Alevi Çalıştayında Alınan Kararlar İntihal mi?!

31 Ocak 2009 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde bulunan Turan Yılmaz imzalı ve “Alevi açılımından din dersi reformu çıktı” başlıklı haberi okuyunca doğrusu çok şaşırdım! Bunun sebebi, sonuç bildirisinde yer alan kararların, daha önce bu aciz tarafından dile getirilen tekliflerle hemen hemen aynı olmasıydı. Dolayısıyla haberi okuyunca kafam dank etti ve ister istemez “Allah Allah, onca koca koca adamlar âlâyı vâlâ ile çalıştay üstüne çalıştay yaptılar, lüks otellerde yiyip içtiler, sonunda da benim gibi bir acizin yazdıklarını mı derleyip toplayıp bildiri diye kamuoyuna açıkladılar…” diye düşündüm! Tabi hemen YÖK’ün Sayın Ömer Dinçer’i profesörlükten doçentliğe indirirken kullanmış olduğu tabir geldi aklıma: İNTİHAL! Ya da Türkçe deyişle AŞIRMA!

İsterseniz öncelikle bahse konu habere göre çalıştayın sonuç bildirisinde yer alan hususlara bir göz atalım:

– Anayasa değişikliği ile zorunlu din dersi uygulaması kaldırılsın veya bu dersin içeriği değiştirilsin.
– Din içerikli bilgiler ancak velilerin onayı ile öğrencilere verilsin.
– İmar Yasası’ndaki ibadet yerleri tanımına cami, kilise ve havralarla birlikte cemevleri de eklensin,cemevlerinin yapımında öncülüğü yerel yönetimler yapsın, gerekiyorsa merkezi bütçeden de destek verilsin(Bu teklifle cemevlerine ibadethane statüsü verilmesi öngörülmüş bulunmaktadır)
– Cemevlerinin elektrik ve su gibi giderleri tıpkı camiler gibi devlet tarafından karşılansın.
– Cemevlerinde görev alacak Alevi dedelerinin maaş ve sosyal güvenlik sorunları mahalli imkânlarla çözülsün.

Peki, bu konuda biz ne demişiz? İsterseniz bir de bizim dediklerimize kulak verelim. 30 Aralık 2009 tarihinde, yani yukarıdaki haberden ve elbette Kızılcahamam’da yapılan 7. Alevi Çalıştayı’ndan yaklaşık 1 ay önce yazmış olduğumuz “Evet Cemevleri İbadethanedir” başlıklı yazımızda şöyle demişiz:

“Özetle; devlet, Alevilerin yoğunlukla yaşadığı yerlerde şehir imar planları yapılırken Cemevi yapılacak yerlerin belirlenmesi, eğer sağlanmakta ise Cami ve Mescitlere sağlanan ayrıcalıkların Cemevleri’ne de sağlanması, buralarda görev yapanların ücretlerinin genel bütçeden ödenmesi ve Diyanet teşkilatının Alevi vatandaşlarımıza da hizmet verecek biçimde yeniden yapılandırılması anlamında Cemevleri’ne ibadethane statüsü vermek zorundadır… Bu ülkede, nasıl ki Sinagog, Havra, Kilise ve Katedral gibi başka dinlere mensup olan ve sayıları birkaç milyonu bile bulmayan azınlıkların ibadet yerleri ibadethane olarak muamele ve saygı görüyorsa, sayıları 15-20 milyonu bulan üstelik de tıpkı Sünniler gibi İslam’a inanan kendi öz yurttaşlarımızın ibadethane olarak gördükleri yerlere ‘Hayır oralar ibadethane değildir’ diyemezsiniz.”(1)

Görüldüğü gibi onca masraf yapılarak tam 7 kere tekrarlanan meşhur Alevi Çalıştayları’nın sonunda onca bilim adamının ortak aklıyla geldikleri nokta, bu acizin tek başına olmak üzere tam bir ay önce geçmiş olduğu noktadır. Hele hele bu çalıştayların moderatörünün ve koordinatörünün Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yönetimindeki Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Kurulu Üyesi Doç. Dr. Necdet Subaşı olması ve bu çalıştaylara Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı ile bazı üyelerinin de katılmış olması, olayı çok daha anlamlı hale getirmektedir. Çünkü ben eski (meyen) bir Diyanet mensubuyum ve benim okuyucularımın büyük bölümü Diyanet çalışanlarıdır. Hâşâ; bunları derken çalıştaya katılanların benden kopya çektiklerini söylemek istemiyorum. Sadece aklın yolu birdir demek istiyorum. Yani Sayın Erbakan’ın tabiriyle “Akıl için tarik bir” diyorum! Demek ki; başta DİB Din İşleri Yüksek Kurulu başkan ve üyeleri olmak üzere çalıştayın katılımcıları da benim gibi düşünmeye başlamışlar demek istiyorum…

