Kürt sorunu demokrasi ve adalet sorunudur
Kürt sorunun çözümü uygulama ve zihniyette gerçekleştirilmesi gereken değişimlerin yanı sıra bir dizi önemli yasal ve Anayasal değişiklikle mümkün.
SEZGİN TANRIKULU
Hükümet demokratik açılım çalışmalarını sürdürürken Başbakan Erdoğan, önceliğin yönetmelik ve benzeri düzenlemelerde olduğunu orta vadade de yasal değişikliklerin olacağını söyledi. Erdoğan Anayasal değişikliğin ileriki aşamalarda gündeme geleceğini belirtti. Zira AKP, Anayasa’yı tek başına değiştirebilecek milletvekili sayısına sahip değil.
Peki hangi yasal düzenlemeler Kürt sorununun çözümüne katkı sağlar? Bölge insanının beklentilerini en iyi bilen isimlerden olan eski Diarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu’nun ‘Güncel Hukuk Dergisi’nde yayımlanan ‘Demokratik açılım: Kürt sorununda hukuk ve adalet’ başlıklı makalesi bu konuda önemli öneriler içeriyor.
Türkiye, Cumhuriyet rejiminin kuruluşundan bu yana Kürt meselesi ile uğraşıyor. Son 25 yılda silahlı çatışma boyutu ile ön plan çıkan bu mesele daima asayiş eksenli politikalar ile çözülmeye çalışıldı. Ne var ki bu politikalar, sorunu bir çözüme kavuşturmaktan ziyade, sornun daha karmaşık bir hal almasına neden oldu. Kürt meselesinin salt güvenliğe odaklanmış bir bakışla çözülemeyeceğinin anlaşılmış olması siyasi iktidarı da başka arayışlara yöneltti. Bugün üzerinde konuşulan ve önce ‘Kürt açılımı’, daha sonra ‘demokratik açılım’ olarak adlandırılan süreç bu bağlamda değerlendirilmelidir. Bu süreç, sorunun hukuk, özgürlük ve adalet boyutunu da geniş kesimlerin tartışmasına açtığı için değerli ve önemlidir.
Kürt meselesinin iki boyutunun olduğunu söylemek mümkündür. Kürt meselesi bir taraftan bir demokrasi sorunudur, diğer taraftan ise bir adalet sorunudur. Dolayısıyla çözümü hedefleyen her yaklaşımın hem demokrasinin güçlenmesine hem de herkes için adaletin gerçekleşmesine yönelmesi gerekmektedir. Demokrasinin güçlendirilmesi ve adaletsizliklerin giderilmesi için hem anayasal hem de yasal planda öncelikle ele alınması gereken konular vardır.
Anayasal öncelikler
Kürt meselesi, her şeyden önce Kürtlerin temel demokratik haklarından mahrum edilmesinin ortaya çıkardığı bir sorundur. Bu itibarla Kürt meselesi, öncelikle bir demokrasi meselesidir. Eğer Kürt meselesi demokrasi eksikliğinden kaynaklanıyorsa, sorunun çözümü için yapılması gereken de tüm kurum ve değerleriyle demokrasiyi hâkim kılmaktır. Bu bağlamda, eşitliği ve özgürlüğü esas alan, demokratik bir yaklaşımı öne çıkaran, hukukun üstünlüğünü herkes için temel sayan, farklı kültürleri kabul eden yeni bir anayasa sorunun çözümünü çok büyük ölçüde kolaylaştıracağı açıktır. Bu esasları gözeten yeni bir Anayasa’da; başlangıç, anadilde eğitim dahil olmak üzere kültürel haklar, vatandaşlık, siyasal katılım ve yerel yönetimler alanlarında yapılacak düzenlemeler bu konuda yol açıcı olacaktır.
Türkiye’de farklı Kürt kesimlerinin talepleri incelendiğinde anayasal düzeyde üç önemli talebin öne çıktığı görülür. Bunlar; Kürtçe anadilde eğitim hakkının anayasada tanınıp güvence altına alınması, ‘Türk’ etnik kimliği esasına dayalı vatandaşlık tanımının değiştirilmesi, bunun yerine bütün etnik kimliklere eşit uzaklıkta duran anayasal vatandaşlık anlayışının geliştirilmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesidir. Bu taleplerin karşılanması için demokrasiyi esas alan bir çözüm çerçevesine ihtiyaç vardır.
