13 Kasım tarihli çoğu KKTC ve Türkiye gazetelerinin manşeti “KKTC’de Tarihi Gün” benzeri başlıkla çıktı. Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ile mevcut Cumhurbaşkanı M.Ali Talat bir araya gelip, el sıkışıp, devletin geleceği ile ilgili medenice tartışıp fikirlerini ortaya koymuşlardı. Diğer konuşmacılar da “tarihi an”dan sevinçle bahsettiler. Biz de sevindik. Ancak bir taraftan da düşünmeden edemedim: Demek ki Ümraniye’nin iki mahallesi büyüklüğündeki bu güzide devletlimizin iki cumhurbaşkanı yıllardır bir araya gelememişler. Halbuki yavruvatan karşısında Rum kesimi ile Yunanistan, İngiltere, Rusya, ABD ve AB gibi aktör ve devletler hep birlikte hareket ediyorlar.
Konuşmaları heyecanla dinledik, verilen sözleri not aldık ve geleceğe daha bir ümitle bakmaya başladık. 12-15 Kasım tarihleri arasında KKTC’yi Koruma Derneği’nce düzenlenen “I. Uluslararası KKTC’nin Statüsü Sempozyumu”, önemli bir adım attı. İki cumhurbaşkanının bir araya gelmesinin sembolden öteye anlamı var. Ancak asıl önemli olan ise, Ortaçağ’da kalması gereken Haçlı ruhu ile yok edilmek istenen Kıbrıs Türk varlığının geleceği ile ilgili heyecanlı olduğu kadar bilgi, birikim ve iradeye dayanan tebliğler ve konuşmalardı.
Ankara’dan Doç.Dr. Fatma Ayhan, Orhun Anıtları’ndan Şamanizm’e, İpek Yolu’ndan Anadolu’ya “Tarihi Türk Giysileri Sergisi” programın başında idi. Sayın Ayhan önceden şart koşmuş: Sergiyi iki cumhurbaşkanı birlikte açacaklar. Gerçekten de iki cumhurbaşkanı aynı anda iki makasla kırmızı-beyaz kurdelâyı kestiler. Atalarımızın giyim zevklerini teneffüs ederek oturumlara başladık.
Denktaş, yarım asra yaklaşan Kıbrıs davasının aşamalarını özetleyerek Rumların Türkleri yok etme yolunda bitmek tükenmek bilmeyen oyunlarına karşı son çare KKTC’nin ilanı ve savunulması yönündeki görüşlerini özetledi. Talat ise, Kıbrıs’ta barış yaparak dünyaya karşı görevini yerine getirmek istediğini söyledi. Rum kesiminin uzlaşmaz tutumları karşısında B ve C planları olduğunu belirtti, ancak “bunları burada açıklayamam” dedi. Denktaş’ın Talat’a yemininin gereği olarak KKTC’yi, uzlaşma durumunda Kıbrıs Türkü’nün egemen iradesini, yeni devletin eşit-kurucu olarak koruması gerektiğini hatırlattı. Talat, her adımda yeminine sadık kalacağını söyledi.
Belirli bir tarihe kadar uzlaşma olmadığı takdirde KKTC’yi tanıtma kampanyasına başlanmasının deklare edilmesi gerektiğini hatırlatmama karşın Talat bunun diplomatik bakımdan uygun olmadığını söyledi. Halbuki Rum lider her fırsatta masada söylenenlerle alay edercesine hiç de diplomatik olmayan beyanlarda bulunuyor, halkının moralini geri adım atmayacak şekilde besliyor, niyetinin uzlaşma ister gibi yapıp Türkiye’yi oyalayarak sıkıştırmak olduğunu gösteriyor. Sayın Talat’ın Kıbrıs’ta barış konusundaki borcunu anlamak mümkün değil. Çünkü barışı bozan, 1963’ten itibaren sözleşmeleri tanımayan, adada tek Türk bırakmamak üzere harekete geçen Türkleri katleden ve nihayet ortak devleti bir darbe ile yıkan tarafın Rumlar olduğunu unutmuş görünüyor.
Kıbrıs’a gelmeden önceki hafta yaklaşık yüz kişilik seviyeli bir Kamu Yönetimi bölümü sınıfında Türkiye’nin niçin Kıbrıs’a 1974’de müdahale ettiğini sordum. Ne EOAK darbesini ne de Muratağa ve Atlılar köylerinden başlayan soykırımlarını bilen öğrenciler var. Tıpkı Taşnak Ermenilerinin Türk ve Kürt köylerine karşı düzenledikleri katliamların tarihçilerce dahi bilinmek istenmemesi gibi.
Tarihin esiri olmayıp, geleceğe bakmak gerek. Ancak eğer karşınızdaki size iftira atıyor, katliam suçluları sizi yok etmek üzere her türlü aracı kullanıyorsa, gerçekleri her fırsatta dile getirmek asıl borcunuz demektir. Okul okul, kasaba kasaba, ülke ülke dolaşarak görüntülü ve sesli yayınlar ve sergiler düzenleyerek, konferans, panel benzeri bilgilendirme toplantıları tertip ederek 1963-1974 arası işlenen soykırımlar, cinayetler ve hukuksuzlukları anlatmak sadece tarih bilimine saygının gereği olmayıp aynı zamanda mevcut ve gelecek nesilleri çirkin iftira ve haksızlıklardan korumak için borçtur. Talat ve KKTC liderlerinin böyle bir borcu bulunmaktadır.
Kıbrıs’ta sunduğum tebliğde KKTC’nin tanınması gereğini Milletlerarası Hukuk kaynakları açısından izah etmeye çalıştım. İngiliz sömürgesi sonrasında halkların self determinasyon hakkı çerçevesinde Türklerin böyle bir hakkı bulunmaktadır. Kosova’da ağır insan hakkı ihlalleri karşısında bağımsızlık son çare olduğu gibi Kıbrıs’ta da iki halkın aynı devlet çatısı altında yaşama imkânının altından çok sular akmıştır. Esasen bu fırsatı Rum tarafı yıkmıştır.
Kıbrıs’tan Antalya’ya gelerek Polis Akademisi’nce düzenlenen terörle ilgili sempozyumda ise, terör örgütü ve uzantısı partinin bağımsızlık yolundaki taleplerinin Milletlerarası Hukuk açısından kabul edilemez olduğunu anlattım. Kıbrıs Türkü için bağımsızlık, Türkiye için üniter devleti savunarak “orda öyle, burada böyle” söylemi ile çelişkiye düşüp düşmediğimizi sordum. Kafaların karışık olduğunu da müşahade ettim.
Kesinlikle bu konuda çifte standardımız olmadığını, her olay için aynı hükmün sözkonusu olmadığını, Kıbrıs ve Güneydoğu konularının her birerinin kendi tarihi, anayasal, hukuk çerçevesinde ele alınması gerektiğini, milletlerarası hukukun alfabesinin o alandaki temel kaynaklar, sözleşmeler olduğunu hatırlattım. Bir dahaki yazımızda terör ve self determinasyon konusunu ele alıyoruz. Sırf önceki davada boşanmaya hükmettiği için sonraki davada da hâkimin boşanmaya hükmetmesi gerektiği fikrinin saçmalığını düşünelim.
KKTC’yi koruma uğrundaki gayretlerinden dolayı başta Prof.Dr. Ata Atun olmak üzere, Nejan Kocaismail, Hatice Şahin ile diğer mücahit ve mücahidelere takdir ve şükranlarımızı sunarız.
Oncevatan, 24.11.2009
Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya