Farkında mısınız; Türkiye’nin gündemine “AKP’yi ve Fethullah Gülen Hareketini Bitirme Planı” olarak oturtulan plan, zaman geçtikçe adeta Türk Ordusunu Bitirme Planı’na dönüşmektedir. Anlayacağınız söz konusu plan, tıpkı Domuz Gribi Virüsü gibi, mutasyona uğratılarak farklı bir şekil almış bulunuyor…
Türk Ordusu’nu hedef alan gizli bir merkez, önce Genel Kurmay Karargâhında görevli Dnz.P.Kur. Albay Dursun Çiçek imzası ile medyaya “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” adı altında bir planı sızdırdı. Genel Kurmay Başkanlığı’nın olayı üstüne almaması ve “Bu fotokopi belgenin hiçbir hukuki değeri yoktur. Hukuki açıdan şimdilik sıradan bir kâğıt parçasıdır” demesi üzerine, bahse konu gizli merkez, baktı olayın üstü kapatılıp ateş söndürülecek, bu kez bahse konu belgenin “Islak İmzalı” halini servis etti medya organlarına. Bahse konu belgenin hedefinde bulunan kurum ve kuruluşlara yakın medya ise adeta mal bulmuş mağribi gibi atladı olayın üstüne. Koro halinde ve ağız birliği etmişçesine bağırıyorlar hep birlikte: “Bu belge, Genel Kurmay Başkanı’nın bilgisi dâhilinde hazırlanmıştır. Islak İmzalı hali de ortaya çıktığına göre, bu belgeye ‘Kâğıt Parçası’ diyen Genel Kurmay Başkanı derhal istifa etmelidir!”
Bu görüşü geçenlerde Haber-Türk TV’de Ruşen Çakır tarafından sunulan bir programda Sabah Yazarı Nazlı Ilıcak ile Hürriyet Yazarı Cüneyt Ülsever de dillendirdiler. Sabahı ve Nazlı Ilıcak’ı anlıyorum da, Hürriyet’e ve Cüneyt Ülsever’e ne oluyor? Ertuğrul Özkök’ü umreye göndermek suretiyle Hükümete yaranmaya çalışan Hürriyet, Kurtlar Vadisi Pusu Dizisi’nin köşe yazarı ve Polat Alemdar’ın kayınpederi Ercüment misali Cüneyt Ülsever’e de böyle bir görev verilmiş olmasın.
“İrtica İle Mücadele Eylem Planı” hakkında son zamanlarda başta Genel Kurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ olmak üzere, TSK’nın üst seviye komutanlarını hedef alanların temel dayanağı Adli Tıp Kurumu’nun, söz konusu belgenin Islak İmzalı halindeki imzanın Dursun Çiçek’e ait olabileceği, dolayısıyla belgenin gerçek olabileceği konusundaki raporudur. Adli Tıp Kurumu’na elbette güvenmek zorundayız. Çünkü orası, hukuki konularda tıpkı kokuşmayı önleyen tuz gibi bir görev icra etmektedir. Ancak bu kurumda çok yakın geçmişte yaşanan bazı olaylar, tuzun da koktuğunu gözler önüne sermiş bulunmaktadır. Hüseyin Üzmez olayından bahsediyorum.
Bilindiği gibi, Vakit Yazarı Hüseyin Üzmez, aile yakını da olan küçük yaştaki B.Ç.’ye cinsel tacizde bulunduğu gerekçesiyle tutuklandıktan sonra Adli Tıp Kurumu tarafından verilen “Hüseyin Üzmez’in cinsel tacizinden dolayı B.Ç’nin beden ve ruh sağlığı bozulmamıştır” anlamındaki rapor üzerine önce serbest bırakılmıştır. Ancak kamuoyundan “Raporu veren kurulda çocuk psikolojisinden anlayan uzman hekim yoktu…” anlamında gelen baskı üzerine bahse konu kurula Doç. Dr. Ayten Erdoğan adında bir bayan çocuk psikologu atanmak zorunda kalınarak yetkili mahkeme tarafından konuya ilişkin ikinci bir rapor daha hazırlanması istenmiştir. Çok geçmeden bu kez ismi geçen bayan psikolog, “Baskı altındayım. Bunlar yine aynı şekilde rapor hazırlayacaklar” diyerek istifa etmiş ve tehditler aldığını beyan ederek koruma istemiştir. Adli Tıp Kurumu’nun ilgili ihtisas dairesi ise belki gerçekten, belki de Ayten Erdoğan’ın açıklamalarını boşa çıkarmak maksadıyla bu sefer “Hüseyin Üzmez’in cinsel tacizine uğrayan B.Ç.’nin, bu tacizden dolayı beden ve ruh sağlığı bozulmuştur” anlamında rapor vermek suretiyle Hüseyin Üzmez’in tutuklanmasına ve hapis cezası almasına sebep olmuştur.
Yani anlayacağınız, “İrtica İle Mücadele Eylem Planı”nda bulunan imzanın ıslak olduğunu ve Albay Dursun Çiçek’e ait olabileceğini ifade eden kurum, aynı konuda iki farklı rapor verebilen, böylece insanı aynı anda vezir ve rezil yapabilen şaibeli bir kurum durumuna düşmüştür! Öte yandan, Adli Tıp Kurumu Başkanı Doç. Dr. Haluk İnce, kurum tarafından Güler Zere hakkında hazırlanan raporu savunurken “Hastanın yararı kadar toplumun bazı kesimlerinin de düşüncelerini düşünmek zorundayız” demek suretiyle, kurumca hazırlanan raporlar hakkında salt bilimsel ilkelerin baz alınmadığını, raporlar hazırlanırken bazı sübjektif etkenlerin de etkili olduğunu bir anlamda itiraf ve faş etmiş bulunuyor(1).