30 Aralık 2009 tarihinde kaleme aldığımız ve takip eden günlerde birçok internet sitesinde birden yayınlanan(2) “Evet Cemevleri İbadethenedir” başlıklı yazımızda dile getirdiğimiz ve 29 Ocak 2010 günü yazmış olduğumuz “Alevilikte Dedeler ve İlginç Bir Dede Portresi”(3) başlıklı makalemizde bir kez daha tekrarladığımız üzere bizce de camiye alternatif olmamak üzere; cemevlerine ibadethane statüsü verilmelidir. Ancak bizimkisi tamamen bir kanaat ve temenniden ibarettir. Bu temenniye vücut bulduracak olan yetkili organ devlettir. İşte bu noktada devletin Alevilik ve Bektaşiliği nasıl gördüğü önem kazanmaktadır. Çünkü devlet, bugüne kadar en azından Türkiye için din deyince İslamiyet, Hıristiyanlık ve Yahudiliği, ibadethane deyince de bu dinlerin ibadet yerleri olan Cami, Kilise ve Havra’yı anlamıştır.

Bu ülkede İslami Mezhepler (daha doğrusu Sünni İslam Mezhepleri) denilince de bugüne kadar en azından umum halk nazarında hep, Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve Hanbelilik anlaşılmıştır. Görüldüğü gibi böyle bir kabulde Alevilik ve Bektaşiliğin esamisi bile yoktur. Yani bu ülkede en azından Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’de belki de hiç mensubu bulunmayan Malikilik ve Hanbelilik bile mezhep olarak kabul edilirken, mensuplarının sayısı bugün için belki de 15-20 milyona yaklaşan Alevilik-Bektaşilik, mezhep olarak kabul bile edilmemektedir. O zaman Alevilik-Bektaşilik nedir?

AKP’nin Alevi kökenli milletvekili Dr. Hüseyin Tuğcu’ya bakarsanız Alevilik sadece bir meşreptir, yani davranış biçimi ve hayat tarzı! Adı geçen, ”Köprü” dergisinin 1998 yılı “Bahar” döneminde yayınlanan 62. sayısına vermiş olduğu röportajında şöyle diyor:

“Alevilik ne bir din, ne mezhep, ne de folklorik bir öğe değildir. Alevilik bir meşreptir. Ana kaynak olan Kur’an ve sünneti biraz farklı biçimde yorumlama, yararlanma, yaşama tarzıdır. Alevilerin dini İslam’dır…”(4). Aslında bu tanım, Alevilerce sürekli olarak “Sünnî İslam’ın” hatta zaman zaman da sadece “Hanefi İslam Yorumunun” temsilcisi olarak tenkit edilen Diyanet çevrelerinin de senelerdir kabul ettiği bir tanımdır. Çünkü onlar da Aleviliği ve Bektaşiliği en azından yakın zamanlara kadar, din, mezhep ve hatta tarikat olarak değil, hep “Meşrep” olarak kabul etmişlerdir. Yani bugün Alevi Çalıştaylarına katılan temsilcileri vasıtasıyla cemevlerine ibadethane statüsü verilmesi noktasına gelen Diyanet, bugüne kadar Aleviliği hep bir yaşam tarzı şeklinde mütalaa etmiş, bunun için de Alevilere yönelik özel bir hizmet verme ve Diyanet’te Aleviliği temsil eden bir birim oluşturma gibi bir kaygı ve ihtiyaç hissetmemiştir. Bu, belki de Dr. Hüseyin Tuğcu’nun dediği gibi, Alevilik ve Bektaşiliğin genel olarak Hanefiliğin içinde mütalaa edilmesinden kaynaklanan bir durumdur. Çünkü Dr. Hüseyin Tuğcu, aynı röportajında devamla şunları da söylemiştir:

