Turkish Glasnost. Siz bu İngilizce tabiri “Türk İşi Açıklık” anlamında “Türk İşi Glasnost” olarak da okuyabilirsiniz. Türkçe karşılığı “Açıklık” olan Rusça “Glasnost” kavramı, Sovyetler Birliği’nin son imparatoru Mihail Gorbaçov ile Dünya Siyaset literatürüne girmiş bir kavramdır. Ayrıca bu kavram, Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşüne sebep olan kavram olarak da ün yapmıştır. Wikipedia’da bu kavram hakkında şöyle deniliyor:
“Sovyetler Birliği’nin son döneminde Mihail Gorbaçov’un liderliğinde ülkede demokratikleşmeye doğru değişim amacıyla uygulanmış politikaların tümüne verilen addır. 1985’te uygulanmaya başlamış, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla son bulmuştur…Gorbaçov, bu hamle ile hem toplumu kendi arkasına alarak Yuri Andropov’dan sonra başa geçmesini engelleyen ve Konstantin Çernenko’yu genel sekreterliğe getiren ortodoks komünist partisi üyelerinden kurtulabilmek, hem de gerçekten tıkanmış ve üçüncü endüstri devrimini nasıl karşılayacağını bilemeyen sosyalist bloğa bir çıkış yolu bulabilmekti. Glasnost’tan sonra başlatılan ve koşut olarak yürütülmesi gereken Perestroika politikası başarısız olup da siyasi ve sosyal özgürlükler ekonomide üretim ile karşılık bulamayınca, Glasnost bu kez tersine dönen ve Gorbaçov’u Ağustos darbesinden medet ummaya iten ve SSCB’nin sonunu hazırlayan bir etken olmuştur.”
…
Anlaşılacağı üzere; “Açıklık” ve “Şeffaflık” anlamına gelen “Glasnost” ile “Yeniden Yapılanma” anlamına gelen “Perestroika” uygulamaları Sovyetler Birliği’nin ve sosyalizmin sonunu getiren iki uygulamadır. En önemlisi de bu uygulamalar, Sovyetler Birliği’ne batı dünyasının dayatmasıydı ve Sovyetler Birliği’ni parçalama amacı güdüyordu. Bu politikaların uygulanmasında Gorbaçov sadece bir piyondu ve rolünü çok güzel oynayarak siyaset sahnesinden çekilip gitti. Rolünü çok güzel oynadığı için de Batının uzatmış olduğu havuçlardan birisi olan ve genelde milletlerine ihanet etmiş veya kendi devletlerinin mevcut siyasal sistemlerine başkaldırmış kişilere verilen “Nobel Barış Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır! Gorbaçov’un, Nobel Barış Ödülü’nü, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı yıl olan 1990 yılında kazanmış olması, bu bakımdan oldukça anlamlıdır!