Anayasal vatandaşlık
Esasen, böyle bir çözüm çerçevesinin beş esasa dayanması gerektiğini orya konmuştur: (1) etnik tarafgirliğin reddi, (2) kültürel çeşitliliğin tanınması, (3) kültürel haklar, (4) idari adem-i merkeziyet (5) demokratik katılımın güçlendirilmesi. Bu çözüm çerçevesini ise ancak anayasal vatandaşlık anlayışı üzerine yükselen bir anayasa karşılayabilir.
Anayasal vatandaşlık anlayışında vatandaşların devlete bağlılığını sağlayan herhangi bir etnik veya dini değer değil, anayasada ifadesini bulan demokratik ve sivil değerlerdir. Bu nedenle anayasal vatandaşlığı benimseyen bir anayasanın -dibacesinden başlayarak- tüm maddelerinin etnisiteye ve kimliğe dair göndermelerden arındırılması ve toplumdaki farklı kültürlere saygının anayasanın her satırına sindirilmesi gerekir.
Anayasa’nın başlangıcı
Başlangıç: Anayasalar her zaman geniş bir siyasi değerler ve idealler dizinini temsil ederler. Ulusal ideallerin ifadesi olarak iş gören bu değerler anayasal metinlerde genellikle başlangıç kısımlarda yer alır. Bu idealler ülkenin siyasal rejimine bağlı olarak, demokrasinin, özgürlüğün veya refah devletinin yürürlüğe konmasından; sosyalizm, federalizm veya dini (İslam’daki) bir inanca kadar değişebilmektedir. Bu itibarla anayasal vatandaşlığı esas alan bir anayasal metnin başlangıcı, bu düşüncesinin ruhuna sadık kalarak, etnik ve dini hiçbir ifadeye yer vermemeli, toplumdaki çok kültürlülüğü tanıyan, koruyan, güvencelendiren ve onları bir zenginlik olarak kabul eden ifadeleri içermelidir.
Vatandaşlık: Türkiye Cumhuriyeti anayasalarında vatandaşlık, toplumun çoğulcu yapısıyla bağdaşmayan milliyetçi bir perspektifle kaleme alınmıştır. Etnik bir kimlik olan ‘Türk’ ifadesini temel alan vatandaşlık tanımı, toplumun çeşitli kesimlerini dışarıda bırakmış ve ‘kapsayıcı’ olmaktan ziyade ‘dışlayıcı’ olma özelliğiyle öne çıkmıştır. Bugün bu vatandaşlık anlayışı, toplumsal istikrarın temin edilmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. Dolayısıyla toplumu oluşturan fertlerin barış içinde bir aradalığını hedefleyen bir anayasal metin -her şeyden önce- bu vatandaşlık anlayışında bir değişikliği öngörmek ve anayasal bir vatandaşlık düzenlemesi yapmak durumundadır.
Anayasal vatandaşlıkta, vatandaşlık düzenlemesinin iki temel özelliği vardır: Birincisi, kamu makamlarını farklılıkları törpülemeye ve onları asimile etmeye dönük gizli ya da açık- politikaları izlemekten men etmesidir. Bu yaklaşımda vatandaşlığa toplumu homojenleştiren bir enstrüman nazarıyla bakılmaz, aksine vatandaşlık farklılıklara hukuki güvence sağlayan bir koruma kalkanı niteliğine bürünür. Bu niteliğiyle de demokratik siyasete de zemin hazırlar. Zira bireylerin sivil ve siyasal haklarının anayasanın güvencesi altına alınması, kimlikleri bağlamındaki haklarının tanınması, onların kendi aralarındaki problemleri şiddete başvurmadan- demokratik bir zeminde tartışmalarına imkân sağlar.
