En iyi imam, cemaatine en düşük faizle kredi bulan imamdır!
Masanın iki tarafı var.
Bir tarafından bakınca, “Çocuklar, bu sene size bayramlık alamadım, biraz sıkışığız!”
Öteki tarafından bakınca, “Babamız bizi sevmiyor!”
“Herkesin bir derdi var, durur içerisinde.”
Devletle, baba-oğul bir hasbihal edeyim istedim.
Kilomu tarttım firesi fazla geldi.
Liradan attıkları sıfırları kuruşa katıp bereket ettim.
Geliri masrafına yetmeyen işe, “Bu benim dünyadaki hizmetimdir” diye devam edip maişeti haftalığa, çoluk çocuğu Allah’a havale ettim.
Üç günlük ömre kesilen yüzyıllık faturayı son nefeslere kadar taksitlendirdim.
Sabır gemisini sebat limanına çekip şükür yükünü Hakk’ın iskelesine çıkardım.
Acaba nerden başlasam, diye düşünmektense, geleni olduğu gibi koyverdim.
Dostlarım mahçup olmasın diye “çay-simit” ikilisinden uzak durdum, “asgari ücret bu ikisine yetiyor mu acaba” şüphesi bende uyansın istemedim!
Artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağına olan inancımı, “yarınlar güzel olacak” ağacına dilek yapıp bağladım.
“Temizlik imandandır” ve “su gibi aziz ol” düsturlarıyla hareket edip “Belde-i Tayyibe”yı temiz insanlara verdik. Başları göğe ersin, aziz olsunlar istedik. ‹yi ki de vermişiz, bundan şikayetçi değiliz. Ama 17 yıl oldu. Yeniden, Konya ovasında bir şehir kurulsaydı, bu süre zarfında ikinci bir İstanbul kurulurdu. Hala Milattan önceki antik çağlarda yerde kalan çöpler ve akmayan sular hatırlatılarak korkutuluyor ve dört kat pahalı suya, iki kat pahalı ulaşıma, baştan aşağı çarpık kentleşmeye razı ediliyoruz!
Su yatağını arar ve kendi gibi aziz olanları bulur! Kaderi zorlamamak gerek. Bunun için dere yatağındaki suyun mecrasında mutevekkil oldum, rahmetin sel olup gelmesini bekliyorum! Biz rahmeti, kendi tabii yatağında bekliyoruz; suya yatak uyduranlar selin altında kalmazlar inşallah!
Asaletimizden olsa gerek bizim milletimiz, özellikle Karadenizliler, karınlarımız aç olsa bile ağızlarımızda kürdanla gezeriz, “az önce iyi bir yemek yedik” görüntüsünü veririz. Milletimizi tanımayanlar, bu görüntümüzü “kabalık” olarak yorumlarlar. Bu normaldir. Ama zorumuza giden, bizim gibi ağzında kürdan ortalıkta gezen “aç gözlü” veya “gözü aç” insanlarımızın da bizlere “tokmuşuz gibi” davranmalarıdır!
“Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” sözünden beri “bunların kanı sağlam, bunlara nasıl olsa bir şey olmaz” denildi, milletimiz yıllarca sıkıntılar içinde bırakıldı. Türkler üşümez, acıkmaz, uyumaz, faturalarını melekler öder denildi! Hatta bu sıkıntılara karşı gösterdiğimiz “zoraki tahammül” geleneklerimizin arasına dahil edildi. Başımıza da bu yüzden midir nedendir bilinmez, hep “geleneklerine bağlı olanlar” geldiler ve “geleneksel sıkıntılara tahammül” örf ve adetini eksiksiz ve kesintisiz yaşattılar bize.Görünen o ki, bu gidişle biz “o kana” cok muhtaç olacağız!
Evet, Türk milleti ağzında kürdan “kaba saba bir halde” bayağı bir zamandır ortalıkta aç geziyor!
