Küresel ısınmadan bahsediliyor. Havaya parfüm sıkıyormuşuz da ozon tabakası deliniyormuş da sonradan böyle seller oluyormuş diyorlar.
Dere intikamını alır sözünü hatırlıyoruz.
Su yatağını arar gibi atasözleri bir anda gündemimizi meşgul ediyor.
Dere yatağı diye bir terim artık dilimizde sıkça kullandığımız vaziyete bürünüyor.
İmara sen açtın, ruhsatı ben vermedim, o insanların dere yatağında işleri neydi…
Yazılıyor çiziliyor.
İstanbul’u sel aldı…
Hala ne olduğunu anlamadık hatta kavramak bile kavrayamadık.
Ne yapacağımızı da bilmiyoruz. Oysa tarih tekerründen ibarettir derler. Azıcık tarih okusaydık hiç bu kadar afallamayacaktık.
Ermeni meselesine harcadığımız onca tarih bilimi ve bilimadamının yanında tarihin diğer konularına da yeterli yoğun araştırmayı gerçekleştiremedik.
Maria Dimitriova adlı Bulgar bir arkadaşım aradı. İstanbul’daki sel felaketini sordu, bize bir şey olup olmadığını merak etmişti. Osmanlı Arşivi’nde araştırma yapmaya gelen yabancı araştırmacı tarihçilerden birisiyde. Bir kaç yıl İstanbul’da Arşiv’de araştırma yaptığı için tanışıyorduk. Başarılı bir tarihçidir. Silivri ve Halkalı civarlarında yoğun bir felaketin yaşandığını söyleyince bana bir kitaptan bahsetti. Selaniki Tarihi’nde bu konu varmış.
Digital kopyası bende bulunan kitaplar arasında yeralan Selaniki Tarihi’nin hemen sayfalarını çevirdim. Erhan Afyoncu da bu konuyu daha selden önce köşe yazdığı bir gazetede işlemişti. Hatırlıyordum.
Eski tarih kitaplarımızdan Selanikli Mustafa Efendi’nin yazdığı Tarih-i Selanikî’yi okumaya başladım ve günümüze tıpatıp uyan benzer ve hatta daha büyük bir olayla karşılaştım: İstanbul’u sel basmıştı ve üstelik cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman boğulmaktan kıl payı kurtulmuştu!
Evet, bu tarih kitabının ilk sayfasından itibaren bir sel felaketinden bahsedilir.
Kitap malum Osmanlıcadır. Mehmet İpşirli Hocamız 1999 yılında kitabı yeni harflerimize kazandırmış ve Tarih Kurumu Yayınları arasından çıkarmıştı. Benim elimdeki nüshası ise 1864 yılında matbu harflerle basılan halidir.
İstanbul’da öyle bir sel felaketi olmuştur ki, 8-9 Eylül 2009 tarihinde olan sel felaketi onun yanında Nisan yağmuru gibi kalır.
Sene, Hicret-i Nebeviyyenin 971′inci senesi. Safer ayının başı. Yani 1563 yılı Eylül ayı.Tarih olarak aynı tarih. Yani Saferin gurresi diyor bunun anlamı Safer ayının ilk haftası demektir. Eylül ayının ilk haftası diyebiliriz.
Sultan Süleyman ava gider. Alestefanos yakınlarında İskender Çelebi bahçesinde avlanacaktır.
Burası Halkalı deresi yakınlarında bir yerdir. Hava kararır, gök gürültüleri eşliğinde şiddetli yıldırımlar çakar. 70 tane büyük yıldırım indiğini söylüyor yazar.
Halkalı deresi öyle kabarmıştır ki deniz misali sular neye rastgelirse önüne katıp sürüklemektedir. Dere yatağından taşan sular Kanuni Sultan Süleyman’ın bulunduğu çiftliğe hücüm etmiştir.
Çiftlik sular altında kalır ve nerdeyse temelinden yıkılmak üzeredir.
Padişahı genç bir görevli sırtına alarak suyun önünden alır kenara getirir.
Selden kurtulan padişah hemen toprağı öper ve kurtulduğu için Allah’a şükreder.
Yağmur gece ve ertesi günü öğleden sonraya kadar devam eder.
Bütün su kemerlerini ve köprüleri yıkmıştır.
Su kıtlığı başlamış ve su karaborsaya, bugünkü anlamıyla damacanacıların eline düşmüştür.
Selin önüne katıp sürüklediği çer çöplerin yüksekliği Kâğıthane’deki büyük çınarların tepelerine kadar yükselmiştir.
Kağıthane deresindeki sel Eyüp kasabasına ulaşır ve Eyüp Sultan türbesinin içine bir metreden biraz daha fazla yükselecek kadar girer. Haliç, İstanbul ve Galata Boğazı sel taşkınıyla yükselir. Boğaz kenarındaki yalılar ve köşkler yıkılırlar.
O zamanlar Saray-ı Amire Burnu denilen Sarayburnu’na kadar gelip son bulan sel, denizin rengini ve suyun tadını değiştirmiştir.
