Abdullah Buksur [abdullah.buksur@gmail.com]
Biz demokrasi kelimesinin nereden gelmişi ile değil, nereye gitmekte olduğu ile ilgileneceğiz. Eski Yunan’da hangi kelimelerden geldiğini anlatmaya çalışmayacağız. Bizim burada ortaya koymaya çalışacağımız, demokrasinin bizim için reva görülen biçiminin ne olduğu ve gerçek demokrasinin ne anlama geldiğini sizlerle paylaşmaktır.
Ülkelerde yaşanan sıkıntıların ekonomik, sosyal ve politik nedenleri vardır. Ama en az o kadar önemli olan, hatta o sorunlara da kaynaklık eden, ülkelerde(ülkemizde) yaşanan yönetimsel sorunlardır.
İnsanlığın demokrasi adına yaşadığı sorunların başında katılımda yaşanan zorluklar oluşturmaktadır.
Bu durum, yani katılımda yaşanan zorluklar, ülkemizde uygulanmakta olan temsili demokrasi anlayışında değişimi zorlayabilir mi? Bilinmez…
Diğer taraftan bize demokrasi, demokrasinin kaçınılmaz bir gerçeği gibi sunulan bürokrasi, Weber tarafından böyle mi tasarlanmış(!) yoksa bürokrasi diye bize söylenen özünde yaşadığımız, otokrasi mi?…
İki kutuplu dünya var olduğu zamanlarda bize ‘Hür Dünya’ denilen bir var oluş biçimi tanımlanmıştı; demokrasi.
Gerçi; sınıfsal hâkimiyete dayalı otoriter rejimler, faşizmin hâkim olduğu ülkeleri yönetenlerin bile kendi yönetimlerini, demokrasi diye tarif ettiklerini düşünürsek bu kavramın da ne kadar kirlendiğini anlamamız o kadar kolay olacaktır.
Bu tür kavram kirlenmesini bir kenara koyarak konuşursak , demokrasiyi bunların dışında özgürce, insanca yaşamanın keşfedilmiş gerçeği olarak gördüğümü ifade ederek sormak ihtiyacı duyuyorum; siz bizi yönetenler / yönetmeye talip olanlar, köle olmamız/ köle kalmamız için uydurduğunuz sistemin adına mı ‘demokrasi’ diyorsunuz yoksa!
Diğer taraftan, “her şeyi bilen” kişiler, iletişim araçlarının imkânlarını kullanarak; “halkın meselelere duyarsız – ekonomimiz çok kötü – teknolojimiz yok – eğitimimiz çürümüş” gibi , doğru ama içeriksizleştirilmiş kelimelerlerle sürekli konuşarak, çözümün bir parçası olmaktan öte, sorunun devamı noktasında katkı sağlamaktadırlar. Saydıkları sebeplerden daha çok, sorun tanımlayan “aydınlar” sorunun ta kendisi haline gelmiştir.
Bütün olup bitenleri görüyorum, duyuyorum diyenlere, kendisini hükmeden noktada gören, ne i-düğü belirsiz güçler toplumsal dışlanmışlık yaşatmaya çalıştıkları ortada.
Kendisini sağcı veya solcu diye tanımlamış olsa da amacı, bağımsız ve özgür bireylerin yaşadığı Türkiye olan insanlarımız, demokrasilerde gücün kendileri olduğunun farkına varmalılar ve bu gücü kendi lehlerine kullanmalıdırlar.
Milletimiz, demokrasiyi kendiniz inşa edemezse, tıpkı teknoloji transferi yaptığınız ülkelere bağımlı olduğunuz gibi, demokrasiyi transfer ettiğiniz ülkelere de bağımlı oluruz.
Demokrasiler ithal ve ihraç edilemez. Kim ki demokrasinin ihracından veya götürülmesinden söz ediyorsa, hâkimiyet planı vardır. Orada “sözde demokrasi” adına dikilmiş, kan ve gözyaşı çiçekleri vardır.
Çünkü başkalarının size verebileceği demokrasi; bombadır, baruttur, kandır, kindir, gözyaşıdır, ayrılıktır.
Böyle bir demokrasi sizin çıkarlarınızdan daha çok, bağımlı olduğunuz ülkelerin çıkarlarına hizmet ettiği düzenin adı haline gelmektedir.
Bireysel ve toplumsal çıkarlarımıza ters düşen talepleri, şu veya bu biçimde kabul etmemiz gerektiğini söyleyenler, bunu demokrasinin gelişmesiyle, çağdaşlıkla ilişkilendirmekten hiç geri durmuyorlar. Seçilmişler iktidar oluşlarının kaynağını, ona oy veren insanımızdan değil, dağdakinden mapustakinden almaya çalışıyor.