Gruplara eşit mesafe
Anayasal vatandaşlığın ikinci özelliği, yurttaşlık tanımının her türlü etnik, dinsel ve kültürel imalardan masun kılınmasıdır. Anayasal vatandaşlıkta, vatandaşlık herhangi bir etnik, dini veya kültürel kimliğe atıfla tanımlanmaz ve bunun doğal sonucu olarak da toplumun çoğulcu yapısında bulunan farklılıklar arasında birini/birilerini diğerine/diğerlerine karşı ayrıcalıklı kılan bir tercihte bulunulmaz. Bu yaklaşımda anayasa çoğulcu değerleri ihtiva eder ve toplumu oluşturan gruplara eşit mesafede durur; böylelikle her türlü farklılık anayasanın koruması altına alınır ve bunların kendi varlıklarını devam ettirip geliştirebilmelerinin önü açılmış olur.
‘Anayasal Vatandaşlık’ tanımında vatandaşın kim olduğunun mutlaka anayasada belirtilmesine gerek yoktur. Bunun yerine vatandaşlığın anayasal bir hak olduğunu, kazanılması ve kaybedilmesinin kanunla düzenleneceğini, kimsenin keyfi olarak vatandaşlığından yoksun bırakılamayacağını, vatandaşların yurt dışı edilemeyeceğini ve ülkeye girmekten alıkonamayacağı belirtilebilir. Bu itibarla anayasada vatandaşlık ile ilgili madde şu şekilde düzenlenebilir: “Vatandaşlık temel bir haktır. Bu hakka sahip olmada, bu hakkın kullanılmasında ve kaybedilmesinde dinsel, dilsel, ırksal, etnik ve benzeri hiçbir ayrım gözetilmez. Vatandaşlık hakkının kazanılmasına ve ilişkin esaslar kanunla düzenlenir.”
Kültürel Çeşitlilik ve Kültürle Değerler: Kültürel çeşitliliğin başta anayasanın başlangıç bölümünde olmak üzere tanınması bir zorunluluktur. Çağdaş anayasal metinler bu konuda hükümler içerir. Örnek olarak, Avrupa Birliği Anayasası taslağındaki “Birlik, kültür, dil ve din çeşitliliğine saygı gösterir” hükmü ile Kanada Anayasasının Hak ve Özgürlükler Belgesi’nin 27. maddesindeki “Bu belge Kanadalıların çok kültürlü mirasının korunması ve geliştirilmesiyle uyumlu şekilde yorumlanmalıdır” hükmü, verilebilir. Ancak kültürel çeşitliliğin anayasada tanınmış olması tek başına bir anlam ifade etmez. Bunun yanında kültürel hakların da güvence altına alınmış olması gerekir.
Anadilde eğitim
Bu kültürel hakların başında anadilde eğitim gelir. Demokratik bir anayasa herkesin anadilde eğitim hakkına sahip bulunduğunu hiçbir duraksamaya yer vermeyecek biçimde açık bir şekilde kayıt alına almalıdır. Bu hak tüm öğretim sürecini kapsamalıdır.
Siyasal katılım, demokratik mekanizmaların herkesin kullanıma açık olması ve karar alma sürecine sekte vuracak yapıların tasfiyesiyle mümkün olabilir.
Hâlihazırdaki anayasa ‘temsilde adalet’ ilkesini içermekle birlikte mevcut sistem yüzde 10’luk seçim barajı nedeniyle, ülkenin genelinde, özelikle de Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde ciddi bir temsil sorunu yaratmaktadır. Milyonlarca oy alan bir siyasi partinin seçmenlerinin, seçim barajı nedeniyle parlamentoya temsilci gönderememesi, o partiye oy veren seçmenlerin kendilerini mağdur ve sistem içerisinde temsil edilmedikleri düşüncesine yol açar. Taleplerini parlamentoya taşımalarını istedikleri, oy verdikleri kişilerce ‘temsil’ edilmedikleri gerçeği ile yüz yüze gelen seçmenler, siyasetin sorun çözücü işlevine güvenmez hale gelir ve siyasete güven duymazlar. Bu ise, uzun vadede demokratik yapının aşınmasına neden olur. Bu nedenle de seçim barajının kaldırılması demokratik siyasal katılım için en doğru seçenektir.