Mihail Gorbaçov yönetimindeki Sovyetler Birliği, belki de iyi niyetle devreye sokmuştu Glastnost ve Perestroika uygulamalarını. Ancak Sovyetler Birliği, “Glasnost”, yani “Açıklık” derken, galiba biraz fazla açılıp saçıldığı için, sistemin zayıf yanları ortaya çıktı, çürümüşlüğü ayan beyan gözler önüne serildi ve açılan deliklerden hem yıkıcı rüzgârlar içeri doldu, hem de içeride bastırılmış insanlar açılan deliklerden özgür dünyayı görme fırsatı buldular. “Perestroika”, yani “Yeniden Yapılanma” uygulamaları ise sistemin çivilerini yerinden çıkardı, temellerini sarstı. Böylece Sovyetler Birliği ve Sosyalizm, kısa bir zaman içinde tarihin çöplüğündeki yerini almış oldu…
***
Ülkemizde “AB mevzuatına uyum” adı altında değiştirilen yasalar ile “Demokratikleşme” ve “Kürt açılımı” adı altında yürütülen çalışmaları gördükçe, her nedense hep Sovyetler Birliği’nin dağılma süreci aklıma gelmektedir. Nedense AB’ye uyum çalışmalarını “Perestroika”ya, “Demokratikleşme” ve “Kürt Açılımı” adı altında yürütülen çalışmaları ise “Glasnost”a benzetiyorum ben. Umarım ve temenni ederim ki; bu reform çalışmaları ve açılımlar, Perestroika ve Glasnost politikalarının Sovyetler Birliği’ne oynamış olduğu oyun gibi bir oyun oynamaz ülkemize ve milletimize. Umarım Türkiye Sovyetler Birliği’nin düştüğü duruma düşmez ve ümit ederim ki; Sayın Başbakan, Nobel Barış Ödülü’nü başka bir sebeple kazanır! Mesela Suriye-Filistin-İsrail üçgeninde oynamaya çalıştığı söylenen barışçı rol sebebiyle demek istiyorum. Gerçi Şimon Peres’e “One minute” diyerek posta koymaya kalkışmakla Nobel Barış Ödülü’nü kazanma şansını zora sokmuş bulunuyor ama gönül yine de onun “Türkiye’yi parçalayan adam” sıfatıyla Nobel kazanarak tarihe geçmesini istemiyor…
Ancak “Demokratikleşme” ve “Kürt Açılımı” adı altında yürütülen çalışmaların bizim kendi inisiyatifimizle başlatılmadığını ve bu konuda dışarıdan bazı dayatmalarda bulunulduğunu düşündükçe içimize bir kurt düşmüyor da değil. Batının bizim hayrımıza iş yapmayacağını düşündükçe de “Bize ne oluyor?” ve “Biz böyle neler yapıyoruz?” diye sorular sormaktan kendimizi alamıyoruz. Kürt Açılımı konusundaki çalışmaların dışarıdan dayatmalarla yapıldığını kim söylüyor? Aklı başında hemen herkes söylüyor. Bunlardan birisi de Sırrı Sakık. Bunu, 8 Ağustos 2009 tarihli Hürriyet’te yayınlanan bir haberden öğreniyoruz. Süleyman Demirkan imzalı ve “Kürt açılımı sürecinde dış dinamiklerin katkısı var” başlıklı habere göre DTP Muş Milletvekili Sırrı Sakık, Başbakan Erdoğan ile DTP Genel Başkanı Ahmet Türk arasındaki görüşmeyi yorumlarken demiş ki; “Sıkılan yumruklar açılmıştır. Kürt açılımı sürecinde uluslar arası dinamiklerin katkısı yadsınamaz. Dilerdik ki, bu açılım tümüyle iç dinamiklerle olsun. Ama ne yapalım ki, bu da bizim gerçekliğimiz…”.