“Türkiye’de yaşayan Alevi-Bektaşilerin hemen hepsi de ibadet ve yaşantılarında, ezan-abdest-namaz-oruç-hac-nikah-cenaze-bayram vs. ibadetleri başta olmak üzere tamamen Hanefi fıkhına, yani Hanefi mezhebine göre yaşarlar. Örneğin, Türkiye’de hiçbir Alevi köyündeki, mahallelerindeki camide okunan ezanda, ‘Eşhedü enne Aliyyun Veliyyullah’ denilmez. Zaten bu, İran’da Caferiler’in uydurmasıdır. Bid’at’tır. İmam Cafer Sadık’ın bile böyle bir içtihadı, görüşü, ezan okuyuşu kaynak kitaplarda yoktur. Hiçbir Türkiye Alevisi abdest alırken çoraplarının üzerine mesh etmez, namaz kılarken secdede alnına değecek şekilde Kerbela toprağı, Necef toprağı gibi bir bidat ve hurafeye sahip değildir. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir Müslüman genel olarak namazlarını çok farklı bir şekilde kılmazlarken, sadece Caferiler’de bu farklıdır. Hiçbir Alevi kendisinin Hanefi olduğunu da kabul etmez. Halbuki, bu bir bilgi eksikliğidir. Çünkü, Hanefiliğin imamı olan İmam Azam Ebu Hanife de İmam Cafer Sadık’ın öğrencisi, hatta üvey evladıdır. Dolayısıyla Hanefiler de, aslında Alevi meşreptirler. Çünkü meşrep kelimesi mezhep kelimesinden daha genel ve daha önce gelir. Günümüz Alevi ve Sünnilerin sosyal yaşantı ve düşüncelerine bakarak hüküm vermeye kalkmak yanlış olur. Dört hak mezhep diye bilinen Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli mezheplerinin imamlarının, dini önderlerinin Alevi meşrep olmadığını hiç kimse ispat edemez, Çünkü Alevi meşreptirler. Ancak, daha sonraki Şii, Caferi, Nusayri, İsmaililer’den değildirler. Esas, asıl, gerçek ilk kaynaklarda aranmalıdır. İlimsiz inanç, sakattır, aksaktır, eksiktir, yanlıştır, zararlıdır…”(5).

Bu görüşlerin dile getirilmesinde Hanefiliğin kurucusu İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin, aslen Türk olabileceği ihtimali ile Alevilik ve Bektaşilik denilen inanç sistemini kuramsal hale getiren Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaşi Veli’nin kesinlikle Türk olmalarının bir alakası var mı bilmiyoruz. Ancak böyle bir kabulde, Alevilik-Bektaşilik inancının, İslam’ın bir parçası ve Hanefilik Mezhebi içinde İslam’ın özgün bir yorumu olarak görüldüğü açıktır. Böyle bir tanımdan ve İslam Dini’nin (ve elbette Hanefi Mezhebi’nin) ibadethanesinin cami-mescit olduğu gerçeğinden hareketle “cemevlerine ibadethane denilmesi ve buralara ibadethane statüsü verilmesi acaba doğru mudur?” sorusu akla gelir ki; bu soru sorulması gereken bir sorudur. Bu soruya doğru cevap verebilmek için de galiba “ibadet” kavramını tanımlamak gerekiyor.

“İbadet” genel anlamda “kulluk” demektir, yani yaratıcıya kulluk vazifesinin yerine getirilmesidir. Vermiş olduğu onca nimete karşı yaratıcıya şükretmektir. Yani onun büyüklüğünü kabul edip O’na teşekkür etmek. Bu teşekkür, birçok şekilde ve birçok eylemle yapılır ki; namaz kılmak bu eylemlerden sadece birisidir. Bizim dini geleneğimizde cami ve mescitler ise sadece namaz kılmak ve Kur’an okumak için tahsis edilmiş mekânlardır. Oysa Allah’a kulluk sadece namaz kılmakla yapılmaz. Diğer birçok eylem gibi, dua etmek, niyazda bulunmak, yalvarmak, zikir yapmak da birer ibadettir. Zikir, niyaz ve duâ ise muhtelif şekillerde yapılabilmektedir ki; bugün “Tarikat” denilen ve “Tasavvuf” ilminin konusunu oluşturan inanç oluşumlarının, birbirinden farklı zikir ayinleri ve kendine özgü ritüelleri vardır. Hatta bu ritüeller çoğu zaman folklorik özellikler taşıyan ritimli hareketlerle icra edilmektedir ve her tarikatın kendine özgü hareketleri vardır.