Kürt meselesinin salt güvenliğe odaklanmış bir bakışla çözülemeyeceğinin anlaşılmış olması siyasi iktidarı da başka arayışlara yöneltti. Bugün üzerinde konuşulan ve önce “Kürt Açılımı”, daha sonra “Demokratik Açılım” olarak adlandırılan süreç bu bağlamda değerlendirilmelidir. Bu süreç, sorunun hukuk, özgürlük ve adalet boyutunu da geniş kesimlerin tartışmasına açtığı için değerli ve önemlidir…”
Avukat Sezgin Tanrıkulu, demokratik açılımı, hak ve hukuk penceresinden değerlendiriyor. Ekim sayısı sayfa 36’da…
===============================================
Kürt meselesinde hukuk ve adalet sorunu
Af değil ‘yaşama eşit ve özgür
katılım yasası’ çıkarılmalı
*’Af’ kelimesi sürecin önünü açan bir kavram olmadığı için ‘Siyasal ve sosyal yaşama eşit ve özgür biçimde katılım yasası’ olarak adlandırılacak bir düzenleme sürecin sonunda gündeme gelmelidir *Nüfus Kanunu’na geçici bir madde eklenip, herhangi bir nedenle istedikleri adı kullanamayanlara, bir yıl süreyle nüfus müdürlüklerine müracaat ederek ad değiştirme imkânı sağlanmalıdır.
Sezgin Tanrıkulu’nun kürt meselesinde hukuk ve adalet yazı dizisi devam ediyor:
4.Hakikat komisyonları, belli bir ülkede geçmişte ordu veya diğer devlet güçleri ya da silahlı muhalefet örgütleri tarafından işlenmiş ağır insan hakları ihlallerini araştırmak üzere kurulan organlar olarak tanımlanırlar. Başka bir deyişle, “hakikat komisyonları, ağır siyasal şiddet durumları veya iç savaşla yüz yüze kalmış toplumlara, geçmişle eleştirel bir şekilde hesaplaşma konusunda yardımcı olmak amacıyla oluşturulmuş araştırma organlarıdır.” Hakikat komisyonları genelde, bir ülkedeki geçiş süreci esnasında veya bunun hemen sonrasında kurulurlar. Ulusal hakikat komisyonları genelde devletin yürütme organı tarafından, nadiren yasama organınca kurulur ve himaye edilirler.
Bu çerçevede yaşananlara bakıldığında, iç çatışma ortamına yaklaşan bir tahribat-travma yaratan sorunun çatışma boyutu, bu sorundan bağımsız-bağlantılı bir biçimde ancak hakikat komisyonları ile birlikte esaslı bir biçimde ele alınabilinir. Yasal bir düzenlemeden önce; Anayasa’nın 98/2. maddesi uyarınca kurulan meclis araştırma komisyonlarının görevlerinin belli bir konuda inceleme yapmaktan ibaret olduğu dikkate alınarak; yasama organı içinden ve dışından uzmanların katılımı ile oluşacak ve görevi, hakikatleri araştırmak, ortaya çıkarmak ve adaleti sağlamak için önerilerde bulunmak ile sınırlı olacak komisyonların kurulması için TBMM bir tutum almalıdır.
5. Diyarbakır Cezaevi 1980’den sonra zulmün simgesi oldu. Yaşanan zulüm 19801984 döneminde binlerce kişinin işkence görmesi ve onlarca tutuklunun ölmesi ile doruk noktasına ulaşmış ise de bu cezaevi her dönemde insan hakları ihlalleri bakımından ürkütücü bir konumda oldu. Bu yönü ile dünyadaki en kötü cezaevleri arasında sayıldı. 24 Eylül 1996’da 10 tutuklu ve hükümlünün ölümü, 23 tutuklu ve hükümlünün ağır bir biçimde yaralanması vakıası da henüz yargıda sonuçlanmadı. Bu cezaevinde yaşananların, halen süren silahlı çatışma sürecinin başlamasına neden olduğu değişik kesimlerce hep ifade edildi.
Demokratik açılım sürecinde, telafi edici adım olarak yapılacak işlerin başında kuşkusuz Diyarbakır cezaevinin bu işlevine son vermek gelmektedir. Ancak bu adım kentsel bir işlev nedeni ile değil bizahati cezaevinin açıklanan bu niteliği nedeni ile yapılmalıdır. Bu konudaki çağrılar da dikkate alınarak Diyarbakır cezaevi, birçok işlevi içinde barındıracak insan hakları müzesine dönüştürülmelidir.