Vermek için, bolluk ve rahatlık için üç yıl sabır dediler. Sabrettik. Süre doldu, can havliyle bu sefer 367 istediler bizden! Fakir ve zayıf halimizle verdik. Tam nefes alacakken “Amanın kapatılıyoruz” imdadı kulaklarımızda çınladı, ellerimiz semaya kalktı, kapattırmadık. Göklere açılan ellerimizi indirip henüz “âmin” diyerek yüzümüze sürmüştük ki, Ergenekon destanı gür bir sesle okunmaya başladı. “La havle” ile savuşturduk çok şükür. “Küresel kriz” vaveylası yükseldi. Sıra dünyayı kurtarmaya gelmişti. Onu da hallettik! Hadi onu da göğüsleyelim dedik. Sesimizi çıkarmadık, sabrettik. Kriz dibe vurdu, tırmanışa geçti! Tam sıkıntılar bitti derken açılıp saçılmalar başladı. Resmi adı demokratik olan Kürt açılımı sakız olarak ağzımıza kondu. Bir türlü bize sıra gelmiyor!
Velhasıl 8 yıl boyunca iyi dayandık. 3 yıl da bundan öncesi vardı. O üç yıl da nelere katlanmıştık! 11yıl boyunca Türk milletinin açlığa, yokluğa, pahalılığa, borca velhasıl büyük sıkıntılara dayanma gücü test edildi. Artık biz her türlü şekilde ve her zaman 11 yıl dayanabilen bir milletiz. Tıpkı 1912-1923 arası dayandığımız gibi. Balkan harbinden Cumhuriyetin ilanına kadar da 11 yıl dayanmıştık. Sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomisi ilk on yılda 2400 kat büyümüştü!
Acaba aynı tekrarı yaşayabilecek miyiz? Böyle büyüyen bir ekonomik tablo gerçekleşecek mi?
Zor görünüyor!
Bütçe denkleşti fazla verdi, para yok!
Enflasyon yüzde 5 oldu, para yok!
Faizler tek haneye düştü, para yok!
Paradan altı sıfır atıldı, para yok!
IMF’den borç almadık, para yok!
Döviz düştü, para yok!
Merkez Bankasi döviz rezervleri rekor düzeyde, para yok!
İhracat arttı, para yok!
Memleket turist doldu, para yok!
Zarar eden kamu kurumları özelleştirildi, para yok!
Kara delikler kapatıldı, para yok!
Halka hizmet eden, hizmetkar devlet zihniyeti geldi, para yok!
Eskiden bunlar olmadığı için, para yok deniliyordu. Şimdi de para yok deniliyor.
Tersi de kara, düzü de kara bir ayna! Bu nasıl iştir?
Paradan sıfır atılmasa daha mı iyiydi acaba? Enflasyon düşmese mı idi? Bütçe açık mı verseydi?
1980 öncesi böyle şeyler yoktu aslında! Para da yoktu borç da yoktu! Yine günde üç öğün yemek yiyorduk, yine insanlar doğuyor, yaşıyor ve ölüyorlardı… Ne olduysa ondan sonra geldi başımıza.
Paralar hep bir yerlerde yığılıyor bize para yok deniyor sanki! Padişahlarımız bu kadar parayı ne yapacaklar dersiniz?
Belki de padişahlarımız büyük bir sefere mı hazırlanıyorlar da bizim haberimiz yok? Kızılelma neresidir? Viyana mı, Acem mi, Mısır mı, Kaf dağının arkası mı?
Evvelden, çok değil 15 yirmi sene evvel, bir adam çalışırdı beş eve bakardı. Kaç senedir beş kisi çalışıyor, bir evi bakamıyor.
Körlerin bile alfabesi var.
Sağır ve dilsizler bile konuşabiliyor, hatta anlayabiliyorlar. Onların da işaret dilleri var.
Bu ne sağırlıktır, bu ne körlüktür! Hala görülmüyor, hala duyulmuyor ve maalesef hala anlaşılmıyor!
Üstelik beyit okunuyor Üstad Necip Fazıl’dan:
Bir kişiye tam dokuz dokuz kişiye bir pul
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa!
Yapmaz tabii, anladık ama neticede bir taksimat var, kimi kime şikayet etmeli bilmiyorum!
Birinin izinden giden ancak onun kadar gidebilir. Yolumuzu çöle çevirip, mesafemizi serapa uzattık. Sopa ucuna takılı havucu yemek için akşama kadar çift süren “öküze” döndük. Git git bitmeyen çileli bir seyahat! Vaat vaat vaat! Umut umut umut! Fakirin ekmeği, ye ye bitmez!