Ritüelleri birbirinden farklı onca tarikat, İslam’ın ortak mabedi camide ayin yapamayacaklarına, buralarda ayin yaparak kendi dışındaki tarikat mensupları ile tarikat mensubu olmayan Müslümanları rahatsız edemeyeceklerine göre, bunların kendilerine ait bir mekânlarının bulunması kaçınılmazdır ve bunlar bir ihtiyaçtır. İşte bu noktada Alevi-Bektaşiler için cemevlerine olan ihtiyaç kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Oysa yukarıda gördük ki; Alevilik ve Bektaşilik, yakın zamanlara kadar bir tarikat değil, İslam’ın bir parçası olarak Hanefilik içinde mütalaa edilmeye çalışılan bir meşrep olarak kabul edilmiştir. Görülüyor ki; bu noktada Aleviliğin sadece bir “Meşrep” yani bir “hayat tarzı ve yaşam biçimi” olarak kabul edilmesi yetersiz kalmaktadır. O zaman Alevilik ve Bektaşiliği yeniden tanımlamakta ve yerli yerine oturtmakta galiba fayda var.

Bize kalırsa, Alevilik ve Bektaşiliği en azından “Tarikat” kavramı etrafında tanımlamak gerekir. Bize göre Mevlevilik neyse, Bektaşilik de odur. Çünkü her ikisinin ortak yanı, ayinlerinin müzik eşliğinde yapılıyor olmasıdır. Zaten Cumhuriyete kadar devam eden dini kültürümüzde ve hatta uygulamada Alevilik-Bektaşilik, hep“Tarikat” olarak muamele görmüştür. Bektaşilik bir tarikat değilse o zaman koskoca imparatorluk sınırları içinde yayılmış onca Bektaşi Tekkesi’ni nasıl izah edeceğiz? Macaristan’daki Gülbaba Tekkesi’nden tutun da Romanya’daki Babadağ Tekesi’ne varıncaya kadar belki de yüzlerce Bektaşi Tekkesi’ni nasıl açıklayacağız? Ya da Alevi ve Bektaşi Tekkelerinin, Cumhuriyet’in ilk yıllarında çıkarılan “Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması” hakkındaki kanun çerçevesinde kapatıldıklarını.

Alevilik ve Bektaşiliğin tarikat olarak kabul edilmesi ve buradan hareketle cemevlerine ibadethane statüsü verilmesiyle birlikte başka sorunların da ortaya çıkacağı muhakkaktır. En azından diğer tarikatlar da aynı hakkı istemeye başlayacaklardır. Tekke ve zaviyelerin kapatılması hakkındaki kanunun çıkarılmasıyla diğer bütün tekke ve zaviyelerin derhal kapatılmasına karşılık Bektaşi ve Mevlevi tekkelerinin birkaç yıl daha yaşadıkları biliniyor. Bu durum, tıpkı Osmanlı devlet yönetimi gibi Cumhuriyetin sivil ve asker bürokrasisinin de bu iki tarikata diğerlerinden farklı bir gözle baktıklarını akla getirmektedir. Ancak meydana gelen problemler, bu iki tarikata ait tekkelerin de kapatılmasını zorunlu kılmıştır. Şimdi Alevi-Bektaşi tekkelerine verilecek bir ayrıcalık, 85 yıl önce yaşanan söz konusu problemlerin tekrar su yüzüne çıkmasına sebep olacaktır. Dolayısıyla bu konuda atılacak adımların düşünülerek atılmasında sonsuz faydalar vardır.