‘Pişmanlık yasası’ çözüme katkı sağlamıyor
6. Demokratik açılım ile birlikte yapılması gerekenlerden biri de, barış ve uzlaşı için siyasal suçlar için, mevcut yargılamaları ve kesinleşmiş mahkûmiyetleri de kapsayacak biçimde yasal düzenleme yapmak olmalıdır. Daha önce yürürlüğe sokulan ve ‘pişmanlık’ yasaları olarak adlandırılan düzenlemelerin sorunun çözümüne katkı sağlamadığı çok açık bir biçimde uygulama ile anlaşılmıştır. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 221. maddesindeki ‘etkin pişmanlığa’ ilişkin düzenleme de kalıcı çözüm için yeterli bir düzenleme değildir. “Af” kelimesi de bu sürecin önünü açan bir kavram olmadığından, siyasal suçların bütün sonuçlarını ortadan kaldırıcı nitelikte “Siyasal ve Sosyal Yaşama Eşit ve Özgür Biçimde Katılım Yasası” adlandırılacak bir düzenlemenin daha birkaç yılı alabilecek bu sürecin sonunda gündeme gelmelidir.
7. Toplantı ve gösterilere katıldıkları iddiasıyla yakalanan, tutuklanan ve cezalandırılan çocukların yargı süreçleri bir bütün olarak toplumda derin kırılmalara neden olmakta ve bu adaletsiz uygulamalar kamuoyunda geniş bir biçimde sorgulanmaktadır. Öncelikle yapılması gereken çocukları, yargı sistemi ile karşı karşıya getirmeden, çözümler üretmek olmalıdır. Bir vesile ile yargı ve buna bağlı kurumlarla karşı karşıya gelen çocukların maruz kaldıkları uygulamalardan geri dönüşleri neredeyse olanaksız hale gelmektedir. Bu konuda diğer düzenlemelerin yanında öncelikle yapılması gereken TBMM Başkanlığı’na sunulan ve Terörle Mücadele Kanunun 9 ve 13. maddelerinde değişiklik öngören yasa teklifinin öncelikle yasallaşmasını sağlamak olmalıdır.
Kürt meselesinde yasal öncelikler
Yaşanan mağduriyetleri giderici mekanizma ve düzenlemeler dışında, sorunun çözümünde yol açıcı yasal düzenlemelerin de öncelikler olarak ele alınması gerekmektedir.
8. İfade özgürlüğü : 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın ifade özgürlüğü ile ilgili olumsuz düzenlemelerinin etkileri yargı kararları ile ortaya çok net bir biçimde çıkmıştır. TCK yürürlüğe girmeden önce Diyarbakır Barosu‘nun hazırladığı görüş, eleştiri ve önerileriler de yasanın diğer olumsuz yönleri ile birlikte ifade özgürlüğünü sınırlayan 215, 216, 220/8, 288, 301 ve 305. maddelerinin mevcut haliyle düzenlenmemesi gerektiğini belirterek;
‘Muğlâk ve soyut bir düzenlemeyi içeren tasarının ifade özgürlüğü alanına yenilik getirmediği, düşünce ve ifade özgürlüğünü sınırlandıran, siyasal ve toplumsal muhalefeti dar bir kalıp içine sokmaya çalışan, demokrasinin çoğulculuk ilkesini ortadan kaldıran bir sistemi tercih ettiği, tasarının bu haliyle otoriteyi kutsadığı ve ayrıca suç tanımı belirgin hale getirilmediği için, uygulayıcıların sübjektif değerlendirmelerine açık bir ortam yaratacağı ve bununda düşünce-ifade özgürlüğü bakımından yeni sorunlar ortaya çıkaracağı’ görüşleri kamuoyu ile paylaşılmıştı.
TMK madde 7 değişmeli
Her ne kadar daha sonra ifade özgürlüğünün kamuoyuna yansıyan yargılanmaları ve mahkûmiyetlerini ortaya koyan TCK’nun 301. maddesinde değişiklik yapılmış ise de Kürt meselesinde asıl sorun TCK’nun 301. maddesinin dışındaki yukarıda aktarılan düzenlemeleri ile 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) 7/2. maddesindeki sınırlayıcı düzenlemelerden kaynaklanmaktadır.