Ne gariğ değil mi? Hem onu seçenlere değil, kendince güç odaklarına tapınıyor ve bunu da demokrasi adına yaptığını söylüyor.
Temsiliyet noktasında, ona oy veren insanımızı değil, güç odaklarını merkeze alan siyaset anlayışı, elinde bulundurduğu gücü, halk için değil, güç atfettikleri odaklara hizmet için kullanmaktadırlar.Onun içinde yapılanlar ve yapılmak istenen kanunlar / düzenlemeler, halkın çıkarlarına değil, bize kavramları, doğruları-yanlışları tarif edenlerin işine yaramaktadır.
Oysa demokrasinin yaşanması ve yaşatılması için, gerekli olan demokrasi kültürüdür. Bunun yolu halka dayanan, halka inanan, halkın çıkarlarını ve refahını her şeyin üstünde tutan iktidarlarla yaşanan/yaşatılabilinen bir rejimdir. Bunu yapabilmenin yolu ise bireyin ve toplumun çıkarlarını en yüce değer olarak gören, planlanmış bir geleceği gerçekleştirmek üzere planlanmış eğitimle mümkündür.
Demokrasiyi Cranston şöyle tarif ediyor; “Demokrasi halkın yönetimi yani önemli sorunların ne olduğuna ve bunlar hakkında ne yapılacağına dayanan ve her vatandaşın katılımı hakkı anlamına gelen yönetim biçimidir.”[1] diyor.
Prickles, aristokratik rejimi yenen demokrasinin iyilik ve faziletlerini şu ifadelerle dile getirmektedir: “Bizde devlet, bir azınlığın değil, çoğunluğun yararına göre idare edildiği için, bu idare şekli demokrasi adını almıştır.”[2]demektedir.
Eşitlik, kanunlarla herkese sözde temin edilebir. Fakat eşitliği hayata katmaya gelince, her fert kendi değerine göre saygı görür. Toplumdaki köylü veya kentli oluş, bireyin şahsî değerine göre daha az önemlidir. Demokrasi “tek adam” idaresi olan diktatörlük ve tiranlığa karşı, “halkın kendi sorunlarına kendi çözüm bulabileceği, kendi kararlarını kendinin verdiği / verebileceği bir idare şekline,” denilebilir.
Herkes kendi yönetimini bir biçimde demokrasi olarak tarif edebilmekte, diktatörlükler bile, bir anda “sözde demokrasinin” en iyi uygulandığı ülkeler olarak karşımıza çıkabilmektedir. İşin garibi “bu sistemlerden her biri, zaman dışı saltık bir demokrasi kavramında kalmamakta, tersine halk egemenliğini kendi tarihsel yapısı ve gereksinmeleri içinde yorumlayarak uygulama olanağı aramaktadır.[3]
Aristo’nun ifadesiyle, demokrasi kısa zamanda “lafebeliğine” dönüşmüştür. Ona göre lâfebeliği, bir toplumun duygularını çelerek kendi çıkarlarını yürütme yoluydu. Bu dönemdeki “demokrasi”lerin ortak karakterleri, halkın şu veya bu şekilde, yapılacak idari işlere katılması sadece fikrî plânda kalması şeklinde olmuştur. Derken 1629 da Fransa da kralın danışmanlığını yapan Kardinal Richelieu XIII. Louis’ye şu tavsiyede bulunmaktaydı: “egemen olma isteklerinizden dolayı ülkenin iyiliğine her zaman ters düşecek olan çevreleri sayıca azaltın ve yetkilerini kısıtlayın. Haşmetmeaplarınıza güçlü ve güçsüz herkes tarafından itaat edilmesini sağlayın” demiştir.
Demokrasinin anlaşılması konusunda Batı’da farklı yaklaşımlar görülmüştür. Abraham Lincoln’un “halkın halk tarafından, halk için idaresi” olarak tarif ettiği demokrasi; zamanları aşan değişmeyen bir kavram değildir. Aslında her toplum için ayrı ayrı demokrasi vardır dersek çok büyük bir yanlış yapmamış oluruz. Toplumların başkalarına göre gelişmişlikleri, kendine göre gelişmişlikleri – örnek alınana göre törpülenip yok edilmenin yerine, yani demokrasi kalıbına girmeyi değil, çağdaş değerleri göz ardı etmeden kendimize demokrasiyi özümsetmeyi içermelidir.