ABD’nin Ankara Büyükelçisi James Jeffrey‘in sözleri ise sanki Sırrı Sakık’ı doğrular gibidir. 8 Ağustos 2009 tarihli Akşam Gazetesi’nde “Sorunsuz Türkiye dünyayı etkiler” başlığıyla yayınlanan Utku Çakırözer imzalı röportajda James Jeffrey, Utku Çakırözer’in “Kürt açılımında ABD’nin bir katkısı oldu mu?” şeklindeki sorusuna şu cevabı vermiş: “Bu kesinlikle bir Amerikan planı değil. Tabii ki kendi fikirlerimiz var ve yıllar boyunca bunu Türk hükümetleriyle paylaştık…”. Sırrı Sakık’ın yukarıdaki sözlerinden hareketle James Jeffrey’in bu sözlerini biz şöyle okuyoruz; ABD yıllar boyunca Türk hükümetlerine bu konuda ısrarla bazı telkinlerde bulunmuştur. İkna etmek ise bugüne nasip olmuştur…
Erdoğan-Türk Görüşmesi
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, uzunca bir süre naz yaptıktan sonra DTP Lideri Ahmet Türk ile görüşmesi, medyada ve siyaset dünyasında olağanüstü bir gelişme olarak algılanmış bulunuyor. Sanırsınız Ahmet Türk, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ve Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre kurulmuş bir partinin milletvekili değil de sanki başka bir ülkenin, mesela Kuzey Irak’taki Kürdistan özerk bölgesinin bir milletvekili. Ya da ne bileyim, Pkk terör örgütünün resmi lideri! Oysa Ahmet Türk, bu ülkenin eşit haklara sahip bir vatandaşı, üstelik de anayasaya göre topyekun bu milletin bir vekilidir. Maaşını ve yolluklarını terör örgütünden veya Mesut Barzani’den değil, bu ülkenin genel bütçesinden almaktadır. Dolayısıyla Sayın Başbakan’ın 5 Ağustos 2009 gününe gelinceye kadar Ahmet Türk ile görüşmeyi reddetmiş olması anlaşılır gibi değildir. Yani Sayın Başbakan, her Türk vatandaşı gibi Ahmet Türk ile de şimdiye kadar çoktan, hem de birkaç kere görüşmüş olmalıydı.
Sayın Başbakan 5 Ağustos 2009’a gelinceye kadar Ahmet Türk’ün görüşme talebini neden sürekli reddetti? DTP’liler Pkk’ya açıkça “Pkk terör örgütüdür” demedikleri için! Zira başbakan sürekli bunu tekrarladı. Peki, sonunda ne oldu da Başbakan, Ahmet Türk, Emine Ayna, Selahattin Demirtaş ve Sırrı Sakık’dan oluşan DTP heyetiyle görüşmeyi kabul etti? DTP “Pkk terör örgütüdür” dedi de bizler mi duymadık? Elbette yok böyle bir şey. Sayın Başbakan’ın Ahmet Türk ile yapmış olduğu görüşmenin öncesinde sarf etmiş olduğu şu sözler, aslında içinde bulunduğu zor durumu, yaşamış olduğu çelişkileri ve üzerindeki iç ve dış baskıyı yansıtması bakımından son derece önemlidir; “DTP ile Pkk’yı aynı kefeye koymuyoruz. DTP’nin randevu talep ettiği günlerde on askerimiz şehit olmuştu. Bu durumda nasıl randevu verebilirdim!!!”. Sayın Başbakan bu sözleriyle bir yandan DTP’yi Pkk ile aynı kefeye koymadığını söylüyor, bir yandan da her iki oluşumu ve örgütü bir tuttuğunu itiraf etmiş oluyor aslında.
Öte yandan, görüşme tarihi ile Sayın Başbakan’ın, Avustralya’da yapmış olduğu bir konuşmada şehitlere “Kelle”, terör örgütü liderine ise “Sayın” dediği için çarptırıldığı 3 kuruşluk tazminat cezasını yasal faiziyle birlikte ödediği tarihlerin çakışmasını sizler nasıl yorumlarsınız bilmiyorum ama ben bu rastlantıyı gayet anlamlı buluyorum. “Şehitler ölmez vatan bölünmez” sözü, sanki terör şehitleri tarafından koro halinde bir kez daha haykırılmış gibi geldi bana…
