Türkiye’deki ABD Düşmanlığı
Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya
Sonuçları geçen ay yayınlanan, The Pew Global Attitudes Project’in anketlerine göre ABD’nin en az güvenildiği ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Farklı sorular ışığında genellikle Amerikan karşıtlığının en fazla olduğu ilk üç ülkeden biri olan Türkiye’de mesela ABD’ye olumlu bakanların oranı %14 iken bu rakam Filistin’de %15, Pakistan’da %15, Ürdün’de %25, Mısır’da %27 ve Endonezya’da % 63 olarak tespit edilmiştir. Kullanılan yöntemler, anketlere katılanların temsil özellikleri tartışılabilir, ancak sonuçların doğruluk payının yüksek olduğunu düşünüyorum.
Putin ziyaretinin gölgesinde bu sonuçları değerlendirmek daha bir anlamlı hale gelmiştir. Sonuçların yayınlanmasından sonra bazı yazarlarımızın “yazıklar olsun bize, bu derece de ABD düşmanlığı olur mu?” türünden yorumlar, Çanakkale’de savaş devam ederken Abdullah Cevdet’in “bırakın gelsinler, bizi yönetsinler, bize medeniyet getirecekler” türü haykırışlarını hatırlattı.
ABD-Türkiye ilişkilerinde, 19. yüzyılda iki ülke donanmasının karşılaşması önemli yer tutar. Osmanlı leventleri karşısında mağlup olan ABD tarihinde ilk ve son defa bir başka ülkenin diliyle, Osmanlıca sözleşme imzaladı ve tazminat ödedi. Daha sonra bunun intikamını aldı. II. Dünya Savaşı’na kadar ilişkiler inişli çıkışlı devam etti. Tatlı yıllar, Türkiye’nin NATO üyeliği süreci ile başladı, Kore’de omuz omuza çatışmalarda zirveye çıktı. Türkiye NATO üyesi olarak Soğuk Savaş yıllarında ABD ile aynı ittifak içinde yer aldığı, bugün bunu devam ettirdiği halde halkın bu derece olumsuz bakmasını doğru okumak lazım. Türk halkı, sözüne, taahhüdüne bağlı olduğu gibi karşısındakinden de sadakat bekler, en azından güvendiği yerden düşmanca tavırları kolay kolay unutamaz.
Herkesin düşmanı, hasmı olabilir. Ancak aşkına ihanet edilmiş sevgili, bir insan için en büyük düşmandır. İhanet edenin güçlü olması, zengin olması sadece karşısındaki hıncı köklü ve derin hale getirir. Bu gerçekler ışığında 1960’lardan günümüze ABD ile olan ilişkilerde bazı kilometre taşlarını hatırlayalım:
Kıbrıs’ta antlaşmalara rağmen, Rumların ENOSİS planı çıkışları, Türkleri katletmeleri karşısında Türkiye’nin harekete geçip, Uluslararası Hukuk’un gereğini yapma teşebbüsü üzerine Johnson mektubu, büyük bir infial uyandırmıştır. Halbuki bu olayda ABD, aracı olarak her iki tarafa eşit yaklaşabilir, akan kanı durdurabilirdi. Ağırlığını koyduğu takdirde hakkaniyete uygun bir çözümü daha o zaman sağlayabilirdi. Yunanistan ve Kıbrıs’taki darbelerden sonra yine Türkiye’nin Uluslararası Hukuk’un verdiği görevini yerine getirmesiyle ABD silah ambargosu koydu ve bu durum üç yıl sürdü. Bunun Türk halkı üzerindeki etkisi oldukça yıkıcı olmuştur. İşin asıl can alıcı tarafı, mutlu yıllarda ABD’den aldığımız birçok ileri teknoloji ürünlerine güvenerek Osmanlı’dan beri sahip olduğumuz birçok sektörü atıl hale getirmişiz, bazı fabrikalarımızı kapatmışız. Silah ambargosu ile ne yapacağımızı şaşırdık. Bununla beraber, ABD’nin Türkiye’ye yaptığı en büyük iyiliğin bu silah ambargosu olduğuna inanıyorum. Çünkü o yıllardaki ekonomik sıkıntıya rağmen dişimizden, tırnağımızdan artırarak kendi savunma sanayimizi hiç de fena olmayan şekilde kurduk.