Batı toplumunun simgesi haline getirilen demokrasiye, Marksist ideoloji kaynaklı olarak ortaya çıkmış olan Sosyalist yönetimlerce de sahip çıkılmıştır. Liberalistlerin demokrasiyi yozlaştırdıklarını iddia eden sosyalistler, kendilerine göre demokrasiyi: “Sınıflı toplumlarda hakim sınıfın yürütme erkini elinde bulundurduğu diktatörlük şeklidir. Formel olarak ilân edilen siyasî haklara herhangi bir garanti sağlamamış, parlamentolar bünyesinden çıkan, yasama ve yürütme kuvvetlerinin birbirinden ayrılması, burjuva demokrasisinin tipik bir özelliği olarak değerlendirilmiştir. Sosyalistlere göre, Sosyalist demokrasi, en yüksek demokrasi şeklidir.” Churchill’e göre demokrasi; “En iyi idare şekli değil, ama kötü tarafları en az olan bir idare şekli” olarak kabul edilmiştir. Sosyalist demokrasi, ekonomik bakımdan üretim araçlarının sosyal mülkiyeti temeline dayanır. Sosyalist demokrasinin daha da geliştirilmesi, halk devletinin ortaya çıkmasına varır”. [4]
Görüldüğü gibi anti-demokratik sistemleri savunanlarda dâhil olmak üzere, neredeyse bütün yönetim biçimleri kendilerini demokrasi olarak tariflemek istemiştir. Her türlü akım ve ideoloji, kendi sistemini demokratik olarak ifade etmekten uzak durmamıştır. Örneğin, Hitler, Faşizmi; sosyalistler gibi, faşizm’i “gerçek demokrasi” olarak isimlendirmiş; Mussolini ise Faşizmi “organize, merkezi ve otoriter demokrasi” diye tarif etmiştir.
Demokrasinin var olduğunu iddia edebilmek için; halk egemenliğine dayanması gerekir, sınıf egemenliğine değil. Kararların seçilmiş yöneticiler ve atanmışlar tarafından, halkın çıkarları doğrultusunda tartışılarak alınması, son sözün her zaman yönetilenlerde olması gerekir. Özgürlükler kabul edilemez gerekçelerle ortadan kaldırılmamalıdır. Özgürce seçme ve seçilme hakkının kullanılması ve her vatandaşın oyunun eşit biçimde yasamaya yansıdığı bir yönetim anlayışıdır. Bireyin yaşananlar ve olması gerekenler konusunda ortaya koyacağı düşüncelerini savunma hakkının olduğu, yürütmenin yasaları uyguladığı, yargının tam bağımsız olduğu bir ortam gerekir. Bütün bu uygulamaların, toplumsal çıkarları önceleyerek yapılması çok önemlidir.
Fakat günümüzde, Sosyal Demokrasi – Halk demokrasisi – Ekonomik Demokrasi gibi kavramlar duyuyoruz. Bunun anlamı demokrasiyi gerçekleştirmek ve hakim kılmak için hangi yöntemi kullanacağını veya neye önem vereceğini göstermektedir. Yani önceliğinizi belirler.
Demokrasi, Hukuk ve İnsan Hakları
İnsan hakları kavramı dediğimiz, insanlığın yüz akı tariflemeyi, sözde bu gün savunanlar; zulüm, haksızlık ve vahşet uygulamalarını haklı göstermek için adeta birbiriyle yarışıyorlar. Hiçbir zaman kendinden başka haklı tanımayan, zorbalığı kendi hakkı olarak gören anlayışı , insanlığa ait ne kadar olumlu değer varsa yok etmektedir.
İnsan Hakları gerçekleşmesi istenilen ideallerdir. Ancak bunlar uygulandığında dünyamız ve yaşantımız gerçekten cennet olur; İnsan hakları nasıl uygulanacak? Nasıl gerçekleşecektir? Niçin hayata geçirilememektedir? Acaba kesinlikle söylenmemesi gerektiğinden söylenemeyen gizli odaksal gerçekler mi vardır?
Demokrasinin gelişmediği / gelişemediği toplumlar, açık toplum ve hukukun üstünlüğüne sahip olamadıkları için, insan haklarının gerçekleşerek uygulanması olanaksız oluyor.
Demokrasinin gelişmesi, yüksek bir zenginlik, varsıllık düzeyi, çok büyük kapasite, öncesi ve sonrası öngörülmüş planlı-programlı ekonomik, sosyal, kültürel, eğitsel olanaklar gerektiriyor.