Bir insan için başkaları ne ağır yükler taşır da o farkında bile olmaz… İşte bu çok esef vericidir…
Çok şükür müslümanım diyebiliyoruz. Ezanlar Türkçe okunmuyor. Camilerde namaz kılınabiliyor. İmamhatiplerin önü de açıldı. Herkes rahatlıkla ibadetini yapabiliyor, dinini öğrenebiliyor. Dini duyarlılığımız da son derece iyi bir noktaya geldi, ahlaki yönümüzde de mükemmel gelişmeler var…
Ama bir tezattır anlamadım gitti!
Zengin ibadeti olan hac ve umre, artık devlet erkanının rağbet ettikleri bir ibadet oldular. Padişahların bile halife olmalarına rağmen, görevlerinin başından ayrılıp da gitmedikleri o topraklara, devlet büyüklerine görünmek için, gitmeler gelmeler çoğaldı. Dinen caiz olan bir durum, kimsenin itirazı olmayabilir. Ancak bu devletlülerin devletten aldıkları para, milleti varlıklı hale getirmek içindir. Kaldı ki maaşla zengin olunmaz! Maaşlı devletlüler farz olmadığı halde neden gider buralara bilinmez! Vatandaşın borcunu ödediler mi acaba!
Borçlarımızı, yani kul hakkını faizli kredi ile kapatıyoruz. En iyi Müslüman kul hakkı yemeyen müslumandır, diyoruz, arından utancından rahatsızlık duyduğumuz için borçlarımızı faizle ödemek zorunda kalıyoruz!
Yalakalık olsun diye bakanla müsteşarla hacca giden devletlülerin sevap işlemeleri için, günahlar, “bini bir paraya” fatura ediliyor vatandaşa!
Dinin emirlerini yerine getirmek için günah işlemek zorunda bırakılmak gibi bir durum yaşanmaktadır…
İMF’ye ve hazine kâğıdı alanlara borcunu faiziyle ödeyip, istihdam yaratan müteahhitlere ve halka borcunu ödememek hangi dine sığar!
Ezanlar Türkce okunduğu, din yasaklandığı zamanlarda mazeretimiz vardı, zulüm çekiyorduk! Demokrasinin olmadığı ve tek partinin hüküm sürdüğü “Milli Şef” zamanlarında yokluk ve kıtlık içindeydik ama borcumuz yoktu. Dinimizi gizli yaşıyorduk ama günaha girmek zorunda kalmıyorduk. İdareciler belki ağır ifadesiyle zalim idiler ama münafık değildiler.Zalim idareci en fazla öldürür. Üç gün sonra normal öleceğimize üç gün önce şehit olarak ölürüz. Ama dinimize münafıklık usulüyle gâvurluk katılırsa belki daha çok yaşar, üç gün sonra ölürüz, lakin ahiretimiz, sonsuz hayatımız mahvolur. Onun için zalim idareciler dünyamızı, münafık idareciler hem dünyamızı hem ahiretimizi mahveder! Belalardan bela beğen gibi bir durum içindeyiz!
Yani, “Ne olacak bu memleketin hali” bahsine tam giriyorken cep telefonuna bir mesaj geliyor: “Sayın abonemiz, hattınızın aramalara kapatılmaması için…” Bir şey değil deyip hararetle kaldığımız yerden devam ediyoruz, bip diye bir ses daha geliyor aynı yerden: ” Borcunuzdan dolayı doğalgazınız kesilecektir, ödeme yaptıysanız…” Bakarız çaresine, deyip mevzuyu hararetlendirip işi ahlak, din iman bahsine getiriyoruz… Yine bir bip sesi geliyor: “Dersanemize birikmiş taksitleriniz….” Hay Allah demeye kalmadan bir bip sesi daha: “Su faturalarınızın…” Elektrik”… İnternet… Kredi kartı… Kim icat etti bu telefonu! Kapı çalıyor, bu ay kirayı ödememiştiniz, apartman aidatı. Çocuğun harçlığı…
Yiyeceklerin karneye bağlandığı zamanlarda vatandaşın elinde sadece kağıttan bir karne vardı ve dedelerimiz o zamanlar açtı, tarihler bunu yazar, biz de o günleri üzüntüyle hatırlamaya çalışırız. Yalandan yere halimize şükrederiz, çünkü yeniler hep öyle yaptırırlar bize!… Halbuki eski idarecilerin ne günahı vardı? Alt tarafı bir karne ve ona bağlı yoksulluk ve kıtlık… Şimdi değil bir tane herkesin elinde yirmi tane kağıt, fatura ve hepsi de birer karne. Yirmi karnelik vatandaş olduk, yine eskiye göre çok iyiyiz, şükür dedirtiyorlar adama! Nasıl oluyorsa?!