Ege’de NATO tatbikatında, Amerikan savaş gemisinden atılan topla bir Türk muhribi batırılmış, görevli bir subay ve er şehit olmuştu. Böyle bir kazanın cezası, idam derecesinde ordudan atılmak olduğu halde durum, sanki önceden planlanmış intibaını vermiş, özürle geçiştirilmiştir. Türkiye’nin maddi zararı tazmin edilmiş, ancak bu prestij tahribatı konusunda her türlü komplo teorisine, ABD tarafından meşruiyet yolu açılmıştır. Irak’a müdahaleden sonra Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesinin sorumlularının sadece terfi ettiği bilinmektedir. Türk halkının bunu unutması en az bir nesil sürer.
1994’de İncirlik’ten kalkan bir ABD uçağının başka bir Amerikan uçağını düşürerek 30’dan fazla Coni’nin ölmesinin sebebinin, bu uçağı terör kamplarını bombalayan Türk F-16’sı sandığını Türk halkı bilmemektedir. Yine dağdaki teröriste her türlü desteği veren, onlara uluslararası arenada hareket imkanı sağlayan baş aktörün bu müttefiki olduğu pek bilinmez. Pentegon’daki Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunu ayrı bir devlet olarak gösteren eğitim haritası da pek bilinmez. Amerikalı dostlarımız Türkiye’nin tepkisi üzerine bu haritanın devleti bağlamadığını söyled. Sanki olay, müttefikimizin en önemli savunma kurumunun merkezinde, resmi evrak üzerinde gerçekleşmiş bir ihanet değil de Central Park’ta serseri muhabbeti arasında geçmiş sözlerden ibaretti. Halkın pek bilmediği, fakat hiçbir zaman mazur görülemeyecek masa altı tekmeler saymakla bitecek gibi değil.
Türkiye’nin karşı kamptaki Rusya sayesinde dev kuruluşlara, daha doğrusu sanayileşmenin temelini oluşturan tesislere sahip olduğunu halk farkında değildir. Üç nesil boyunca nükleer enerjide oyalanmamızın, kaç kere sona yaklaşmışken adeta gizli bir el tarafından bu ucuz enerjinin bir başka bahara kalmasının arkasındaki gerçek aktörün kim olduğunu ben dahi bilmiyorum. Ancak ABD’nin bu konuya bigâne kalmadığından eminim. Bence Putin’le imzalanan sözleşmelerin başında nükleer santral gelmekte olup, ikinci önemli olan ise Samsun-Ceyhan hattıdır. Ayrıntıyı başka yazıya bırakalım. Ancak keşke nükleer santralimizi ABD teknolojisi ile Obama’nın imzasıyla kurma yoluna girseydik.
Türkiye ile ilişkilerinde, yukarıda verilen örneklerde ABD’nin Yunanistanlaşması, Ermenistanlaşması veya İsrailleşmesi, bu ülkeyi Amerika Birleşik Aşiretleri haline getirmiştir ki, bu durum en güvenilir ülkenin en büyük düşman haline gelmesinin sorumlusudur. İsrail’in bölge politikalarındaki etkisi bir kenara bırakılabilir, ancak ABD’nin Türkiye’ye karşı Yunanistan veya Ermenistan haline gelmesi, bu ülkede, bu bölgede yok olması demektir. Bu neticede Türk diplomasisinin elbette kusuru var, ancak Amerikan vizyonsuzluğu baş sorumludur. Obama bunu kısmen tamir etmeye çalışmaktadır.
Türkiye’nin ABD’ye ABD’nin Türkiye’ye her zaman ihtiyacı olacaktır. Kimin kime daha çok ihtiyacı olduğu zamanla değişebilir. Ancak Türk halkının bu güvensizliğini öncelikle ABD’li stratejistler dikkate alıp, dönemleri, partileri, başkanları aşan bir program dahilinde çare bulmalıdırlar. Bu çare, öncelikle devleti, aşiret zihniyetinden kurtarıp güven veren, ilkeleri olan, hukukun gereklerine uyan ve uygulatan bir devlet olmaktan geçer. Yoksa Türkiye’yi Rusya’ya, İran’a veya Çin’e düşman kılarak ABD’yi tek kurtarıcı göstermek artık geçerli strateji değildir. Böl-yönet veya düşmanlaştır-kontrol et taktiklerinin geri tepme ihtimali daha fazladır. Bu tür komploların ömrü çok kısa sürmüştür.
Türkiye ile ilişkilerinde Rusya’yı hayırla anıp, ABD’nin sabıkalarını sıralayan bir yazı yazacağımı yıllar önce hayal etmezdim. Sorumlu kim acaba?
Bir yanıt yazın