Sözde Ermeni soykırımı iddiaları karşısında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin almış olduğu tavır ve oluşturduğu milli politika özetle şudur: “Ermeni soykırımı iddiaları büyük ölçüde politiktir, Türkiye’yi köşeye sıkıştırma amacı taşımaktadır. Oysa tarihi olaylar hakkında kanaat sahibi olmak tarihi olaylara tarafsız gözle bakmayı gerektirmektedir. Tarihi olayların yorumu, politikacılara değil, tarihçilere bırakılmalıdır…” Türkiye bahse konu hadise hakkında öteden beri bu görüşü savunmaktadır ve Ermenistan’a da 1915 olaylarını araştırmak üzere iki tarafın tarihçilerinden oluşan ortak bir komisyon kurulmasını önermektedir. Bu husus, galiba geçtiğimiz aylarda Ermenistan ile imzalanan protokollerde de yer almıştır.
Türkiye’nin bu tutumu, oldukça tutarlıdır ve dünya kamuoyundan az çok destek de görmektedir. Daha doğrusu yakın zamana kadar görmekte idi! “Görmekte idi” diyoruz, çünkü korkarım AKP hükümetinin, özellikle de Sayın Başbakan’ın söylemleri yüzünden Türkiye’nin bu tezi tutarsız hale düşmek üzeredir. Zira Başbakan’ın hem Davos zirvesinde İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e karşı “One Minute” şeklinde sergilemiş olduğu efe tavır, hem de birkaç gün önce yaşanan Sudan Devlet Başkanı Ömer El-Beşir krizi hakkındaki tutumu, önümüze böyle bir tehlike çıkarmış bulunmaktadır. Çünkü Sayın Başbakan, Sözde Ermeni Soykırımı İddiaları konusunda, “Tarihi olayların yorumunu biz politikacılar değil tarihçiler yapmalıdır” anlamında laflar ederken, İsrail ile Filistin arasındaki savaş hakkında İsrail’e yönelik olarak demediğini bırakmamıştır. İsrail’i, orantısız güç kullanmaktan tutun da devlet terörü uygulamak ve insanlık suçu işlemeye varıncaya kadar pek çok şeyle itham etmiştir. Bununla da yetinmemiş, Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e posta koymaya kalkışmıştır!
Ömer El-Beşir’in İSEDAK toplantıları sebebiyle İstanbul’a gelmesine karşı çıkan ABD ve AB ülkelerine seslenirken de “…Gazze olayı ile Darfur’u birbirine karıştırmamak lazım. Ben Darfur’a bu olaylar üzerine gitmiş bir Başbakanım ve onu yerinde inceledim ama kimse Darfur’a girme demedi. Ve orada böyle ifade edildiği gibi soykırım tespitini biz yapamadık… Mensubu bulunduğumuz İslam dinine mensup olan bir insanın soykırım yapması asla mümkün değildir” şeklinde laflar etmiştir(1).
Görüldüğü gibi; Sayın Başbakan, İsrail’in Filistinlilere karşı soykırım uyguladığı konusunda kesin kanaat sahibidir. Ona göre; Sudan’ın Darfur bölgesinde ise böyle bir olay söz konusu değildir.