Bize sorarsanız DTP ile Pkk birbirinin aynıdır ve aynı kefededir. DTP Kürt ayrılıkçı hareketinin siyasi kanadı, Pkk ise askeri kanadıdır. Tıpkı İspanya’daki ETA ve Batasuna arasındaki ilişki gibi bir şeydir bu. Ya da tıpkı IRA ve Sin Fein arasındaki ilişki gibi. Bunu biz demiyoruz bizzat DTP’liler diyorlar. Bunun için Doğan Heper’in 13 Ağustos 2009 tarihli Milliyet Gazetesi’nde bulunan “Her kafadan bir ‘açılım’” başlıklı yazısına bakmak yeterlidir sanırım. İşte Ahmet Türk’ün sözleri; “Kürt sorununun çözümü için Pkk ikna edilmeli. Silah bırakılmasının muhatabı Öcalan’dır. Pkk’nın da görüşleri alınmalı”. Peki, DTP’nin dişi panteri Emine Ayna ne demiş. Onun sözlerini de yine Doğan Heper’in söz konusu makalesinden aktaralım: “Kürt açılımından bahsetmek için halk iradesini kabul etmek gerekir. Kürt sorununun çözümünde sadece Kürt halkının değil, aynı zamanda Pkk ve lideri Abdullah Öcalan’ın muhatap alınması gerekiyor. Öcalan Kürt halkının siyasi iradesidir…”. Sayın Başbakan, 5 Ağustos günü işte bu sözlerin sahipleriyle görüşmüş bulunuyor. Hem de bu sözleri önceden duyduğu halde yapıyor bu görüşmeyi. Bu sebeple Sayın Başbakan’ın, 5 Ağustos 2009 gününe gelinceye kadar DTP’ye randevu vermemesini ve “5 Ağustos’taki görüşmeyi Türkiye Cumhuriyeti başbakanı olarak değil, AKP Grup Başkanı sıfatıyla yaptım” anlamındaki sözlerini tamamen saçma, gereksiz ve siyaset icabı sergilenen bir tavır olarak yorumluyoruz.
Yukarıda “Sayın Başbakan, DTP’lilerle şimdiye kadar hem de birkaç kez görüşmeliydi” dedik. Bunu neden dedik? Şunun için dedik; biz sürekli olarak DTP’lilerin söylemleriyle eylemlerinin suç oluşturduğunu ve dokunulmazlıklarının kaldırılarak yargılanmaları gerektiğini savunduk. Ancak daha sonra ilgili makamlar gereğini yapmadığına göre, herhalde biz yanılıyoruz diye düşündük! O takdirde; “Madem DTP’lilerin suç işlemediklerine inanıyorsunuz, o zaman neden bu partinin görüşme talebini sürekli reddediyorsunuz?” diye sorduk. Sonunda en yetkili ağızdan cevabını aldık; meğer Pkk ile DTP aynı kefede değilmiş! Demek ki biz yanılmışız! Onun için birilerine özür borcumuz var. Kimlere mi? Elbette DTP’lilere değil, şehitlerimize…
DTP’li Selahattin Demirtaş görüşme sonrası demiş ki; “Biz içeride Başbakan’la görüştük. Kendisi nasıl tanımlar bilemem…”(bk. 6.8.2009 tarihli Milliyet Gazetesi, s. 16). Baykal ise “Hem İmralı hem Kandil’le konuşma yapmış sayılır”(bk. 6.8.2009 tarihli Milliyet, s. 16). Devlet Bahçeli biraz daha ileri giderek demiş ki; “DTP, diyalog başlatmanın mutluluğu içerisinde, Sayın başbakan’da 15 Ağustos’ta 25. Yıl dönümü münasebetiyle terörist başının yol haritasının krokisini elde etme gayreti içerisinde olmuştur”(bk.6.8.2009 tarihli Milliyet Gazetesi, s.16). Biz ise sadece Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın DTP ile görüştüğünü söylemekle iktifa edelim. Gerisi birer lafı güzaftan ibaret sayılır.
