Bedros Kayaoglu
bedroskayaoglu@yahoo.com
Çok yakında, birbirine komşu iki ülke arasında bir spor karşılaşması gerçekleşecek. Onca gürültü patırtının arasında, tam da “sınır” konusu “sinir” germişken, “sade” görüntüde bir futbol maçının rövanşı oynanacak.
Eskiyi düşünüyorum da bir an, tam da anlamını bulacaktı, zamanıydı diye düşünüyorum… Bıkıp usanmadan ne demişti bir yazısında ve sayısız röportajında Hrant;
“…Biz ne zaman, Agop topu Sarkis’e at!’ diyeceğiz..?”
Hayalimde şöyle bir görüntü canlanıyor, yeşil sahada futbolcular koşturup duruyor, meşin yuvarlağın peşinde… Bir taraftan da spikerler durmadan sahayı izlerken ve olan biteni kaçırmadan naklediyorlar heyecanlı bir tonda… Tam da çimenlerin üzerine akan alın terleri, göğüslerinden fırlayacak kadar hızlanan kalp atışlarına karışmış oyuncuların yorgun yüzleri, birden bire ışıkla yeniden canlanıyor işittiklerimizde…
Spiker şöyle diyor– “Maçta 44. dakika oynanıyor… Sarkis topu Mehmet‘e attı. Çapraz bir koşu yapan Emre orta alana doğru ilerlerken, önüne gelen topu İbrahim‘e kazandırdı. İbrahim topu ayağında bekletmeden, takım arkadaşı olan ve Ermeni milli takımının yarı sahasında hareketlenen milli oyuncu Agop‘la buluşturdu… Sezonun flaş ismi Agop tazelenen atakta, transferin yeni gözdesi Ermeni milli takımının sağbeki Yervant‘la karşı karşıya gelecek gibi… Bu arada, topun olmadığı kale sahasının hemen birkaç metre önünde Hrayr, Hakan‘a faul yaptı. Hakan yerde.. Hrayr özür dilemek için Hakan’ın toparlanmasını bekliyor… Kısa bir aranın ardından iki oyuncu da birbirine sarıldı ve sahayı birlikte terk ediyorlar… Çünkü maçın ilk yarısı sona erdi…
…
Açıkçası ben tüm anonsları -neredeyse yaşanmış gibi- görebildim. Çünkü, bu iki toplum ve onların sağduyulu temsilcileri, ne olursa olsun bence zaten bir bütünün birbirine küsmüş/küstürülmüş iki yarısı kadar zengin duygularla beslenmiş köklere sahipler. Ben buna inanıyorum. Onların en derinden gelen haykırışlarını hissedebiliyorum,, sevgilerini de, birbirlerine olan insanca bağımlılıklarını ve ilahi inançlarını da… Ama nedense nefreti göremiyorum, “Irkçılığın ve kindarlığın” o kadar karanlık ki durmaksızın “ötekileştiren” taraflılığı, belki de görmek istemiyorum… Emperyalist sömürünün ne yaptığını gördü, hem de çok iyi gördü benim atalarım, sinsi planlarının sonuçlarının ne denli insanlık dışı olabileceğini de çok, ama çok acı bir şekilde tecrübe etti… Çizgi roman barbar Conan’ın zavallı ve sadist tanrısı Krom gibi, enselerini geriye atıp kahkahalarla gülüyordu vampir strateji, çünkü bu planlı kâbusta o hep baş roldeydi… Kardeş kardeşi, komşu komşuyu bir gecede boğazlarken ve can çekişirken bu toprağın “Agos“undan bir-bir yuvarlanıp kaybolurken gencecik umutlar, kanını emmiyor muydu ya o engin “Egosu” ile cani sömürü kemirgeni! … Hatırlayıp kahrolmamak ve ders çıkaramamak mümkün müdür?
…Ve şimdi iki eski kardeş sahada olacaklar… Türklerle Ermenileri sorduğumda, “Evlerini ayırdılar diye düşün tğam…” derdi dedem uzun zaman önce… Oysa, okudukça, araştırdıkça tam tersine bilinenler yalnızlığımı artırdı. Sonunda, çoğuna basit gelen bir maç hikâyesiyle, kökleri geçmişte kalan ve zamanın yaramazlığına itilen senaryodaki haşarı çocuk, haşin babasının evine döndü diye düşündüm… Kaldı ki, salt bu düşüncenin verdiği iyi niyetli bir güçle kendime bakıp, düşüncelerimi aktarmaya çalışmanın doğru ve insani olduğu kadar medeni bir yol olduğunu var saydım… Ayrıca, “mağdur psikolojisini” (travmalarda adı pseudo victimisation‘dur) terk edeli uzun süre olduğundan; ne düşünüyorsam, herhangi bir “ırksal” katkı maddesi kullanmadan yazmanın evrenselliğine inanıyorum (Samimi ifademle, Azizleri görmeyeyim ya da valla da billa da cişt em.)