Böyle demekle İsrail’e sahip çıkmaya çalıştığım filan düşünülmemelidir. Şey etmişim İsrail’ini. Hattı zatında ben de İsrail’in haydut devlet olduğuna inanan bir insanım. Ancak Türkiye büyük bir devlettir. Başbakan’ın tavrı ise asla bölgesinde arabulucu rolü oynamaya çalışan büyük devlet adamı tavrı değildir. Geçenlerde de yazdık; büyük devlet olmak, sözü dinlenir olmayı gerektirmektedir. Bu da lafla değil, icraatla olur. Siz eğer İsrail’i kaybetme pahasına Suriye’yi ve İran’ı kazanmaya çalışırsanız, Ermenistan’ı kazanma adına Azerbaycan’ı küstürürseniz asla büyük devlet olamazsınız. “İsrail’in elinde de nükleer silah var” diyerek güya İran’ın bu konudaki çalışmalarına destek verir tarzda konuşursanız, bu büyük devlet olmak değildir. Çünkü İran’ın elindeki nükleer silahlar da en az İsrail’in elindekiler kadar bizim için risklidir. Türkiye eğer nükleer silahlara karşı çıkacaksa, bu karşı çıkışı bölgemizdeki bütün ülkeler için yapmalıdır. Yok, eğer yapamıyorsa oturup kendisi de nükleer silaha sahip olmanın yollarını aramalıdır. Devlet ciddiyeti ve tutarlılık bunu gerektirmektedir. Büyük devlet olmak ve bu büyük devleti yönetmek bunu gerektirmektedir. Yoksa ayaküstü olarak, kamuoyunun gazını almak, seçim rantı sağlamak, ya da birilerine şirin görünmek için getirisini götürüsünü düşünmeden edilen laflar, gün gelir tıpkı bir bumerank gibi döner dolaşır boynunuza asılıverir. Artık çık işin içinden çıkabilirsen. Bu yüzden Süleyman Demirel, kendisini darbeler karşısında direnmeyip çekip gitmekle itham eden Başbakan’a iyi laf etmiş:
“Bu konuları yeterince ayrıntıyla bilmeden konuşuyor. Böyle ayaküstü konuşmak kendisine yakışmıyor. Adama sormuşlar adın ne? Mülayim demiş… Sert olsan n’aparsın”(2).
Demirel’in kendisi hakkında ithamda bulunduğu için söylemiş olduğu bu sözler, Sayın Başbakan’ın birçok ithamı için, hatta Gazze ve Darfur kıyaslamaları için de pek ala geçerlidir. Elbette Davos’ta “One Minute” şeklinde sergilediği, daha sonra da “Benim çıkışım moderatöreydi” şeklinde Şimon Peres’den özür dileme durumunda kaldığı tavır için de. Bakınız, başbakanın bu geri adımına rağmen İsrail ile ilişkilerimiz bozulmuş durumda. Geçtiğimiz hafta İsrail Büyükelçisi’nin Trabzon ve Gümüşhane’de uğramış olduğu hakareti düşününce, madem “One Minute”ın sonucu böyle olacaktı, keşke Sayın Başbakan geri adım atmayıp “benim tepkim moderatöreydi” demeseydi diye düşünmeden edemiyorum. Peki, siz böyle düşünmüyor musunuz?
Sayın Başbakan Davos’ta sergilemiş olduğu ikircikli davranışın aynısını geçen gün TRT-1’de yayınlanan “Politik Açılım” programında sergilemiştir. O programda gazetecilerin “Türkiye’de bir darbenin eşiğinde çalıştığınız hissiyatı var mı” şeklindeki sorusuna “Asla düşünmedim. Böyle bir siyasetin içerisinde ne politika yaparım ne devleti yönetirim. Bundan önce olduğu gibi de kalkıp bırakıp gitmem. Gereğini yaparım… Fötr şapkalarını alıp kaçanları çok gördük…”(3) şeklinde efece cevaplar vermiş, ancak bu laflarının biraz kalın kaçtığını düşünmüş olacak ki; aynı programda “Genelkurmay Başkanı’nın istifasını istemek suretiyle neden gereğini yapmıyorsunuz?” şeklindeki düşüncenin hatırlatılması üzerine; “Söyleniyor. Dün de bir akademisyen bir toplantıda böyle bir şey kullandı. Biz de bu tür şeyler karşısında darda ve zorda kalıyoruz” demek zorunda kalmıştır(4). Demirel, kendisini itham eden Erdoğan’ın bu sözlerini de hatırlatmış Güneri Civaoğlu’na(5).