***
Cem Vakfı ve Dünya Ehli Beyt Vakfı gibi bazı Alevi kuruluşlarının yanı sıra Başta Arif Sağ olmak üzere bazı Alevi siyasetçi ve aydınlarının iştiraki ile yapılan çalıştaylar sonucunda üzerinde mutabakat sağlanan konulardan ilk ikisi oldukça önemlidir. Çünkü bunlar sadece Alevi yurttaşlarımızı değil, toplumun bütün kesimlerini ilgilendirmektedir. Nedir onlar;

1- Anayasa değişikliği ile zorunlu din dersi uygulaması kaldırılsın veya bu dersin içeriği değiştirilsin.2- Din içerikli bilgiler ancak velilerin onayı ile öğrencilere verilsin.

Demek oluyor ki; bu iki uygulamayı hayata geçirmek için öncelikle Anayasa değişikliği gerekiyor. İş, sanırım sadece Anayasa değişikliği yapmakla da bitmiyor. Bu sefer birçok yasayı Anayasa’ya uygun hale getirmek de gerekiyor. 4 Şubat günü, Alevilik ve Bektaşilik üzerine incelemeleri ve kitapları da bulunan bir araştırmacı dostumla konuştuğumuzda, o da aynı şeyleri söyledi. Ancak bana göre elbette eğer istenirse bunların hepsi yapılabilir ve bence yapılmalıdır da.

Din derslerinin seçmeli hale getirilmesinin ve bu dersin verilmesini öğrenci velilerinin iznine bağlamanın bence de hiçbir sakıncası yoktur. Zira bana göre, dindar aileler çocuklarına zaten bu dersi aldıracaklardır. Ayrıca, din derslerinin içeriğinin sınıf içinde namaz tatbikatları yapılmayacak biçimde değiştirilmesinde de bence herhangi bir mahzur yoktur. Çünkü bu ülkede yaklaşık 100 bin cami ve yaklaşık 120 bin (bir rivayete göre ise vekillerle birlikte 130 bin civarında) din görevlisi bulunmaktadır ve yaz ayları gelince bu camilerin hemen hepsi birer Kur’an Kursu, din görevlileri de birer Kur’an Kursu öğretmeni olmaktadır. Dolayısıyla Milli Eğitime bağlı örgün öğretim kurumlarının din dersi konusundaki eksikliklerini Diyanet’e bağlı yaygın öğretim kurumları (Kur’an Kursu ve camiler) pek ala giderebileceklerdir. 28 Şubat süreci ile birlikte zorunlu temel eğitim süresinin 8 yıla çıkarılması üzerine dönemin Diyanet İşleri Başkanı M.Nuri Yılmaz’ın yapmış olduğu ilk açıklamanın, din eğitiminde oluşacak boşluğun yaz aylarında camiler vasıtasıyla giderilebileceğini söylemek olduğu hala hatırlardadır.

Görüleceği gibi zorunlu din derslerinin kaldırılmasıyla çocuklarına din dersi aldırmak isteyen aileler fazla bir sorun yaşamayacaklardır. Onlar, çocuklarına seçmeli de olsa den dersi aldıracaklar, eksikliklerini de Kur’an Kursları’nda veya yaz aylarında camilerde verilen din dersleriyle giderebileceklerdir. Burada asıl sorun yaşayacak olanlar Alevi vatandaşlarımızdır. Peki, çocuklarına devletin okullarında din dersi aldırmak istemeyen, ancak onlara Alevilikle ilgili adap ve erkânı öğretmek isteyen aileler bu ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklardır ve ilgili yasalarda yapılacak değişikliklerle İbadethane statüsü verilecek olan cemevleri bu ihtiyacı giderebilir mi? Bence asıl sorulması gereken ve şöyle adam akıllı cevaplandırılması gereken soru budur. Öyle ya insanlar için din eğer bir ihtiyaç ise bu ihtiyacın bir şekilde giderilmesi gerekecektir.

İşte bu noktada “Dedelik” kurumu hayati derecede önem kazanmaktadır(6). Çünkü Alevilikle ilgili adap ve erkânı en iyi bilecek ve gençlere öğretecek olanlar onlardır. O zaman yeterli sayıda ve yeterli bilgiye sahip derecede dedeye ihtiyaç olacak demektir. Demek ki din derslerinin seçmeli hale getirilmesinden sonra yapılması gereken önemli işlerden birisi de dedelerin eğitilmesi ve dede yetiştirilmesidir. Yani bize göre nasıl her önüne gelen imam ve müezzin olamıyorsa, her önüne gelen de dede olamamalıdır. Hele hele bu insanlar devletin maaşlı memurları olacaksa olay çok daha önem kazanmaktadır. Çünkü devletin memur istihdam etmesinin belli şartları ve kriterleri vardır. Dedelerin de bu şartlara ve kriterlere uygun olarak seçilmesi ve atanması gerekmektedir. Aksi takdirde Anayasa’nın öngörmüş olduğu eşitlik ilkesine uygun davranılmamış olur.

