“Ülkemizde misyonerlik faaliyetini sürdüren ve merkezi ABD’de bulunan CAMA ismindeki misyoner örgütün temsilcisi, ABD vatandaşı Thomas Tofilon aldığı direktifler doğrultusunda sürekli olarak benden Kürtler arasında müjdeleme yapmamı istiyordu. Daha sonra izinsiz kazı yapmak nedeniyle başı derde girince, onun yerine gelen Jim McDonald aynı şeyi telkin ediyor ve üst düzeyde baskı yapıyordu. Genellikle Diyarbakır’da toplanıyor, devlet tarafından gelecek engellemelere karşı strateji geliştiriyorduk. Bu süreçte karşılaşabileceğimiz sorunları aşmak için Adana ABD Başkonsolosu devreye girmişti. Herhangi bir sorun yaşadığımızda bunlar hemen durumu Ankara’ya ileterek bize yardımcı oluyorlardı. Misyonerlik faaliyeti dini-etnik ayrımcılık üzerinden sürdürülüyor, benim bu konuda kayıtsız kalmama tepki gösteriyorlardı.
“Vatikan, Irak-Türkiye arasındaki sorunun kısa sürede barışçıl biçimde çözümlenmesinden yanadır: Çözümde Kürt halkının ihtiyaçları da dikkate alınmalıdır. Zira Kürtlerin durumu dünyada benzeri olmayan bir nitelik taşımaktadır: Ortada bir halk var, ama bu halka tekabül eden bir devlet yok.”
Kardinal Renato Raffaele Martino
Dış dünyayı yönlendirmenin temel unsuru eylemdir. Eylem ise niteliğine göre tanımlanır.
Terörün bir yüzü şiddete açıktır: Yıkma, saldırma ve öldürme. Diğer yüzü ise örtülü taktiklerle iç içedir: Güven ortamını tahrip etme, korku üretme ve sindirme.
Hangi açıdan ele alınırsa alınsın terör; kuralsız eylemdir. Toplumu kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmeyi hedefleyen terör, dil dünyasından saldırıya, saldırıdan tahribe ve öldürmeye kadar uzanan eylem alanını kapsar. Terörün eylem haritasını belirleyen yöntem ve araçlar ise çağın etkinlik ufkuna göre değişir.
POST-MODERNLİĞİN TERÖR YÜZÜ
Post-modern tarihin etkinlik alanında inşa edilen terör; dini-etnik ayrışmalar üzerinden sürdürülür.
Çünkü post-modern kültür, ayrışmaya ve çatışmaya açık olup her eylemin kendi dil dünyası içinde anlamlı olduğu savına dayanır. Tarihin ve bilginin temeli yoksa her şeyi durumuna, bağlamına ve bakış açısına göre değerlendirmek haklılık kazanır.
Hiçbir sınır koymadan sınırları yok etme eğilimiyle kesişen bu durum sadece mevcut olayları ve buna karşı söylenenin ne olduğunu esas alınca iftira, döneklik, çarpıtma, tahrip etme ve saldırma gibi bütün ahlaki marazlar kendi özel bakışında meşruluk kazanır.
Bilgi denilen şey seninle benim üzerinde anlaştığım şey ise bunu belirleyen anlam göstergesi o şeyin bağlamıdır.
“Ortada bir halk var, ama bu halka tekabül eden bir devlet yok”
sözü böyle bir bağlamın ürünüdür.
Eğer bu söz esas alınırsa başta ABD ve birçok Avrupa ülkesinin parçalanması anılan bağlamın gereği olur.
Aynı duruma tekabül eden alanlara tatbik edilmeyen bir söz, farklı amaca yöneliktir.
Eğer anılan amaçlardan kopuk ve doğrudan dini hissiyatla ilgili ise terör örgütünün ülkemizde akıttığı kan karşısında kiliseler niçin sessizdir?
Sorunun açık cevabını bir tarafa bıraksak bile, çelişen önermelerle post-modern dünyanın trajedisini aşma çabası her şeyi ölüme terk etmekle eş değerdir.
Öyleyse böyle bir açıklama, birbirini bütünleyen ve birbirine ters düşen ifade biçimlerine imkân tanıyan bir söylem olup, gerçek denilen şeyin karşıtını da içerir.