Başbakan’ın “Söyleniyor” şeklinde bahsettiği söylenti; Nazlı Ilıcak, Hasan Cemal ve Mümtaz’er Türköne örneğinde olduğu gibi bazı akıl hocaları ve danışmanları ile nev zuhur bazı gazete ve gazeteciler tarafından söylenenler olmalıdır. Hasan Cemal, 8 Kasım 2009 tarihli ve “Demirel’le Evren’den Raul Alfonsin’le Carlos Fuantes’e…” başlıklı yazısında ne güzel akıl veriyordu Başbakan’a ve gelecek başbakanlara. Mümtazer’er’in önerisi ise çok daha köktenci. O, Türk Ordusu’nun toptan lağvedilmesi ve yeni bir ordu kurulmasından yana olduğunu ortaya koymuş durumdadır. Aynı çağrıyı, yine 8 Kasım 2009 günü, başkanlığını İlahiyat Profesörü Salih Tuğ’un yaptığı Türk Milli Kültür Vakfı’nın bir toplantısında Bekir Berat Gözüpek isimli tıfıl bir doçent yaptı Başbakan’a. Hem de gözünün içine bakarak ve alenen. Dedi ki İstanbul Ticaret Gaziosmanpaşa Üniversitesi öğretim üyesi olduğu söylenen Doçent, “Özal bugün yaşasaydı; … AKP ve Fethullah Gülen’i bitirme planı karşısında Genel Kurmay Başkanı’ndan gereğini yapmasını beklemez, onu derhal görevden alırdı. Belki de bir basın toplantısı düzenler, ‘Şunları şunları görevden alıyoruz, yerlerine şunları atıyoruz’ derdi. Belki Genelkurmay Başkanı görevden alındığını televizyondan öğrenirdi”(6).
Müslüman Birisi Soykırım Yapmaz O Halde Emeviler Müslüman Değildi(!)
Başbakan Erdoğan’ın ilginç sözlerinden, daha doğrusu fetvalarından birisi de Sudan’ın Darfur bölgesindeki olayları değerlendirirken söylediği “…Orada böyle ifade edildiği gibi soykırım tespitini biz yapamadık… Mensubu bulunduğumuz İslam dinine mensup olan bir insanın soykırım yapması asla mümkün değildir” şeklindeki sözleridir. Başbakanın bu sözü, zaptiyeden kaçarak samanlığa saklanan babası hakkında “Babam samanlıkta ama yerini size söyleyemem” diyen küçük çocuğun sözü gibi bir anlam ifade etmektedir aslında. Çünkü Darfur’daki olayları soykırım diye niteleyen yoktur. Sadece katliam yapıldı diyenler vardır(7). Dolayısıyla Sayın Başbakan’ın ifadeleri, İslam Dünyası’nı suçlamak için fırsat kollayan eşeklerin aklına karpuz kabuğu getirmekten başka işe yaramayacak türden ifadelerdir.
Ülkemiz adına Avrupa Adalet Divanı’nda yüksek dereceli yargıç olarak da çalışan Prof. Dr. Rıza Türmen’e göre; Ömer El Beşir Darfur’da 300.000 kişinin ölümüne, 2.5 milyon insanın da göç etmesine vesile olmuştur. Göçmen kamplarında günde 5000 kişinin açlıktan ve susuzluktan öldüğü tahmin edilmektedir. Söz konusu olay, BM Güvenlik Konseyi tarafından 2005 yılında 1593 sayılı kararla Uluslararası Ceza Mahkemesi savcısına havale edilmiş, 110 devletin taraf olduğu mahkemenin savcısı da Ömer El Beşir hakkında insanlığa karşı suç işlediği kanaatiyle tutuklama kararı çıkarmıştır(8).
Gazeteci Mehmet Tezkan “Beşir’in Peres’den ne Farkı var!” başlıklı yazısında; Gazze’de 1500 kişinin ölümünden sorumlu tutulan Şimon Peres’e “one minute” çekerken, Darfur’da 300.000 kişinin ölümünden sorumlu olan Ömer El Beşir’e “welcome…” deyip karşılama töreni yapılmasının nedeninin, birilerinin Sudan’daki iş ve menfaatleri olabileceğini ima ediyor(9).
Dolayısıyla biz de diyoruz ki; Sayın Başbakan Gazze ve Darfur olayları hakkında ayaküstü konuşmamalı ve böylece Sözde Ermeni Soykırımı İddiaları konusunda öteden beri geliştirilen Türk tezine aykırı davranışlar sergilemekten özenle ve önemle kaçınmalıdır. Öte yandan, dünya Müslümanlarını korumak ve onlara sahip çıkmak tek başına Türkiye’nin ve Başbakan’ın görevi de değildir. Olamaz da. Zira Türkiye, ne bütün dünya Müslümanlarının hak ve menfaatlerini koruyacak şekilde Hilafetle yönetilen bir ülkedir, ne de Türkiye’nin bütün Müslümanların haklarını koruyacak gücü ve etki alanı vardır. Güce dayanmayan sözler de birer boş lakırdıdan, eskilerin deyimiyle birer laf-ı güzaftan öteye gitmez ve bu tür lakırdılar da Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na asla yakışmaz. Türkiye’nin yapacağı, Atatürk’ün tabiriyle, milleti ulaşılması zor hedefler peşinde koşturarak yorgun düşürmemektir. Devleti, yerine getiremeyeceğimiz taahhütlerin altına sokmamaktır.