Norşin-Potomya-Tillo
Sayın Cumhurbaşkanı’nın Bitlis’in Güroymak ilçesinde yapmış olduğu konuşmada, bu ilçeye “Norşin” demesi herhalde bir tesadüf olamaz. “Norşin” veya “Nurşin”, Güroymak’ın eski ve Kürtçe adı. Nedense bana “Nursi” kelimesini de hatırlatıyor. Yani Said-i Nursi’yi. Bilmeyenler için söyleyelim, Said-i Nursi de o yöreden. Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünden. Nurşin ile alakası var mı bilmiyorum ama Nurşin, bugün Kur’an Kursu adı altında faaliyette bulunan medreseleriyle ünlü bir yer. Bu yerler, 28 Şubat sürecine kadar açıkça medrese olarak eğitim veriyorlardı. 28 Şubat süreci ile birlikte kapatılmaktan korktukları için Kur’an Kursu adını almışlardır. Yanılmıyorsam Bitlis’in Mutki ilçesinde de var bu kabil yerlerden. Harıl harıl şeyh ve molla yetiştiriyorlar halen. Aynı medreselerden Siirt’in Aydınlar ilçesinde de var. 12 Ağustos günü memleketi Güneysu’ya “Potomya” diyen Sayın Başbakan, yakın gelecekte Aydınlar’a “Tillo” derse şaşırmayalım. Ne de olsa orası da Sayın Başbakan’ın memleketi sayılır. “Tillo” hem eşinin memleketi, hem de Başbakan’ın “Yiğit düştüğü yerden ayağa kalkar” sözünü siyaset literatürümüze kazandırdığı yerdir.
Ormanlar Kralı Aslan ve Gazeteci Hasan Cemal
Ormanlar kralı aslan avcılar tarafından yaralandığı için yolda ağır aksak ilerlemektedir. Aslanın bu durumunu gören ve sabah yürüyüşüne çıkmış olan bir grup dişi kaplumbağa koro halinde aslana sorarlar;
-“Hey kralım, bizim adamlar ava çıkmışlardı. Yoksa onlar mı seni bu hale getirdiler?”
Aslan başını sağa sola büküp la havle çektikten sonra şöyle homurdanır:
-“Ben bu yaradan ölmem ama işte bu laflar beni kahreder!”.
Bizim bazı medya m… ve sözüm ona bazı aydınlar da o kabil. “Kürt Çalıştayı” adı altında toplanmışlar, hükümete yol ve yön göstermeye çalışıyorlar. İçlerinde kimler mi var; Hasan Cemal, Fehmi Koru, Mustafa Karaalioğlu, Ali Bayramoğlu, Mithat Sancar, Deniz Ülke Arıboğan en bilinenleri. Gazetede bu isimleri görünce ne yalan söyleyeyim; ormanlar kralının yukarıdaki sözleri geldi aklıma. Bir de II. Abdülhamid’in hal bildirimini ulaştıranlara söylediği o meşhur sözler; “Her şey iyi güzel de, içiniz de hiç mi…”
Diğerleri haydi neyse de şu Hasan Cemal’e ne oluyor kuzum. Ermenilerden özür dileyen güruhun içinde yer alması yetmedi, gitti Kandil’de Murat Karayılan ile görüşüp onun ulaklığına soyundu. O da yetmemiş olacak ki; şimdi de “Çalıştay” adı altında saçma saçma faaliyetlerin içinde cirit atıyor. Aslında ben (Burhan Ayeri’nin tanımıyla) kökleri ve kökeni Ohri’ye dayanan bu Cemal soyadını bir yerlerden anımsıyor gibiyim. Bu soyadına kaynaklık eden Ahmet Cemal, Necip Fazıl ve Osman Müftüoğlu gibi yazarların tabirleriyle Osmanlı’yı parçalayan üç beş geri zekâlı ve beyinsizden birisi değil miydi? Dedesinin Osmanlı’yı parçalaması haydi neyse! Torun Hasan Cemal’in Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısını parçalama kumpaslarının içinde yer alması? İşte bu beni kahreder. Hele hele bir Arnavut’un, Türk Milletine ve Türk Devletine yön vermeye kalkışması? Bu durum büsbütün öldürür beni! Umarım Allah bütün hainlerin hinliklerini ve bütün dessasların desiselerini boyunlarına geçirir de ne olduklarını anlayamazlar bile.
Ömer Sağlam
Bir yanıt yazın