YAZARLAR SABAH | HASAN BÜLENT KAHRAMAN |
1960’larda İsmet İnönü meşhur Johnson mektubu sonrasında “yeni bir dünya kurulur, Türkiye de içinde yerini alır” diyordu. Bu “dost ve müttefik” Amerika’nın hiç beklenmedik tepkisine karşı verilmiş veciz bir cevaptı. İnönü demek istiyordu ki, “Bizim Amerika’ya karşı alternatiflerimiz vardır.” Bunlar Rusya ve Ortadoğu ülkeleri, belki biraz da o dönemlerdeki adıyla “bağlantısız ülkeler” di.
1971’de devrilmesinden hemen önce Süleyman Demirel Türkiye’yi sanayileştirme sevdasına kapılmıştı.
Benzeri bir sevdanın, öncülü Menderes‘i sardığını da görmüş, o dönemleri bizzat yaşamıştı. Fakat Menderes’in akıbetinden ders almış daha akıllı Süleyman Demirel bu tutkusunun Amerika duvarına çarpacağını biliyordu. O nedenle işi daha baştan sıkı tutmuş, o dönemlerde çok önem verdiği üç önemli sanayi tesisini Sovyetler’e yaptırmıştı. 1960’ların Ankara’sında birtakım Rus ajanlar ortada cirit atıyordu. Sonunda kendisi de yakın dostu ve sürekli Dışişleri Bakanı Çağlayangil de “12 Mart askeri darbesinin arkasında Amerika vardır” dedi. Tıpkı bir başka öncülü İnönü gibi o da “seçenek” arayışına girmiş ama yenilmişti.
Türkiye yakın tarihinde Amerika korkulu bir rüyadır. O ülke ziyaret edilmeden başbakan olunmaz. O ülke ziyaret edilmeden askeri darbe yapılmaz. Ama ABD’ye de kimse sonuna kadar güvenmez.
Bunda özellikle 1970’li yıllarda o ülkenin bir gün önce desteklediği liderleri ertesi gün yapayalnız bırakmasının, hatta bizzat kendi yaptığı operasyonlarla devirmesinin büyük rolü vardır.
Öte yanda 1960’larda solun şimdi daha muhafazakâr/milliyetçi/Kemalist kanatların gerçek anlamından bir hayli saptırılmış anti-emperyalizm tezleri de genel anlamlar ifade etmekten çok ABD karşıtlığını dile getirir.
1980’lerden sonra bu algılama çerçevesi epey değişti. Küreselleşmenin getirdiği bir yayılım ve açılım içinde Türkiye’deki yönetimler iki olguyu kabul edip benimsedi. Birincisi, ABD artık Soğuk Savaş dünyasının iki kutbundan birisi değil, tek kutuplu dünyanın tek süper gücüydü. Dolayısıyla onunla çok iyi ilişkiler kurmak gerekirdi. Turgut Özal bu maksatla yeri geldiğinde yani 1. Körfez Savaşı’nda o ülkeyle birlikte emperyalist denebilecek bir ittifaka gitmeyi de denedi. Onun sonunda ABD ile aramızda stratejik ortaklık denilen bir yeni ilişki düzeni kuruldu.
İkincisi, Türkiye, Ortadoğu’daki dönüşümü, Orta Asya’ya doğru açılan derinlikleri, hatta Hindistan-Pakistan eksenlerini, tıpkı Balkanlar gibi fark etti, oralarda ABD ile kuracağı yakın bir temas sonucunda ebedi emperyal tutkusuna uygun bazı çıkarlar elde edebileceğini algıladı. 2’nci Irak savaşından sonra ABD ile olan ilişkilerini büyük sarsıntılardan sonra toparladı. Hatta unutmayalım ki, 2’nci savaş başlangıcında da Erdoğan, ABD’nin yanında yer alınması gerektiğini düşünmüş, fakat politikası beklemediği bir duvara çarparak bozulmuştu.
Bugün Türkiye tüm şu Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar politikası içinde yakın tarihinde ilk defa mesafe kaydediyor gibi görünmekte ve işin asıl şaşırtıcı yanı bunu ABD’ye karşı olarak, ona dönük bir seçenek arayışı içinde değil, tam tersine onunla tam bir uzlaşma ve beraberlik bütünlüğünde gerçekleştiriyor.
Doğrudur, yanlıştır o ayrı bir mesele ama ortada böyle bir yeni durumun olduğu besbelli ve bu durumu hazırlayan en önemli faktör stratejik ortaklık düşüncesinden çıkılıp Obama tarafından dile getirilen ortak model düşüncesine erişilmesidir.
Sonuç şimdilik Ortadoğu’nun Türkiye’nin ağzına bakmasıdır. Daha nereye kadar gidileceğini bize tarih gösterecektir.
Roma-İslam savaşı ( 16.10.2009 )
Sinema kavgasıyla ölmek ( 14.10.2009 )
Fransa’yı Paris’te kazanmak ( 12.10.2009 )
Paris’te Türkiye’yi dünyaya taşımak ( 09.10.2009 )
Merkez mi, ‘catch-all’ mu? ( 07.10.2009 )
Dünyanın ‘gazete’ durağı ( 05.10.2009 )
Kendimizi nasıl biliriz? ( 02.10.2009 )
Yahudileri nasıl biliriz? ( 30.09.2009 )
Halka şaşıran hanedan ( 28.09.2009 )
Yatak ve okul ( 25.0