Kaldı ki imparatorluk politikalarının ötekileştirme ve tasfiye etme mantığı bütün insanlık için tehdittir. Bu tehdit karşısında kiliseler nerede durmaktadırlar? Bu sorunun cevabı durumu vahimleştirmekte; kutsal ve politik değerler üzerinden verilen bütün mesajları anlamsız kılmaktadır.
PKK İLE PASLAŞMAK
Ülkemizde etnik ayrışma faaliyeti ve buna bağlı olarak üretilen terör meselesinin bir boyutu da, terörün kutsal sürümüdür.
Her ne kadar kiliseler ve temsilcileri paslaşmayı “Kürt Sorunu” adı altında diplomatik dille sürdürseler de, “soruna” yükledikleri sorunlu anlam, PKK ile örtüşen içeriğe sahiptir.
Nitekim II. Jean Paul bir taraftan doğrudan “Kürt Halkı” ifadesi altında diplomatik dille gönderme yapıyor, diğer taraftan PKK terör örgütünün başı ile paslaşıyor.
Papa II. Jean Paul Ocak 1998′de diplomatik bir dille şu göndermeyi yapıyor:
“İçinde bulunduğumuz günlerde herkesin dikkatini çeken Kürt halkının trajedisini sessizlik içinde geçiştiremeyiz. Olağanüstü durumlarda mültecilere yönelik acil merhamet arzusu; onların güvenli ve kabul edilebilir hayat şartları isteyen milyonlarca kardeşinin arayışını unutmamıza neden olmamalıdır.” (1)
Arayıştan bahseden Papa, her nedense bu coğrafyayı etnik ayrışma üzerinden parçalayan, çatışma hatları ve kanlı sınırlar oluşturan emperyalist batılı devletlerden hiç bahsetmiyor.
Bugün, Kürt halkı bir sorun yaşıyorsa, bu sorun yine batılı emperyalist devletlerin bu coğrafyayı yeniden inşa etmek için uyguladıkları stratejinin sonucudur.
PKK terör örgütünün eylem haritasını belirleyen çizgilerin tümü ABD’yi gösteriyor.
Kaldı ki bu oyun yeni değildir.
Batılı devletler, Osmanlı İmparatorluğu’nu dini-etnik ayrımcılık üzerinden tahrip etmişlerdir.
Bu gerçeği anlatan Fransız Sefiri Engelhardt şöyle der:
“Şark meselesinin, diğer tabirle Avrupa Devletleri’nin bakış açısından Osmanlı Devleti’nin çöküşü, siyaset alanında din, mezhep kisvesi altında gerçekleştirilmiştir. Yabancı devletler, her biri farklı mezheplere tabi olanları himayesi altına alarak siyasi ve sosyal hayatlarına aşırı şekilde müdahale etmişlerdir” (2)
Nitekim Osmanlı topraklarında bulunan çeşitli Protestan cemiyetlerinin İslam aleyhinde sataşmalarda bulunmaları ile ortaya çıkan gerilimi anlatan bütün metinler bunu doğrulamaktadır.(3)
Bu metinler, inanç özgürlüğü altında egemen gücün Osmanlı hükümetini nasıl baskı altına aldığını anlatır.
Devlet çöküş sürecine girince misyoner teşkilatların nasıl milis kuvvetlerine dönüştüklerini tarih bize acı, ancak gerçek dille sunar.
Buradan baktığımızda Papa II. Jean Paul’un ne demek istediğini çok iyi anlıyoruz.
II. Jean Paul, PKK terör örgütüyle paslaşmıştır.
Terörist başı A. Öcalan, Papa II. Jean Paul’e bir mektup yazar.
Bu mektupta yer alan ifadeler şöyledir:
“Suriye’de bulunduğum sırada Suriye Ortodoks Kilisesi’nin Başpiskoposu Yohanna İbrahim Mar Gregorius ile birçok kez görüştüm. Türkiye’deki rejim sadece Kürtleri değil, Ermenileri, Süryanileri ve Rumları da imha etmiştir. Ben, Kürdistan topraklarında yaşayan Hıristiyan azınlıkları da Türk vahşetinden korumak için savaşıyorum. Beni bu savaşta yalnız bırakmayacağınıza eminim.”(4)
Bu mektuptan sonraki gelişmeleri A. Altındal şöyle açıklar:
“Bu mektuptan sonra Papalığın Doğu Kiliseler Birliği Komisyonu’nun başı Achille Silvestrini bir açıklama yaparak Vatikan’ın PKK’yi ve onun başını desteklediğini belirtti. Rusya’da ise Ortodoks Kilisesi’nin en hararetli savunucularından olan bir milletvekili Apo’yu Rusya’ya getirmek ve ona sığınma hakkı tanıtmak için var gücüyle çalıştı.