Demokrasiler, seçme ve seçilme özgürlüğüyle, yurttaşların toplum yönetimine katılmalarını yasalarla belirlendiği yönetim biçimleridir. Bu durum, yönetimlerin, yönetilenlere sağladığı pek çok hizmeti de güvence altına alır. Kendi ülkesini, ekonomik, kültürel ve diğer konularda, gelişmiş ülkelere sömürten yönetimlerin, çağdaş toplumsal demokrasiye erişebilmesi, ne denli istekli ve inançlı olurlarsa olsunlar; gerçekten insan haklarını uygulayabilmeleri ve özgürlük alanlarını koruyabilmeleri mümkün değildir.
Demokrasi, yönetilenlere temel hizmetler ve temel güvenceler gerektirir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde belirtilenler zamanla ve aşama aşama gerçekleştirilebilir. Bunun için her alanda başarılı, çağdaş ve verimli yüksek teknolojili ve kaliteli bol üretim, ülke içinde yüksek tüketim, kültürlü, duyarlı ve bilinçli insanlar, hukukun üstünlüğüne dayanan yurttaşlık bilgisi ve bilinci, yer-altı, yer-üstü kaynakları ve her türlü ekonomik-sosyal olanakların, kamuya ilişkin tüm zenginliklerin yağmalattırılmadan, çarçur ettirilmeden sahiplenilerek, denetlenerek planlı- programlı olarak akılcılıkla, kamuoyu önünde açıklıkla, her zaman çoğunluğun ivedi gereksinimleri öncelenilerek, kamu yararı üstünlüğü gözetilerek, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi temelinde çağdaş demokrasinin gerektirdiği hizmetlere daha çok olanak sağlanması için kullanılması ve sürekli bu yöne bıkmaz-usanmaz derin inançla ısrarla yönelinmesi gerekir.
Hiçbir gerçek demokrasi, ülkesinde yaşayan insanları sömürtmez. Ortak çıkarlar dışında, salt kendi egemenlik üstünlüğünü ve kapsamlı çıkarlarını hesaplayarak hangi gerekçelerle olursa olsun baskı kuramaz ve uygulamaz.
Demokrasiler kendileri için yeterli öz kaynaksız ve bilinçsiz yaşayamaz ve gelişemez. İstemlerin, hizmetlerin ve güvencelerin karşılanamaması yönetimleri demokrasiyi kısıtlamağa zorlar; öte yandan anarşici her tür ütopik ve fanatik ideoloji örgütleri ile o ülkeden ekonomileri ve demokrasileri için potansiyel sağlamak durumunda olan ülkeler demokrasinin yükselmesini engelleyen, sürekli tehdit eden istikrarsızlık ortamını yaşatmak, geliştirmek için demokrasi düşmanları çalışırlar.
Hizmetin ve güvencelerin sınırı yoktur. Kaynaksız demokrasi olamaz. Demokrasiyi yetersiz görenler üretimin, hizmetin ve demokrasi ve insan hakları için mutlaka gerekli özkaynakların yükseltilmesini de bilinçle gözetiyor olmalıdır.
İnsanlar topluluklar durumundan uygarlık yolunda ilerleyen toplumlar durumuna ve bilincine yükseldikçe hukukun üstünlüğüne inançlı yurttaşlık bilgisi ve bilinciyle gereksinimleri olan kendi demokrasilerine yabancılaşmayıp insan haklarına hava, su, doğa ve en temel gereksinimleri gibi vazgeçilmez, yokluğuna biran bile katlanılamaz hale geldiğiniz an her şey güzel olacaktır. İnsanlar kendi haklarını bilmez ve savunmazsa kimse onların haklarını koruyamaz ve geliştiremez. Amaç İnsan Haklarının korunması ve sürekli geliştirilmesidir ve demokrasi süreci işletilmeden insan haklarının gerçekleşebilmesi olanaksızdır.
Önemli ancak çok acı bir gerçek de var ki, tüm uygarlıklar sistemli olarak dış ve iç sömürüyle kaynak yaratarak; transfer ederek yaşayıp, yükselip, ayakta kalabilmiştir.
Demokrasi ve insan haklarının gelişmesi demek elbette sonuçta iç sömürünün ve gelir dağılımındaki bozukluğun fırsat eşitsizliklerindeki adaletsizliklerin azalması demektir. Ancak, bundan daha öncelikli olan, ulusal demokrasi ve insan hakları için mutlaka yüksek ve yeterli üretim, tüketim düzeyinin, tüm hak ve hizmetlere güvencelere yetecek kaynakların sağlanabilmesidir.