İfade özgürlüğü demokratik açılımın yasal düzenlemeleri bakımından önceliği olmalıdır. Zira halen infaz edilmekte olan yüzlerce mahkûmiyet kararı, kesinleşmeyi bekleyen yargı kararları ve devam eden yargılamalar bulunmaktadır. Sorunun çözümünün tartışılmasında eksiksiz ifade özgürlüğü en temel sorunlardandır. Bu nedenle, demokratik açılım bağlamında öncelikle yapılması gereken uygulamanın sonuçları ortaya konularak ifade özgürlüğü reformu olmalıdır.
9. Kürtçe adlar: 05.05.1972 tarihli ve 1587 sayılı Nüfus Kanunu’nun 16. maddesinin dördüncü fıkrasının “Ancak milli kültürümüze, ahlak kurallarına örf ve adetlerimize uygun düşmeyen veya kamu oyunu inciten adlar konulmaz, doğan çocuk babasının, evlenme dışında doğmuş ise anasının soyadını alır.” şeklindeki 2. cümlesi 19.07.2003 tarih ve 25173 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4928 sayılı ‘Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun’un 5. maddesiyle “Ancak ahlak kurallarına uygun düşmeyen veya kamuoyunu inciten adlar konulmaz, doğan çocuk babasının, evlilik dışında doğmuş ise anasının soyadını alır” şeklinde değiştirilmiştir.
1587 sayılı Nüfus Kanunu daha sonra 29.04.2006 tarih ve 26153 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun 71. maddesi ile yürürlükten kaldırılmıştır. 5490 sayılı yasada, yukarıda belirtilen hükme yer verilmemiştir. Dolayısı ile yürürlükteki mevzuat bakımından adın seçimi ve konulması bakımından bir yasak söz konusu değildir.
Ancak binlerce insanın kullandıkları adlarının halen tescil edilemediğini, çevresinde tanındığı ad ile resmi kayıtlardaki adın farklı olduğunu bilmekteyiz. Kuşkusuz, bu konuda dava açıp değiştirmek olanaklıdır. Yurttaşları bu konuda yargı ile muhatap etmeden bir çözüm bulmak demokratik açılımın öncelikleri arasında olmalıdır. Bu nedenle yapılacak bir yasal düzenleme ile, Nüfus Kanunu’na geçici bir madde eklenerek, herhangi bir nedenle istedikleri adı kullanamayanlara bir yıl süre ile nüfus müdürlüklerine müracaatla ad değiştirme ve tescil imkanı sağlanmalıdır.
10. Soyadı Kanunu: Soyadı Kanunu’nun düzenleniş biçimi de sorunlu bulunmaktadır. Vatandaşlığa yeni alınanlar dışında yeni soyadı alınamayacağı dikkate alındığında sorun daha çok mevcut soyadlarının yargı aracılığı ile değiştirilmesinde yaşanmaktadır. Yürürlükteki mevzuat bakımından kişi mevcut olan soy ismini Türkçe kökenli bir sözcük ile değiştirmek amacı ile mahkemeye başvurduğunda yasal anlamda herhangi bir sorunla karşılaşmamaktadır. Kamu düzenine aykırı anlam içermeyen, ancak Türkçe kökenli olmayan bir sözcüğü soyadı olarak kullanmak amacı ile mahkemelere başvuran kişiler ise taleplerinin olumsuz sonuçlanması durumu ile karşı karşıya kalmaktadır. Böylece hukuksal durumları aynı olan kişilerin maalesef farklı muamelelere tabi tutulması sonucu ortaya çıkabilmektedir. Bu konuda Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi’ne soyadını değiştirmek amacı ile başvuru yapan Süryani kökenli bir yurttaşın başvurusu ciddi bulanarak konu def’i yolu ile Anayasa Mahkemesi gündemine taşınmış ve mahkeme anayasaya aykırılık iddiasını esastan inceleme kararı almıştır.
Bu nedenle Anayasa Mahkemesi kararı beklenmeden 2525 sayılı Soyadı Kanunu’nun 3. maddesindeki ‘yabancı ırk ve millet isimleri’ ibaresinin madde metninden çıkarılmasını sağlayacak yeni bir düzenleme yapılmalıdır.
Kaynak: Radikal.com.tr
=====================================================
Bir yanıt yazın