Bu milletvekili aynı zamanda gizli bir tarikatın üyesi idi.
Tarikatın adı, “İstanbul Haçı’nın Egemen Askeri ve Hanedansal Tarikatı” idi.
Tarikatın başında yasal Bizans İmparatoru olduğu başta Rusya, ABD, İtalya, İngiltere ve Fransa mahkemeleri tarafından tevsik edilmiş olan Prens Henry Paleolog vardı.
İşte bu tarikatın başı Almanya’da PKK örgütüne destek veriyordu. El altından dağıtılan bildirilerinde aynen şöyle yazıyordu:
Türkiye’de boyunduruk altında yaşayan siz Kürtleri çok yakında bu barbar boyunduruğundan kurtaracağız.”(5)
Daha ilginci terörist başının mektuptaki sözleriyle ülkemizde misyonerlik faaliyetini sürdüren kişilerin sözlerinin birebir örtüşmesidir.
Ülkemizde misyonerlik yapan kişiler şöyle derler:
“Türkiye Devleti, Kürtler üzerinde baskı yapmaktadır. Geçmişte Ermeniler, Süryaniler, Rumlar üzerinde soykırım faaliyeti yaptılar. Bunun benzerini şimdi Kürtlere yapmaktadırlar. Türkiye Devleti, soykırımını sürdürmektedir. Birçok masum Kürt kimliğini ve hakkını istemesinden dolayı öldürülmektedir.”(6)
İki metin arasındaki benzerlik, bize, terör örgütünün kutsal sürümünü yeterince tanımlamaktadır.
Belli bir süre misyonerlerin içinde kalan, ancak meselenin din değil, ülkeyi bölmeye yönelik bir faaliyet olduğunu gören ve ayrılan İ. Çınar şu bilgileri aktarmaktadır:
” Ülkemizde misyonerlik faaliyetini sürdüren ve merkezi ABD’de bulunan CAMA ismindeki misyoner örgütün temsilcisi, ABD vatandaşı Thomas Tofilon aldığı direktifler doğrultusunda sürekli olarak benden Kürtler arasında müjdeleme yapmamı istiyordu. Daha sonra izinsiz kazı yapmak nedeniyle başı derde girince, onun yerine gelen Jim McDonald aynı şeyi telkin ediyor ve üst düzeyde baskı yapıyordu. Genellikle Diyarbakır’da toplanıyor, devlet tarafından gelecek engellemelere karşı strateji geliştiriyorduk. Bu süreçte karşılaşabileceğimiz sorunları aşmak için Adana ABD Başkonsolosu devreye girmişti. Herhangi bir sorun yaşadığımızda bunlar hemen durumu Ankara’ya ileterek bize yardımcı oluyorlardı. Misyonerlik faaliyeti dini-etnik ayrımcılık üzerinden sürdürülüyor, benim bu konuda kayıtsız kalmama tepki gösteriyorlardı.” (7)
Görülen o ki, ülkemizde dini- etnik sorun yok, bunların üzerinden çatışma hatları üretme ve bölme amaçlı faaliyet yapan “dış güçler sorunu” var.
Dünya Kiliseler Birliği’nin ve İngiliz Misyoner Cemiyeti’nin desteği ile ülkemizde misyonerlik faaliyeti yapan insanlar, bakın, din özgürlüğü adı altında neler yapıyorlar:
“Bu misyonerler (David Smith ve Edward) Irak’ın kuzeyinde bulunduklarını, zaman zaman bu bölgeye giderek araştırma yaptıklarını ifade ederlerdi. Irak’ın kuzeyine gidişleri Türkiye’de askeri birliklerin bulunduğu üslerden olurmuş. Onlara göre Kerkük ve Musul Kürt bölgesiymiş. Geçmiş zamanlarda burada bulunduklarını ve Kürtlere yardım ettiklerini gururla anlatıyorlardı.