Dışarıdan para alabilirsiniz, ama demokrasi ve insan hakları almanız mümkün değildir. Tam tesi insanca yaşamanızı ortadan kaldıracak emirler almaya başlarsınız. Çünkü bunlar toplumsal kültürle ilgili olan kavramlardır. Günümüzde gelişmiş demokrasilere bakıyoruz; hepsi kendi dışındaki ülkelerin kaynaklarını sömürerek, kendi ülkelerine dışarıdan kaynak ve değer transfer ederek yapmışlardır. Bununla yetinmeyen gelişmiş demokrasilere sahip ülkeler, bizim gibi ülkeleri de, ürünleri için kendi aralarında paylaştıkları pazarlar haline getirmiştir.Batı bizim gibi ülkelerin ağır sanayi ve teknoloji geliştirme alanlarında çalışmalarını saptırarak, hatta durdurarak, gereksiz ve önceliksiz alanlarda, verimsiz, yanlış çalışmalara harcamalar yaptırmış/yaptırarak, ağır koşullu borçlandırmaları kabul ettirmiştir.
Sömüren ülkeler, gelişmekte olan ülkeler başta olmak üzere, hammadde ve Pazar olarak gördükleri bütün ülkelerdeki çalışmalardan elde ettiği artı değerleri kendi ülkesindeki insanıyla, azda olsa paylaşarak, demokrasilerini, insan hakları ve özgürlükleri gelişebileceği ortamlar/kültürler oluşturmuşlardır.
Bugünkü evrensel üretim ilişkileri, bilim, teknoloji, iletişim ve diğer üretici güçlerin gelişmesi karşısında çıkmaza girmekte ve çok yetersiz kalmaktadır; bu koşullarda daha çok sayıda ülkenin demokratikleşmeye yönelmesi gelişmiş demokrasili emperyalist-kapitalist ülkeler için en büyük tehlike olmaktadır.
Bu nedenle, gerçekte bizim gibi ülkelerde demokrasinin daha çok gelişmesini ve diğer gelişmekte olan ülkelerden bazılarına da model olabilirliğini; kendi demokrasilerinin ve mükemmel toplumsal yaşantılarının geleceği için büyük bunalımlara neden olabileceğini, şimdide ve eskiden beri görüyorlar. Ve özellikle bizdeki yönetimlerin demokratik yönde ilerlemesinden endişe duyarak, her dönemde ne bakımdan olursa olsun her zaman şimdilik çözümü güç olan sorunlarla boğuşup durmasını, kendi kendini tüketmesini ve çözümlenebilir aşamadaki sorunlarını da çözemez olmasını istiyorlar. Bu bakımdan bizim gibi ülkelerde dış sömürüye, kaynak israfına, atıl kapasiteye, kalitesizliğe ve sahtekârlıklara karşı mücadele demokrasi ve insan hakları savunucuları için öncelikle önemlidir.
Çözümlerdeki başarılar için, idealler, ülküler ile realiteler, gerçeklikler akılcı, insancıl, çağcıl ve üretken olarak ekonomik + sosyal + kültürel + hukuksal olanakların elverdiği ölçekte tüm ayrıntılarıyla mutlaka bağdaştırılarak, tespit ve planlama yapılmalı.
1921 Anayasasının 1. maddesi şöyledir: “Hâkimiyet bilâkaydü şart Milletindir. İdare usulü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.” Eğer bugünkü dille biraz sadeleştirecek olursak, şöyle diyebiliriz: “Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir. Yönetim biçimi, halkın kaderini bizzat ve fiilen yönetmesi ilkesine dayanır.”
Aslında 1921 Anayasası, Meclis Hükümeti sistemini öngörmüştür. O sırada, İstanbul’da ayrı bir hükümet vardı. Anadolu’da toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, halkın kaderini bizzat ve fiilen idare etmesi esasına dayalı bir yönetim biçimi getirmiştir. Bu, Cumhuriyet olarak da adlandırılabilirdi; ama bunun için uygun zamanı beklemek gerekiyordu. Nihayet Kurtuluş Savaşı büyük zaferle bitti ve ondan sonra Cumhuriyet ilân edildi. Cumhuriyetin ilânını öngören Anayasa değişikliği, “Teşkilâtı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair Kanun”, yani “Anayasanın Bazı Maddelerinin Açıklanarak Değiştirilmesine İlişkin Kanun” başlığı taşımaktadır. Böylece var olan rejimin, Cumhuriyetin adı konulmuş oluyordu. Ama halkın doğrudan doğruya kendi kaderini kendisinin belirlemesi ilkesi, daha 1921 Anayasasında yer almıştı. Rejim, böylece adına kavuşmuş oluyordu.