Sayın Başbakan’ın “Mensubu bulunduğumuz İslam dinine mensup olan bir insanın soykırım yapması asla mümkün değildir” sözünün elbette bir temeli vardır. Zira Kur’an’da Mâide Sûresi’nin 32. Ayetinde şöyle buyrulmaktadır:
“… Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa sanki bütün insanları yaşatmıştır…”
Bu ayetin sırrına mazhar olan bir Müslüman elbette adam öldüremez. Hele hele bu insanların idare ettiği devletler elbette soykırım yapamazlar. Ancak dün yaşamış ve bugün yaşamakta olan Müslümanların ve Müslüman devletlerin tamamının bu ayetin sırrına mazhar olduğunu kim söyleyebilir? Elbette kimse söyleyemez. Hele hele dün ve bugün Müslüman kimliği taşıyan bazı insanların ve bu kimliği taşıyan bazı idarelerin sebep oldukları katliamları düşünürsek, bu insanlara Müslüman bile diyemeyiz. Bugün Pkk’dan tutun da El Kaide’ye varıncaya kadar birçok terör örgütünün Müslümanlar tarafından kurulup idare edildiği, daha çok da bu örgütlerde Müslümanların kullanıldığı biliniyor. Irak’ta, Afganistan’da ve Pakistan gibi Müslüman ülkelerde olanlar da ortadadır. Bütün bu terör ve şiddet olayları, herhalde sadece yabancılar tarafından yapılıyor değildir. “Bu olaylarda Müslümanlar kullanılıyorlar” klişesi de bu konuda Müslümanların suçunu hafifletmeye yetmez. Gözleri kör mü Müslümanlar da kendilerini kullandırmasınlar efendim. Allah, onlara da akıl ve fikir vermiş çünkü…
Bugünü bırakalım, biraz uzak geçmişe, İslam’ın ilk devirlerine gidelim. Emeviler’in ve Abbasilerin, özellikle İran’da ve Turan’da yaptıkları katliamlar, bugünkü tanımıyla tam da birer soykırımdır. Şovenist Arap komutanlarının idaresindeki Arap orduları, görünüşte İslam’ı yaymak adı altında, gerçekte ise çapul, yağma ve ganimet gibi ekonomik çıkar elde etmek maksadıyla, Miladi 7. Yüzyılın ikinci yarısından 10. Yüzyılın ikinci yarısına kadar tam üç yüz sene boyunca özellikle Türkistan’a karşı soykırım politikası izlemişlerdir. Siz bakmayın, Türkler’in İslam’ı gönüllü olarak kabul ettikleri palavrasına! Türkler İslam’ı zorla kabul etmişlerdir ve tam 300 sene boyunca, yani 10. yüzyılda güçlenip bir yüzyıl sonra da Arap Abbasi Hilafetini fiilen yönetmeye başlayıncaya kadar soykırıma tabi tutulmuşlardır. Türklerin İslam’ı gönüllü kabul ettiklerini ileri sürmek, Türkler için övgü değil, bilakis hakarettir. Böyle bir kabul, Türklerin binlerce yıllık geçmişini görmezden gelmek demektir aslında.
Bunları söylemekle, keşke Türkler İslam’ı kabul etmeselerdi demek istemiyoruz. Aksine iyi ki de kabul etmişiz. Zira İslam’ı kabul etmekle Türkler, yeni bir ruh ve yeni bir dinamizm kazanmışlardır. Ancak burada sorulması gereken soru, “Türkler acaba hangi İslam’ı kabul ettiler?” sorusudur. Bu sorunun cevabını elbette verebiliriz. Ancak bu sorunun cevabı bu makalenin konusu değildir. O sebeple burada sadece Türkler’in kabul ettikleri İslam’la, bugünkü İslam’ın büyük ölçüde aynı olmadığını ifade etmekle iktifa ediyor, Emeviler ve ardılı Abbasilerle ilgili yorumlarımızın tamamen bir durum tespiti amacı taşıdığını söylemek istiyoruz.