Öte yandan çalıştay sonunda “Cemevlerinde görev alacak Alevi dedelerinin maaş ve sosyal güvenlik sorunlarının mahalli imkânlarla çözülmesinin öngörüldüğü” belirtilmektedir. Çalıştaya katılan “Cem Vakfı” ve “Dünya Ehli Beyt Vakfı” ile diğer Alevi aydınları bu teklifi nasıl karşıladı bilmiyoruz ama Alevi vatandaşlarımızın bu teklifi kabul edeceklerini hiç sanmıyorum. Çünkü bir taraftan halka din hizmeti veren imam, müezzin ve müftülerin maaşlarını devlet bütçesinden öderken, öbür taraftan aynı hizmeti verecek dedelerin maaşlarını ve sosyal güvenlik masraflarını Alevi cemaatinin üzerine yıkmak da Anayasanın öngördüğü “eşitlik” ilkesine ters düşmektedir. Bu durumda, eğer Aleviler, “imamların, müezzinlerin ve vaizlerin ücret ve sosyal güvenlik sorunları da mahalli imkânlarla karşılansın” derlerse el-hak haklı ve doğru söylemiş olurlar.

Esasen Laik olduğunu söyleyen bir devlette olması gereken de budur. Yani maaş karşılığı din adamı istihdam etmemektir. Kanaatimizce din hizmeti tamamıyla sivil toplum kuruluşları ve cemaatlere bırakılmalı, Diyanet ise denetim, kontrol ve koordine görevini görmelidir. Kısaca Diyanet, tıpkı RTÜK, SPK, BDDK, Şeker Üst Kurulu, Tütün Üst Kurulu ve Enerji Üst Kurulu gibi bir üst kurul haline getirilmelidir…

Bundan yaklaşık iki yıl önce olmak üzere yine dedelerin eğitimi ve dede yetiştirilmesi konusuna değinerek, 30 Kasım 2007 tarihinde yazmış olduğumuz “Bu Ampul Cem Evlerini Işıtmaya Yetmez!” başlıklı yazımızda bakın neler demişiz:
“… Aleviliği asli temellerine, yani Ahmet Yesevî ve Hacı Bektaş-ı Velî çizgisine oturtmadan ve bugünkü bozulmuş ve yozlaştırılmış haliyle koruma altına almak, ülkeye, Alevilere ve hatta Aleviliğin bizatihi kendisine zarar verecektir. Bugün bu haliyle sazlı sözlü ayinler yapan ya da ne idiğü belirsiz olmakla ve Alevi toplumu tarafından tecrit edilmekle birlikte bazı resmi ve özel merciler nezdinde dede olarak kabul ve itibar gören örneği bizde mahfuz bazı adamları maaşa bağlarsanız, yarın da defli, kudümlü ve neyli bilmem hangi tarikatın şeyh ve müritlerini maaşa bağlamak zorunda kalırsınız. Bundan en büyük yarayı alacak olan da herhalde Türkiye’nin sözde lâik sistemidir. Bunun anlamı ise Türkiye’nin hızla bir din devleti yapılmaya doğru itildiğidir. Bu noktanın iyi bilinmesi gerekmektedir”(7).
6 Ocak 2008 tarihinde yazmış olduğumuz “Bektaşi Vari Temellerden Birisi ve Tekke Köyü Alevi Enstitüsü” başlıklı yazımızda ise şunları söylemişiz:

“… Habere göre; Abdal Musa Vakfı, Alevilik’te dinsel hiyerarşinin başında bulunan dedelerinin ‘soydan gelme’ geleneğini sona erdirmeyi hedefleyen bir proje hazırlayarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e sunmuş bulunmaktadır. Gül’ün incelemeye aldığı projeye göre Alevi dedeleri için bir enstitü kurulacak, dedeler bu enstitüde sınavla belirlenecek. Antalya’nın Elmalı ilçesi Tekke Köyü’nde kurulması düşünülen ‘Alevi Enstitüsü’nün Akdeniz Üniversitesi’ne bağlı olarak hizmet vermesi de planlanıyormuş. Habere göre; akademisyenlerin ders vereceği enstitüde, Alevi din adamı olmak isteyen gençler öğrenim görecek, Aleviliğin kökeni, tarihsel gelişimi, Türkiye’de ve dünyada Alevilik, Aleviliğin kolları, Alevi ve İslamiyet, dedelik makamı gibi konularda eğitileceklermiş…

Ülkemizin birliği ve milletimizin dirliği açısından bundan daha güzel bir haber olabilir mi? Alevi vatandaşlarımızın dede adı altında faaliyette bulunan bir takım cahil cühela adamların telkin ve bilgilendirmesi yerine, bu işi bilimsel bazda öğrenmiş insanlar tarafından bilgilendirilmesinden daha makul ve mantıklı ne olabilir ki. Bugün en küçük köy ve mezra imamlarını bile İlahiyat Fakültesi’ni veya İlahiyat Meslek Yüksek okulunu bitirmiş ve KPS sınavında, belirlenen puanı tutturmuş adaylar arasından seçme aşamasına gelmiş bir ülkede, ilkokul mezunu bile olmayan dedelerin, üniversite mezunu alevi vatandaşlarımıza ayin ve zikir yaptırmaları, telkin ve tavsiyelerde bulunmaları asla makul karşılanamaz. Tıpkı, okumuş, yazmış ve aydın sayılabilecek Sünni vatandaşlarımızın, şeyh ve meşâyih adı altında kerameti kendinden menkul bazı cahil cühelâ din adamlarından telkin ve tavsiye almalarının makul ve mantıklı karşılanamayacağı gibi…”(8).

Bütün bunlardan sonra kısaca özetlemek gerekirse; Alevilikte çok önemli bir kurum olan dedeler, soya da dayansalar mutlaka eğitimli olmalıdırlar. Yani üç beş Alevi adap ve erkânını öğrenen ve bağlama çalıp semah okuyan herkes dede olamamalıdır. Bu tür insanlar dedeyim diye ortaya çıkıp sağda solda dolaşmamalıdır. Dedelerin eğitimi için İmam-Hatip liselerinde bölümler açılamasa bile en azından İlahiyat Fakülteleri’nde bölümler ve kürsüler mutlaka kurulmalıdır. Ya da bu maksatla Alevi vatandaşlarımızca kurulması düşünülen “Araştırma Enstitüsü” benzeri kurumlar devletçe mutlaka desteklenmelidir…

5 Şubat 2010
Ömer Sağlam
_____________
1-http://www.haberbu.com/yazar/Evet-Cem-Evleri-Ibadethanedir/2866
2- Örn. bkz.
3- bkz. https://www.turkishnews.com/tr/content/2010/01/29/alevilikte-dedeler-ve-ilginc-bir-dede-portresi/
4-
5- Aynı kaynak.
6- “Dede” ve “Dedelik” kurumu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Ömer Sağlam, “Alevilikte Dedeler ve İlginç Bir Dede Portresi” başlıklı makalesi, (3 nolu dipnottaki link).
7- bkz.
8- bkz.

31 Ocak 2009 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde bulunan Turan Yılmaz imzalı ve “Alevi açılımından din dersi reformu çıktı” başlıklı haberi okuyunca doğrusu çok şaşırdım! Bunun sebebi, sonuç bildirisinde yer alan kararların, daha önce bu aciz tarafından dile getirilen tekliflerle hemen hemen aynı olmasıydı. Dolayısıyla haberi okuyunca kafam dank etti ve ister istemez “Allah Allah, onca koca koca adamlar âlâyı vâlâ ile çalıştay üstüne çalıştay yaptılar, lüks otellerde yiyip içtiler, sonunda da benim gibi bir acizin yazdıklarını mı derleyip toplayıp bildiri diye kamuoyuna açıkladılar…” diye düşündüm! Tabi hemen YÖK’ün Sayın Ömer Dinçer’i profesörlükten doçentliğe indirirken kullanmış olduğu tabir geldi aklıma: İNTİHAL! Ya da Türkçe deyişle AŞIRMA! - synagogue sinogog

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir