
Humus
Akdeniz Mutfağının mezeleri
Önümüzdeki ay Kutsal topraklardan, yani Kudüs’ten (Jerusalem) edindiğimiz izlenimlere İsrail notlarımıza devam edeceğiz.
Okuduğunuz Gezi Notları, www.azizm.com adresinden yazarının izniyle yayınlanmıştır
Bir yanıt yazın