Emevilerin ve Abbasilerin uyguladıkları soykırım, sadece Ön Asya, Kafkasya ve Orta Asya Halkları ile de sınırlı değildir. Özellikle Emeviler, kendi soydaşlarına karşı da soykırım uygulamışlardır. Bunun en bariz örneği, Emevilerin Peygamber evladına, yani Ehl-i Beyt’e karşı uyguladıkları soykırımdır ve bu soykırımın en trajik şekilde icra edildiği yer Kerbelâ’dır.
Beyoğlu Emekli Müftüsü İhsan Özkes, Başbakan’ın “Müslüman olan birisi soykırım yapmaz” sözünü konu ettiği “Kerbela Vahşeti Bir Soykırımdır” başlıklı makalesinde;
“AKP İstanbul İl Başkanlığının 08.11.2009’da düzenlediği toplantıda, İSEDAK’ın 25. toplantısına katılıp katılmayacağı tartışılan El Beşir konusunda görüşlerini belirten Sayın Başbakan ‘Müslüman asla soykırım yapmaz’ diye bir hüküm vermiştir. ‘Bizim mensubu olduğumuz İslam dinine teslim olan biri, asla soykırım yapmaz’ demiştir. ‘Müslüman’a soykırım yapmak yakışmaz. Müslüman soykırım yapmamalıdır’ dememiştir. Böyle deseydi konuyu teğet geçmiş olurdu. Bu durumda Asla İslam tarihinde soykırım olmamıştır ve olmaz. Çünkü Müslüman asla soykırım yapmaz.(Bu görüş Sayın Başbakanın görüşüdür.) Eğer Müslümanlarda soykırım varsa (ki zaman zaman olmuştur,) soykırımı yapanlar İslam’dan çıkmışlardır.(Bu görüş de Sayın Başbakanın görüşünden çıkmaktadır.)Aslında bu konuda söyleneceklerin belki en doğrusu şöyledir: Soykırımı en az Müslümanlar yapmıştır.”
Dedikten sonra devamla şunları dile getirmektedir.
“ ‘Soykırım, milliyet, ırk, etnik, dini farklılıkları nedeniyle insan gruplarının yok edilmesidir’ şeklinde tarif ediliyor. İslam tarihinde bunun en canlı örneği Kerbela’dır. Kendileri gibi düşünmeyenlere Muaviye ve oğlu Yezit hayat hakkı tanımamışlardır. Muaviye ve Yezit devlet gücünü kullanarak ve organizeli olarak Hz. Ali evladına ve sevenlerine kelimenin tam anlamıyla soykırım uygulamışlardır. Muaviye zamanında Hz. Ali taraftarlarından Hucur bin Adiy ve arkadaşlarının imhası bir soykırımdır. Yezit devrinde Kerbela’da olanlar soykırım değilse dünyada soykırım diye bir şey yoktur. Çünkü Kerbela bir savaş değildir, Hz. Hüseyin ve sevenlerinin yok edilmesidir.”
Müftü Özkes, Kerbela Vak’asını detaylı şekilde anlattıktan sonra makalesinin sonunda şu hükmü veriyor:
“Dünya tarihinde dinli, dinsiz hiçbir toplumda böyle bir vahşet işlenmemiştir. Bu vahşet, organizeli olarak iktidarın muhalefete hayat hakkı tanımamasıdır. Katliamdır. Hz. Ali evladı planlı olarak imha edilmiştir. Çocuklar bile oklarla ve kılıçlarla öldürülmüştür. Hz. Hüseyin dâhil öldürülen herkesin başı kesilmiştir…”(10).
Sayın Başbakanın, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in tabiriyle ayaküstü ve hiç düşünmeden yapmış olduğu açıklamadan sonra şöyle bir önermede, ya da kıyasta bulunmak mümkün müdür diye felsefe, mantık ve kelâm uzmanlarına sormak istiyoruz:
“Müslüman birisi soykırım yapmaz. Emeviler soykırım yapmışlardır. O halde Emeviler Müslüman değildi!”