Eskiden bir alacaklı borçlunun kapısına bu kadar sık gelseydi kesin vurulurdu ve hiç kimse de ona acımaz, hatta oh olsun, tamahkar aç gözlü herife derlerdi. Şimdi alacaklı kim? Kimi vuracağız belli değil!
Her şey teknoloji… Teknoloji oldu da günde beş öğün yemek mi yedik, ömrümüz yüz yaşına mı çıktı, bu kadar eder miydi bu teknoloji… Şart ise ki öyle olmalı, niye cep telefonuna iki de bir bip sesi geliyor?
Erkek adamın telefonu biplemez! Müslüman faturasını zamanında öder…
Artık ne erkeklik kaldı ne de müslümanlık… Kimse kusura bakmasın. İslamiyet ilmihal kitaplarında kaldı, erkeklik???!!!
Günah işleyerek sevap kazanmaya çalışıyoruz! İbadetlerimizi ve hayırlarımızı velhasıl hayatımızı kredi kartına taksit ediyoruz, faizi düşük vade farkları arasında ehven olanını arıyoruz!
En iyi imam, cemaatine en düşük faizle kredi bulan imamdır; nerdeyse kural olacak!
Sabrın sonu selamet; “ulusal selamet” değil, bireysel selamet. Bireysiz cemaat ve cemiyet olmayacağına göre “akıl baliğ ve reşitt” mükelleflere ihtiyac vardır. Maliye, bilinçli mükellef istemez, borcunu zamanında ödeyen müşteriyi sevmeyen bankalar gibi! Kendi ayakları üstünde durabildikten sonra Türk milletinin Fatihlere, Yavuzlara muhtaçlığı ortadan kalkacaktır! Belki Fatih, Yavuz, Kanuni Mühendisliğini(!) bitirenler işsiz kalacaklar! Hattatlar işsiz kalmasın diye matbaanın geç gelmesi gibi bir şey! Matbaa geldi yetmedi internet de var artık. Hattatlar duvarlara resim yapsınlar! Vatan kurtaranlar oldukça vatandaşın anası ağlar durur!
Muvaffakiyet duası etmiyorum artık.
Ellerim semaya kalkık değil.
Ramazan’da şeytanlar bağlıydı. İki bayram arasına da hürmetimiz var.
Ahımı kurban bayramı sonrasına postaladım. Vâveyla o zaman kopacak asıl!
“Ah!” için de başın öne eğikl olması yeter!
Ve Müslümanın âhı, yer ile gök arasında kalmaz…
Devletimiz babadır, baba yerindedir. Onun için “devlet baba” denmiştir adına. Allah başımızdan eksik etmesin!
İnancımızda vardır: “Babanın çocuklarına duası, peygamberin ümmetine duası gibidir.”
Yine inancımızda vardır: “Ana babasının hoşnutluğunu alan evladın, yaşlılıklarında vehastalıklarında ana babasına ettiği sıhhat ve uzun ömür duası kabul olunur.”
Çocukları olan ve babası halen yaşayan bir baba olarak, her iki duaya sımsıkı sarılmaktan başka yapacağım bir şey olmadığını düşünüyorum! Milletim olan çocuklarıma hayır dualar ederken devletim olan babama sağlıklı uzun ömürler diliyorum.
Yapacak bir şeyleri olan ve bir şeyler yapmak sorumluluğu bulunanları da saygıyla selamlıyorum!
—
Muhammet Safi
Bir yanıt yazın