Bu Anayasa değişikliği, ondan sonraki çeşitli atılımların da başlangıcı oldu. Eğer 23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin toplanmasını bir hareket noktası olarak alırsak; Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması, Cumhuriyetin ilânı, ondan sonra yapılan hukuk devrimi ve diğer devrimler, bunların hepsi, Türkiye’yi çağdaş bir dünya ülkesi haline getirme yolunda yapılan sürekli devrimlerin birer aşamasıydı. Cumhuriyetin en önemli özelliği, ülkeyi bazı yönlerden bir ortaçağ toplumundan bir 20. yüzyıl toplumu haline getirmek için gerekli olan her girişimi yapmak, buna uygun hukuk düzenini getirmek olarak ifade edilebilir.
Türkiye, çok büyük bir imparatorluğun birkaç yüzyıl süren dağılma süreci sonunda, Anavatan topraklarını Misak-ı Millî dediğimiz sınırlar içerisinde savunan bir Kurtuluş Savaşı’ndan geçerek, Türkiye Cumhuriyeti noktasına gelmiştir. Türkiye, ekonomisi büyük ölçüde yabancıların elinde olan, ciddî bir sanayisi bulunmayan; Kurtuluş Savaşı’ndan galip olarak çıkmış, ama hem Savaşın, hem ondan önceki I. Dünya Savaşının yıkıntılarını taşıyan bir ülkeydi. Bu ülkeyi çağdaş bir toplum yapabilmek için ekonomide, eğitimde, sanatta, her alanda atılımlar yapmak gerekiyordu.
Bu alanlardan biri de hukuk idi. Türkiye’de o zaman hukukun iki yönlü bir yapıya sahip olduğunu görüyoruz. Biri, dinî temellere dayanan hukuk düzeni; diğeri, Tanzimat’tan itibaren, yani 19. yüzyılın ortalarından itibaren Batı Avrupa’dan çeşitli kanunların Türk hukukuna alınmasıyla başlayan ve dinî temellere dayalı olmayan, başka bir deyişle, teokratik olmayan, lâik hukuk düzeni, kabul edilmiştir.
Cumhuriyet döneminde bu ikiliğe son verilmiştir. Bu, bir bakıma teokratik hukuk düzeninin belirli aşamalardan geçerek son bulduğunu ve lâik hukuk düzeninin de yine ona paralel olarak belirli aşamalardan geçerek ortaya çıktığını gösterir. Ama Cumhuriyet dönemi, bu konuda artık son ve kesin devrimin yapıldığı safhadır. Gerçekten 1926 yılında Türkiye’de, bir yandan özel hukuk alanında, öbür yandan ceza hukuku alanında büyük bir devrim gerçekleştirildiğini görüyoruz.
Bizde ceza hukuku, 1840’lardan itibaren Avrupa’dan alınan kanunlarla düzenlenmişti. 1920’lere gelindiğinde bu kanunlar eskimiş, toplumun hedefleri doğrultusunda yeni kanunlara ihtiyaç vardı, Mustafa Kemal Atatürk de bu ihtiyacı gidermek üzere hukuk düzenimizi tasarlamıştır. Yeni Türkiye cumhuriyeti’nin, 18.-19. yüzyılın kanunlarıyla, yönetilmesi mümkün değildi, bu cumhuriyet projesiyle çözümlenmiştir.
Osmanlı devletinde aile hukuku ve borçlar hukuku, dinî temele dayalıydı. Örneğin borç ilişkileri, Mecelle ile düzenlenmişti. Mecelle, seçkin hukukçular tarafından hazırlanmış, ama temelinde dinî ilkeler bulunan bir kanundu. Mecelle, çok kapsamlı bir kanun olmasına rağmen; 1920’lere gelindiğinde fiilen ancak 300 maddesi uygulanabilmekteydi.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Kara Ticareti Kanunu’nun yenilenmesi gereksinmesi, daha II. Meşrutiyet’ten itibaren duyulmuş ve bu konuda çalışmalara başlanmıştı. Aile hukukunun yenilenmesi gereği, I. Dünya Savaşı yıllarında duyulmuş ve bir Aile Hukuku Kararnamesi çıkarılmıştır.
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin artık çağdaş bir dünya toplumu olması gerekiyordu. İşte bunun için daha fazla beklemeye zamanı yoktu. O bakımdan dünyadaki medeni kanunlar incelenilerek, kendi toplumsal yapı ve taleplerimiz göze alınarak, en ileri, en yeni, en çağdaş olanı Medenî Kanunun kabul edilmiştir.