Ankara’da devlet kurumlarında çalışan bazı bürokratlarla çok iyi dostlukları varmış. Bu bürokratlar öğrenciyken, eğitim için ABD’ye gittiklerinde bu misyonerle tanışmışlar ve bu misyonerlerden yardım almışlar. Daha sonra öğrenciler Türkiye’ye döndüklerinde bu misyonerle irtibata geçmişler, misyonerler bürokraside herhangi bir problemle karşılaştıkları takdirde, sorunlarını bunlar aracılığıyla gideriyorlarmış.” (8)
Misyoner-ajan ve bürokrat işbirliğine dayalı bu kuşatma faaliyetinin, din adı altında “ülkemizin en hassas coğrafyasında sürdürülmesinin bir anlamı olmalıdır. Bunun anlamı şudur: Türkiye, Asya’nın kilididir. Bütün amaç, bu kilidi çözmektir. Ülkemizde üretilen ve dış güçler tarafından desteklenen terör, bu amacın kutsal sürümüdür
.
Özel bir yöntemle sürdürülen bu strateji; politik alanda kendini haritalar üzerinden dışa vurdu.
Nitekim Çınar, bu gerçeği şöyle dile getirir:
” Misyonerler; bu gizli amaçları doğrultusunda, emperyalist çıkarları gereği Türkiye Milleti’nin bölünmesiyle birlikte, Türkiye’nin ekonomik ve politik açıdan güçsüz duruma düşmesi için, uluslararası çok güçlü finans kaynaklarının ve sadece Türkiye’deki faaliyetlerinin yürütülmesi amacıyla çeşitli ülkelerde oluşturulan fonların desteğini de alarak var güçleriyle çalışmaktadırlar.” (9)
O halde ülkemizde yaşanan terörün üzerini örterek hoşgörü ve diyalogdan bahseden kiliseler, küresel politikanın mali gücünü sağlayan sermaye grupları, bunları planlayan kurumlar ve bizzat bu faaliyetleri sürdüren lobiler bulunmaktadır.
Batılı devletler ve kiliseler niçin PKK’yi destekliyorlar?
Bu sorunun cevabı İtalyan Evanjelist Kiliseler Federasyon Başkanı Domenico Maselli’nin şu sözünde gizlidir.
Maselli, der ki:
“Varlıklarını kabul etmeyen beş devlet arasında bölünmüş saygın Kürt halkının yazgısına kayıtsız kalamayız.” (10)
Gerçekten kalamazlar. Çünkü iki kutuplu dünya sisteminin çöküşünden sonra ortaya çıkan durum, dünya dengelerini bozacak niteliktedir.
Öyleyse Türkiye ile Türk dünyası arasında duvar örmek gerekir.
İkisinin arasını tam anlamıyla kesmek için Ermenistan yetmez, bir de Kürdistan gerekiyor.
Bütün mesele budur.
Son günlerde artan terörist faaliyetleri nedeniyle Irak’ın kuzeyine müdahale gündeme geldi.
Böyle bir sıcak ortamda Vatikan’ın Adalet Bakanlığı konumundaki Papalık Adalet ve Barış Kurulu Başkanı Kardinal Renato Raffaele Martino, Napoli’de Aziz Egidio Cemaati tarafından düzenlenen Dinlerarası Diyalog toplantısında bakın ne diyor:
“Vatikan, Türkiye ile Irak’ın kuzeyi arasında yaşanan son gerginliğin kısa sürede barışçıl biçimde çözümlenmesinden yanadır. Çözümde Kürt halkının ihtiyaçları da dikkate alınmalıdır. Zira Kürtlerin durumu dünyada benzeri olmayan bir nitelik taşımaktadır: Ortada bir halk var, ama bu halka tekabül eden bir devlet yok.
Tüm bu hadiseler, Ortadoğu’da satrancı andıran durumun uzantısıdır: Irak’ta savaş olmasaydı, İsrail-Filistin sorunu olmasaydı, ortaya bu sorunlar çıkmazdı. Durum vahimleştikçe, sorunlar artacaktır. Türkiye, İran ve Suriye’ye dağılmış durumdaki bu halka, kendilerini ifade etme imkânı tanınmalıdır. Baskılar, doğal olarak durumun daha da kötüleşmesine neden olmaktadır.” (11)
Bu açıklamalar ve işleyen süreç ABD’nin bu coğrafyayı yeniden inşa etmek için ürettiği stratejiler ve uyguladığı politikalarla birlikte düşünülürse anılan sözlerin PKK’ye açık destek olduğu görülür.