Onların cevap vermesini beklemeden biz kendi cevabımızı verelim: Hayır böyle bir önermede, kıyasta veya çıkarımda bulunamayız. Zira önerme veya kıyas, kesin doğru kabul edilen bir hükümden hareketle yapılır. Sayın Başbakan’ın vermiş olduğu fetva ise yanlış bir fetvadır. Esasen, İhsan Özkes’in alıntı yaptığımız makalesinde dile getirdiği üzere; Sayın Başbakan genelde yaptığı gibi hem yanlış fetva vermiştir, hem de esasen kendisi Müftü (Fetva veren) değildir. Sadece siyasi amaç uğruna müftülerin rolünü çalmış bulunmaktadır.
Medyaya yansıyan haberlere göre; Sayın Başbakan’ın TBMM Başkanı’na talimat verecek derecede(11) tek adam rolü oynadığını biliyoruz. Bu tek adamlık rolünü belki millet olarak biz kabul edebiliriz! Ancak Başbakanın tek adamlığı, Allah’a karşı sökmeyecek bir tek adamlıktır. Onun için Sayın Başbakan bir an önce İslam Dini’ni kullanarak ileri geri fetva vermekten vazgeçmelidir diye düşünüyoruz.
İmam-Hatipli Başbakanımızın vermiş olduğu fetvanın doğru olduğundan hareketle Emevilerin Müslüman olmadıkları sonucuna varmak nelere yol açar sizlere söyleyeyim mi? Bunun anlamı, Türkiye’de “Sünni İslam” adı altında yaşatılan, daha doğrusu ülke nüfusunun kahir ekseriyeti olarak yaşamakta olduğumuz İslam’ın, yeni baştan sorgulanması demektir. İbadetlerden tutun, muamelata, ukubattan tutun ahlaka, haram ve helallere kadar bütün inanç sistemimizin sil baştan sorgulanması demektir. Çünkü Sünni İslam’ın bu konulardaki pek çok prensibi ve ilkesi, Emeviler döneminde, hatta bazıları Emevilerin devlet zoruyla dayatması sonucunda benimsenip dini yasa haline getirilmiştir. Bu konuda Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün son kitabı olan “İmamı Âzam Ebu Hanife”de yeteri kadar bilgi bulunduğunu sanıyorum…
13 Kasım 2009
Ömer Sağlam
______________
1-09 Kasım 2009 tarihli Milliyet Gazetesi, “Darfur’da soykırım tespitini yapamadık” başlıklı haber, s, 13.
2-10 Kasım 2009 tarihli Milliyet Gazetesi, “Şapka Cevabı” başlıklı manşet haber(Güneri Civaoğlu röportajı).
3- 9 Kasım 2009 tarihli Milliyet, “Bırakıp gitmem gereğini yaparım” başlıklı Derya Sazak haberi, s, 16.
4- Aynı haber.
5- bkz. 2 nolu dipnot.
6- bkz. “Yazar Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Toplantıda Önerdi ‘Özal Başbuğ’u görevden alırdı’” başlıklı haber, Milliyet, 8.11.2009
7- bkz. Mehmet Tezkan, “Erdoğan Köşk’e adaylığını açıkladı!” başlıklı makalesinde bulunan “Müslüman katliam yapmaz mı” başlıklı bölüm, Milliyet, 9 Kasım 2009.
8- Rıza Türmen, “El Beşir Olayı” başlıklı makalesi, Milliyet, 9 Kasım 2009, s, 19.
9- Milliyet, 06.11.2009.
10- İhsan Özkes, makalesini 9 Kasım 2009 tarihinde özel olarak e-postamıza göndermiştir. Makale aynı tarihi taşımaktadır.
11- Bkz. 12.11.2009 tarihli Milliyet Gazetesi’nde bulunan “Şahin Gerilimi” başlıklı haber, s, 16. Ayrıca bkz. Aynı gazetede bulunan “Tek adam yönetimi böyledir” başlıklı Mehmet Tezkan makalesi,
Bir yanıt yazın