Bu hukuk devriminin özelliklerinden de söz etmek gerekir. Eski hukuk sistemimizde bir yanda dinî temellere, öbür yanda lâik temellere dayanan kurallar bulunuyordu. Hukuk sistemimizin, hiçbir ayrım gözetmeksizin (Dini, Mezhepsel, Irki ve Etnik) bütün vatandaşlara eşit bakan bir anlayışa kavuşması, laik hukuk anlayışının toplumsal düzene olumlu yansımalarını ortaya çıkarmıştır. Çoklu hukuk sistemini kabul eden sistemin terk edilmesiyle birlikte mahkeme teşkilâtındaki ikilik de sona ermiştir. Böylelikle hukuk birliği ve yargı birliği sağlandı.
Türkiye cumhuriyeti’nin kurulmasından önce benimsenen, dinlere göre hukuk düzeni, toplumun bir kesiminde İslâm hukukunun uygulanmasını, diğer kesimlerinde ise Hıristiyan, Musevi ve azınlıklar için kendi kanunlarının uygulanmasını gerektiriyordu. Demek ki bugün bazılarının Türkiye için bir model olarak gösterdiği çok hukukluluk, Osmanlı döneminin özelliklerinden biriydi.
Osmanlı İmparatorluğu’nda uygulanan İslâm hukuku sisteminde ise, borç ilişkilerinin bir bölümünü düzenleyen Mecelle bir yana bırakılacak olursa dinî temellere dayalı olarak, içtihatlarla gelişen bir olaylar hukukuydu. Dolayısıyla bu içtihatlar, içtihadı geliştiren kimseye, müçtehitten müçtehide göre değişirdi. Ayrıca, İslâm hukukunun belli bir gelişme aşamasında içtihat kapısı da kapanmıştır. Ondan sonra artık yeni görüş getirme olanağı da yoktu. Bu durumda karşılaşılan olaylara daha önce yerleşmiş içtihatlara bakarak bir çözüm bulunması gerekirdi. Böylece İslâm hukuku açısından da, ülke nüfusunun büyük bölümü bakımından da hukuk birliği söz konusu değildi.
Bugün olduğu gibi bir temyiz mahkemesi bünyesinde bir içtihat birliğinin sağlanması da söz konusu değildi. Dolayısıyla dinî temellere dayalı olan bu hukuk, 20. yüzyıl toplumunun ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumdaydı. Aslında bunu daha da geriye götürebiliriz. Belki de çok eski yüzyıllardan beri bu hukuk, Türk toplumunun gelişmesini karşılayabilecek durumdan çıkmıştı ve o nedenle de bu kalıplara sıkışıp kalma ısrarı yüzünden Türk toplumu geri kalmıştı. Sonunda üç kıt’aya yayılmış olan bir imparatorluğun kaybı ve en nihayet Anadolu topraklarında bir bağımsızlık mücadelesi verme zorunluluğuyla karşı karşıya kalınmıştır.
Sağlam temellere dayalı bir hukuk sisteminin en büyük yararı, her şeyden önce ülkenin her tarafında aynı kuralların uygulanmasıdır. Amaç, ülkedeki bütün insanlar için aynı kuralların uygulanmasını sağlamaktır. Borç hukukundan Aile hukukuna, Miras hukukundan, Eşya hukukuna varıncaya kadar bütün toplumu kucaklayan laik hukuk kurallarını koyduğumuz zaman, azınlıkların da kendilerine göre ayrı hukuk kurallarına sahip olmaları ihtiyacı ortadan kalkar. Nitekim Türk Medenî Kanunu Tasarısı hazırlandığı zaman, Türkiye’de bulunan Hıristiyan ve Musevî azınlıklar, Adalet Bakanlığı’na başvurarak, Lozan Antlaşmasının kendilerine tanımış olduğu özel haklardan feragat ettiklerini bildirmişlerdir. Böylece onlar için de aynı Medenî Kanun uygulamaya konulması söz konusudur.
Osmanlı Devletinde dinî temellere dayalı bir hukuk sisteminin uygulanması, yabancıların tarih boyunca Osmanlı İmparatorluğu’ndan kendileri için birtakım özel imtiyazlar, kapitülasyonlar istemelerine neden olmuştur. Lozan’da bu kapitülasyonlar kaldırılmıştır.
Bütün ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de yapılacak olan değişikliklerin, gelecekle ilgili planlara katkı sağlaması, hukuki beraberliğe, ulusal birliğin pekiştirilmesine katkı vermesi gerekir. Dünyadaki gelişmelere de bakacak olursak, birçok ülkede temel kanunlar, o ülkelerin milli birliğinin gelişmesine paralel gitmiştir. Bizde böyle olması için her birey katkı vermelidir.