Bu bakımdan bu kurumun vermiş olduğu raporlara ihtiyatla yaklaşmakta, eğer mümkünse aynı belgeyi ve imzayı, uluslar arası bağımsız ve yetkin bir kuruluşa daha inceletmekte fayda vardır. Tıpkı sporcuların doping kontrollerinin de uluslar arası laboratuarlarda yaptırıldığı gibi. Sonuçta suçlamanın hedefinde olan kurum, ülkemizin ve milletimizin teminatı olan TSK’dir.
Üstelik Adli Tıp Kurumu’nun, “Bu imza kesinlikle Albay Dursun Çiçek’e aittir. Dolayısıyla belge gerçektir” şeklinde bir raporu da bulunmuyor. Ya nasıl raporu bulunuyor? Bu sorunun cevabını da gazeteci Yalçın Doğan’dan dinleyelim. Yalçın Doğan, 31 Ekim 2009 tarihli Hürriyet gazetesinde bulunan “İmza kabul edildi ama acele etmeyin” başlıklı yazısında ilginç bilgiler veriyor. Adli Tıp Kurumu yetkilileriyle yapmış olduğu görüşmede bazı teknik ve genel bilgiler verdikten sonra Albay Dursun Çiçek’e ait olduğu söylenen ıslak imza hakkında sormuş olduğu soruları ve bu sorulara karşılık almış olduğu cevapları şöyle özetliyor Yalçın Doğan:
“- Belirlediğiniz ne var bu durumda? – Bu imza çok kolay taklit edilebilir bir imza. İlk okullarda bile dersi var, artık bu gibi imzalar kullanılmıyor, isim yazılıyor. Belgedeki imza basit, taklidi kolay. – Bundan bir sonuç çıkartıyor musunuz? – Hayır, bu sadece bir tespit. İmza türleri var. – Ne gibi? – İmza tespitinde üç tür imza vardır. Benzer üründür, deriz, kabulü gerekir, deriz ve eli ürünüdür, deriz. Bizi yüzde yüz emin kılan, eli ürünü tespitidir. En hafifi benzer ürün, tespitidir. – Bu belgedeki imza için ne dediniz?
– İmza Albay Dursun Çiçek‘e ait, diyorsunuz. – Hayır, imzanın kime ait olduğunu tespit etmek, Adli Tıpta bizim en zayıf olduğumuz alan. Bu da, görüştüğüm uzmanın aktardığı ikinci önemli bilgi. Merakım daha da artıyor ve konuşma devam ediyor. – Kabul edilebilir, ne demek? – Kararı mahkemeye bırakıyoruz. Çok emin değiliz, kararı siz verin, diyoruz mahkemeye.” Yalçın Doğan, bunları aktardıktan sonra aynı yazısında şu yorumu yapmış: “Dongggg!.. Günlerdir imzanın kime ait olduğu tartışmaları sürerken, Adli Tıptan iki önemli bulgu çıkıyor. 1- İmzanın yaşı belli değil. 2- Çiçek’e ait olup olmadığı yüzde yüz kesin değil. Üç kesinlik derecesi içinde, tespit ikinci derecede. Bunlardan hareketle, belge vardır, yoktur, imza sahtedir, gerçektir, gibi sonuç çıkarmaya çalışmıyorum. Bu yazı kimseyi aklamak ya da suçlamak gibi bir amaç taşımıyor. Tümüyle teknik bir yazı. “ Yalçın Doğan’ın yazısından da anlaşılacağı üzere; bahse konu imzanın Albay Dursun Çiçek’e ait olduğu ve dolayısıyla bahse konu belgenin Dursun Çiçek ve arkadaşları tarafından hazırlanmış bir belge olduğu kesin değildir. Hele hele bu belgenin karargâhın bilgisi dâhilinde adı geçen albay ve arkadaşları tarafından hasırlandığı hiç belli değildir. Peki, bu durumda, Genel Kurmay Başkanı ile 1. Ordu Komutanı(zamanın karargâhtan sorumlu Genel Kurmay İkinci Başkanı)’nın derhal istifasını istemek, akıl kârı mıdır? Böyle bir istekte bulunmak, insaf ve vicdan ölçüleri bir yana, pozitif hukukla (örneğin masuniyet ilkesiyle) bağdaşabilir mi? Bu durumda, bu tür istekte bulunanlar, Türk Ordusu’na zarar vermeyi ve komuta kademesini zaafa uğratmayı hedeflemiş olmazlar mı? Belli ki; bu tür taleplerde bulunanlar, 28 Şubat’ın intikamını alma peşindeler. Hele hele bu talepte bulunanların başında 28 Şubat’ın mağduru olan ve Merve Kavakçı’yı eteklerinin altına alıp meclise sokarak provakasyon yapan Nazlı Ilıcak olunca, bu talepleri tamamıyla 28 Şubat’ın intikamına yönelik çabalar olarak yorumlamak hiç de yanlış olmayacaktır. ***
2- bkz. 05.11.2009 tarihli Milliyet, “Bize ulaşan belge yok sizde varsa bana verin” başlıklı haber, s. 16 3- bkz. 4- bkz. Mümtaz’er Türköne, “Bize Nizam-ı Cedit Ordusu lâzım…” başlıklı yazısı, Zaman, 29.10.2009. 5- bkz. Mümtaz’er Türköne, “Yeni bir ordu kurmak” başlıklı yazısı, Zaman, 01.11.2009. 6-Aynı yazı. |