Zaten Kardinal Türkiye’yi hedef alan terör saldırılarına hiç değinmiyor. Bu çelişki, “Kürt Sorunu” altında söylenen sözlerin anlamını belirleyen çerçevedir.
İHANETİ GÖRDÜM
İhaneti gördüm: Batılı egemen devletler ve kiliseler hiçbir zaman bu coğrafyanın lehine olan bir faaliyetin içinde olmadılar. Siyasi tarih, stratejidir ve bu strateji bize bir şeyler söylüyor.
Birincisi; 1922-1939 yılları arasında görev yapan Papa 11. Pius adına Kardinal Gaspari Gazi Mustafa Kemal’e şu telgrafı çeker:
“Açık bir barış yapılması için temenniler arz eden 11. Pius, dökülen kanların nihayet bulması için ordulara ve ahaliye şiddetli emirler verilmesini sizden insaniyet namına rica eder.”
Mustafa Kemal bu talebi şöyle cevaplar:
“Kan dökmeye nihayet verilmesi için sizinle hemfikir olarak bu felaketleri ne ordunun ne ahalinin doğurmadığına sizi temin edebilirim. Yunan ordusunun iadeye mecbur olduğu havalide bulunan bütün şehirlerimiz ve kasabalarımız yanmış ve ahali her türlü tecavüzlere maruz kalmıştır. Aynı tecavüzler şu anda yeni bir şiddetle Trakya’da yapılmaktadır. Bu insani hissi bugünkü ahvali doğuranlar nezdinde uyandırmanızı sizden rica ederim.” (12)
Evrensel misyon üstlendiğini söyleyen bir kilisenin yapması gereken her türlü insanlık dışı harekete karşı olmaktır.
Ancak iş, böyle yürümüyor.
Bütün amaç, Türkiye’yi düşürmek ve bunun üzerinden bu coğrafyayı yeniden inşa etmektir.
İkincisi; meselenin gerçek yüzünü Derek Hoffman, yaptığı bir sunumda açıkça ortaya koyar.
“Irak’ta değişen rejimin taşıdığı risk; burada yaşayan Hıristiyan azınlıkların politik ve kriminal şiddete karşı savunmasız kalmalarıdır. Daha önceki sistem Kürt halkına ve Şiilere baskı yaptı. Burada çıkması muhtemel iç savaş; Irak toplumunun iç dinamikleriyle doğrudan bağlantılıdır.” (13)
Oysa yaşanan bu kanlı vahşetin aktörü, Irak’ın iç dengelerini çatışma hattına çeken ve meşru yollarla elde edemediğini terör yoluyla sağlamaya çalışan batılı devletler ile onların kutsal ortaklarıdır.
Evet, siyasi gelenek stratejidir. Biz bu ihaneti daha önce gördük!
Dipnotlar:
1- Papa II. Jean Paul, Speech of Pope John Paul II. In Reply to the New Year Greetings Of the Diplomatic Corps Accredited to the Holy See, (Ocak 1998)
2- Engelhardt ( h. 1328: 263) Türkiye ve Tanzimat, (Çev: Ali Reşad) İst: Mürettibin-i Osmaniye Matbaası.
3- Engelhardt (282-284)
4- Aytunç Altındal (2004: 125) Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, İst: Alfa Yay; Hürriyet (24 Kasım 1998)
5- A. Altındal (126)
6- Ülker Çınar, (2005: 30) Şifre Çözüldü, İst: Ozon Yay.
7- Ülker Çınar, (12-15)
8- İ. Çınar (2005: 29)
9- İ. Çınar (2005: 17)
10- Domenico Maselli “People On the Move” (Eylül 2000)
11- Lütfullah Göktaş (2007) NTV-MSNBC (22 Ekim 2007)
12- Atatürk’ün Bütün Eserleri, (2004: 13/345)
13- Bkz: Derek Hoffman (2005) “The Risk of Regime Change” , Christianity Today International,
Kaynak: Prof. Dr. Nadim Macit – Cumhuriyet Gazetesi
Bir yanıt yazın