Bu tür yazılarımla, “Yanlış anlaşılıyorsun”, gibi uyarı ayarı verilmiş frenlerle ve bu tür dilemmalarla hep zorunlu bir şekilde “karşılaştırıldım” da… “Sen ne diyorsun be Bedros?” … yenidenleriyle de…
“Ben böyle düşünüyorum ama …” bile diyemeden sözüm çok kesildi. Kafes içerisinde düşüncelerim, bir Ermenici arkadaşlarım, bir Türkçü arkadaşlarım, sokak-sokak da dolaştırdık düşüncelerimi “ecnebi” illerde yaşarken… “Aman yahu bir dakika ! Düşünmeden, yargılamadan infaz eder mi ki, beni birileri o gün? Yoksa, yazı üstünde daha henüz düşüncelerimin mürekkebi bile kurumadan, aforoz edip atıverirler mi şimdi beni Ermenilikten veya Türklükten?… “Ulan adama bak, hala yetmedi… Biz onca sene uğraştık, iki azılı düşman millet yarattık, sen kalktın onları tek yazıda kardeş yaptın… Ya, hele dur bir dakika!… Bir de, sen ne anlarsın acıdan ki? Senin ne hakkın var ki? Sen var ya Bedros! Sen, ezberlemişsin anca iki satır “resmi“cilerden, at bakalım bir de bol keseden, aman ne güzel, ne de olsa özürlüsün, baban kuyumcu, paran da bol, uçak dolusu yardım gönderiyorsun ya memlekete, ama havadar tabi uça-uça menenjit olmuşsun bir de üstüne… Seni gidi burjuva ağızlı Bedros seni… Seni gidi pis anakronik, cibilliyetsiz, yuf olsun sana da, “barış-barış” kokan bayatlamış bir garip vatansever, kadim ruh haline de…” denebiliyor hal, öyle mi?…
Saplantılarından düşünceleri romatizma olmuş, önünü göremeyen miyoplar her zaman vardı, sonra da olacak elbet… Yaşça büyüklerimizin duyarlı, olgun ve sakin bir dille hipermetrop uyarıları da olacak elbette (?)… Bir de üzerine “tek gözlü” bakış eklendiğinde olaylara getirilen yorumlarına objektif bakabilecek yeti ve “boyut” kazandırabilecek doğallık da ortadan kalkıyor haliyle…
En özet meramım şudur: Hipnotize edilmiş Türk’ü de Ermenisi de aynı oyunun içinde yer almaktadır. Yazık ki hala bu iki grubun politize şaşkınları, şişirilmiş Batı senaryosunun balonuna binmiş “kakafoni” yaratmaktan öteye gidememişlerdir.
Ne gam…
Peki o halde… Maç dramatizesinde daha anlaşılır olayım. Bir kez de saha senaryosunu bir derin nefesle, bir de sabır dileyip transkripte ederek, bir daha aktarayım… MAÇİN İKİNCİ YARİSİ ORTA HAKEMİN DUDUGU İLE BASLADİ… BİZİM TAKİMDAN SMPAT TOPU ARKADASİ MURAD‘A VERDİ…
Oldu mu, olabildi mi şimdi?
(…)
Sorun şudur kanımca bu noktada: Birbirimizi o kadar geç buluyor, bir o kadar da çabuk kaybedebiliyoruz … Ancak, böyle bir “mesafe” ya da “önce sen şunu kabul et, sen şuradan çekil, ben sana geldim, sen de bana gel …” gibi lükslerimiz artık kalmadı… Tüketen, bu iki toplumu zaten çoktan tüketti, bize de; geride bir avuç (varsa) “normal” düşünebilene, anca üç satır yazıyla ulaşabilmek ümidi kaldı…
Madem öyle, bulduğumuzda yeniden yeşermesi için umutların, biraz hoşgörü ile su versek olmaz mı? Nazikçe baksak yeni çiçeklerimize, gençlerimiz kin kokmasa artık… Ancak o zaman, ders vermez miyiz bu topraklarda hınca hınç, bizi-bize kırdıranlara… Bu kirli güç oyunu yararımıza mı olacak, ya da karşı karşıya getirilen milliliğimiz, retlerle, inkarlarla, “ben yapmadım, o yaptı”larla ve gürül-gürül bir kin edebiyatının ağır işkencesi ile mi medenileşecek?
Söyler misiniz, rüyama bile giren bu satırları tüm bunları ezberimden, ruhumdan, düşüncelerimden, inancımdan kim silebilir? Benim gibi düşünenlerin, henüz sahteleşmemiş umutlarının çukurunu kim kazıp gömebilir, yok edebilir misiniz yüreğimden gelen bu sözleri, ırkçılığın ve tahammülsüzlüğün “çift taraflı” gölgesine hapsedebilir misiniz?..
Fikirlerimizi ne zaman özgür bırakacağız ve özgürce tartışabilme cesaretini, birlikte yaşayabilme, sevinebilme ve övünebilme yürekliliğini gösterebileceğiz…
Bence;
Mehmet ve Sarkis, tek dişi çoktan düşen medeniyet fakiri Batı’nın ikiyüzlülük kalesine, aynı anda gol attığı zaman…
Saygımla.
Պեդրոս (Bedros)
(Son Not:Burada geçen isimler tamamen hayal ürünüdür, düşünceler beğenilmediği halde yok sayılması da okuyucunun insafına kalmıştır…)