Silviri, Büyükçekmece, Küçükçekmece ve Haramideresi’ndeki son derece sağlam inşa edilen köprülerin tamamı yıkılmıştır.
İnsanlar mahsur kalmış, köprüler yıkıldığından, izdiham halinde gemilerle ve kayıklarla karşıdan karşıya geçmeye çalışmışlardır.
Büyük bir hasar oldu ve insanlar türlü türlü zahmet ve meşakkata düçar oldular.
Padişah Kanuni Sultan Süleyman selden zarar gören yerleri teftişe çıkar ve yıkılan yerlerin yapılması için Mimar Sinan’a büyük yetki ve parasal imkanlar tanır. Bütün devlet ricali seferber olup binlerce kişilik bir ekiple yıkılan yerlerin yeniden yapılmasına son sürat başlanır.
Kitabın ilk dört sayfası bu hadise ile başlamaktadır.
Burada dikkati çeken hususlar vardır.
Birincisi şudur, sel o kadar büyüktür ki, selin önüne katıp sürüklediği çerçöpler, Kagıthane’deki büyük çınar ağaçlarının tepelerine kadar yükselmişti…
İstanbul’daki dere yatakları yüzlerce yıldır aynı yerdedirler ve 1593 senesinde olduğu gibi çeşitli yıllarda sel taşkınlarına maruz kalmışlardır.
İstanbul her zaman su sıkıntısı çektiği gibi (çünkü dünyanın en büyük su kemerleri Kanuni zamanında bu şehirde yapılmıştır) pek çok kereler de sel felaketlerine şahit olmuştur.
Selin önünde, Mimar Sinan’ın yaptığı eserler bile dayanamamıştır.
Bir gece ve ertesi günü öğlen namazı sonrasına kadar süren zamanda bütün İstanbul sular altında kalmıştır.
Suya en fazla maruz kalan yerler ise Halkalı, Haramidere, Büyükçekmece, Küçükçekmece, Ayastefanos yani Yeşilköy sahil şeridi, Silivri, Eyüp, Kâğıthane bölgeleridir.
İstanbul’un en yüksek yerlerinden birisi olmasına rağmen Eyüp Sultan türbesinin bile sular altında kalması, o zamanki sel felaketinin büyüklüğünü göstermektedir.
Alınacak çok dersler vardır tabii.
Birincisi ozon tabakasının delindiği ve küresel ısınmanın sel felaketine neden olduğu artık bir safsatadır.
1563 senesinde parfüm mü sıkılıyordu havaya?
Küresel ısınmanın bugün bize palavra şeklinde anlatılan nedenleri o zamanlarda da mı vardı ki bu büyük sel felaketi yaşanmıştı?
O zamanlarda dere yataklarına inşaat yapılıyordu. İskenker Çelebi devletin önde gelen erkânından birisidir ve çiftliğini dere yataığına kurmuştur. Üstelik Cihan padişanı Kanuni Sultan Süleyman da avlanma yeri olarak burasını şereflendirliştir.
Büyük ve Küçük Çekmece, Silivri, Halkalı, Haramidere civarı, Yeşilköy sahili (Bugün buralara Bakırköy’de dahildir), Kagıthane tehlikeli yerlerdir.
Osmanlı zamanda Lale devrinde Sadabat şenlikleri Kagıthane’de yapılıyor, burası mesire yeri olarak kullanılıyordu.
Yukarda sayılan yerlerde devletin ileri gelenlerinin büyük çiftlikleri vardı.
Günümüzde de yoğun yapılaşmanın yapıldığı yerler maalesef buralardır.
Ayamama deresinin adı çıkmış günah keçisi ilan edilmiştir.
İlle de bir suçlu aranacaksa o da tarihe bakmayan, şehir tarihini bilmeyen, merak etmeyen idarecilerimizdir.
Ortacağ panayırlarında açıkgöz bezirgânlar gibi devlet idaresini parasal kâr üzerine oturtan zihniyetin faturasını her zaman halk ödemiştir.
Onun için herkes belediye başkan adayı olmamalıdır.
Onun için herkes müteahhit olamamalıdır.
Onun için minibüsler ve minibüs şöforleri trafikten menedilmelidir.
Onun için deniz taşımacılığı devletin her zaman alternatif bir ulaşım aracı olarak canlı tutulmalıdır.
Onun için toplu konut yapılmamalıdır.
Onun için tarih yalan söylemez…
Onun için Osmanlı Arşivlerinin deposu Ayamama deresinde olmamalıdır ama maalesef ordadır.
Ve onun için Osmanlı arşivleri ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ana Arşivi Kâgıthane’ye taşınmamalıdır!
— Tarihçi Doç.Dr. Erhan Afyoncu da bu konuyu kendi köşesinde değişik açılardan ele almıştır:
ugun.com.tr/kose-yazisi/74862-kanuni-az-kalsin-selde-boguluyordu-makalesi.aspx
Muhammet Safi
Basbakanlik Osmanli Arsivi Uzmani
muhammetsafi@gmail.com
12/9/2009