Cumhuriyet yönetimi, geri kalmış bir ülkeyi, sür’atle 20. yüzyıl çizgisine getirmek zorundaydı. Onun için çağdaş uygarlığı yakalayabilecek köklü değişiklikler yapılmak zorundaydı. Türkiye’de lhukuk anlayışı, çağdaş uygarlığa geçişin, çağdaşlaşmanın bir yolu olarak kullanılmıştır. Hukuk’un devlete hakim olması ile birlikte, insan haklarına saygılı, bütün vatandaşlarına eşit bakan devletin ortaya çıkması yolunda adımlar atılmıştır.
Bugün artık, çağdaş uygarlığın ölçüsü, insan haklarına saygılı olmanın derecesidir. Toplumlar, insan haklarına saygı ölçüsünde uygar kabul edilmektedir. O nedenle Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda Cumhuriyetin temel özelliklerinin başında insan haklarına saygılı olmak ilkesi gelmektedir. Gerek bu ilke, gerek demokratiklik, lâiklik ve sosyal hukuk devleti ilkeleri, Cumhuriyetin değiştirilemeyecek, değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek niteliklerindendir.
Hukukun üstünlüğü, her türlü keyfî yönetimi reddeden, idarenin hukuka uygun çalışmasını, hukuk çerçevesinde yürümesini sağlayan, ayrıca devletin bütün kanunlarının temel evrensel hukuk ilkelerine, Anayasa ilkelerine uygun olmasını sağlayan bir düzenin ifadesidir.
Türkiye Cumhuriyeti, bugün tarihin önemli bir sürecini yaşamaktadır. İnsanlık, 21. yüzyıla girmeye hazırlanmaktadır. Dünya, bilgi çağını yaşıyor. Türkiye de, böyle bir dönemde uygar toplumlar arasında onurlu yerini korumak zorundadır. Hatta çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmak istemeklidir. Bu düzen içerisinde hukukun rolü, böyle bir gelişmeyi kolaylaştırmak, böyle bir gelişmeyi desteklemek ve hızlandırmak olmalıdır.
Türkiye’de hukuk, bazen toplumsal gelişmenin önünde gitmiştir. Toplumsal gelişme, hukuk değişiklikleri ile biçimlendirilmiştir. Hukukun başlıca işlevlerinden biri, Türkiye’yi dünyadaki gelişmenin gerisinde bırakmayacak bir yönde ilerletmektir. Bilgi çağında yaşayan bir Türkiye’yi dünya ile ilişkilerndirmiş,dünyaya açık bir duruma getirmek hedeflenmelidir.
Bugün Türkiye’de biz, demokratik, özgürlükçü bir toplum düzenini gerçekleştirmek istiyorsak, toplumsal düzeni, çağdaş uygarlık yolunda sürekli olarak ilerleyecek, hatta ona liderlik edecek bir duruma getirmeliyiz.
Bu açıdan bakıldığında yenileme, hiçbir zaman bitmeyecek, her kuşak, kendi döneminin koşullarına göre Türkiye’yi çağın gereğini yapabilecek, hatta en önünde yer alacak devlet haline getirmek için gereken değişiklikleri yapacak anlayışa sahip olmalıdır.
Hukuk, tek başına bu değişiklikleri sağlayamaz ama bütün disiplinleri etkileyeceği de ortadadır. Hukuk, bütün disiplinlerin şekillenmesinde etkilidir. Hukuk, gelişmelere engel olmayacak, gelişmeyi kolaylaştıracak bir sistem yaklaşımına sahip olmalıdır. Günümüzde hepimizin hukuk çerçevesinde görevi, Türkiye’yi demokratik, özgürlükçü bir toplum olarak 21. yüzyılın en ileri devletleri arasında yer alabilecek bir duruma getirecek zihniyeti hakim kılmaktır.
* Buksur Abdullah. Ankara,
[1] Attila İlhan, Hangi Laiklik, bilgi yayınevi, Ankara 1995, s.138
[2] CRANSTON, Murice-siyasal sözlük, Çev. C.S. Ataöv, Milliyet Yayını, İstanbul 1970, s.23
[3] Perikles demokrasi
[4] Prf. Dr.Çeçen Anıl, Atatürk ve Cumhuriyet, İmece Yayını, Ankara, 1995, s.40
[5] Aclan Sayılgan, Ansiklopedik Marksist Sözlük, “Demokrasi “, İstanbul 1976, 56
Bir yanıt yazın