Sayın Yürüyen Takım Elbise!

Merhum Osman Yüksel Serdengeçti ile ilgili olarak şöyle bir olay anlatılır: Osman Yüksel Serdengeçti bir gün İstanbul’da Galatasaray Postanesinin önünde, kalabalıkların içinde yüksek sesle ve öylesine “ULAN ŞEREFSİZLER” diye bağırır. Orada sesi duyan herkesin bakışı, ister istemez sesin geldiği noktaya, yani Osman Yüksel Serdengeçti’ye yönelir. Bütün bakışların kendisine yöneldiğini gören Yörük Beyi Osman Yüksel kendi kendisine şöyle mırıldanır: “Bu kadar fazla olduğunuzu hiç düşünmemiştim!”

Şu anda tam da Osman Yüksel Serdengeçti’nin yaşadıklarını yaşıyorum. Üstelik de tıpkı onun gibi, bir Yörük-Türkmen çocuğu olarak!

Prof.Dr.Türkan Şaylan’ın ölümü üzerine yazmış olduğum “Türkan Saylan ve İslam’da Hoşgörü Var mıdır” başlıklı yazım, en azından yakın çevremde büyük gürültü koparmış bulunuyor. Söz konusu yazıyı okuyanlar anımsayacaktır; yazıda bir pzvnkten bahsetmiştim. Bir de ne göreyim; yazıyı okuyan hemen herkes “Üstat bu yazıda beni mi hedef aldın?” deyip başıma üşüştü! Hatta biraz daha ileri gidip beni hesaba çekmeye yeltenenler oldu. Bu durumda ister istemez Osman Yüksel Serdengeçti’nin Galatasaray Postanesi’nin önünde söyledikleri geldi aklıma; bu kadar çok olduğunuzu hiç düşünmemiştim!

“Bu yazı beni mi hedef aldı?” veya “Bu yazıda bahsetmiş olduğunuz pzvnk kimdir” diyenlere cevabım aynen şu oldu: “O yazıda ben bireysel anlamda hiç kimseyi hedef almış değilim. O yazının hedefi Türkiye’deki bir zihniyettir. Bu zihniyet, kendisi gibi düşünmeyenleri dışlayan, ötekileştiren ve böylece bilerek veya bilmeyerek Türk toplumunu kamplara bölüp devleti zayıflatan zihniyettir. Eğer siz de bu zihniyete mensupsanız, evet ister istemez sizleri de hedef almış durumdayım. Bunun için sizlerden özür de dilemiyorum…”

Biz bu konuyu tartışıp ortalığı yatıştırdıktan tam iki ay sonra bu zihniyete mensup olduğu anlaşılanlardan birisi, olayı biraz daha ileri götürüp “Siz o yazıda tam da beni tarif etmişsiniz…” deyip konuyu tekrar depreştirmez mi? Tepemden kaynar sular boşandı! Haydiii, ayıkla şimdi pirincin taşını dedim kendi kendime. Adam sanki “ille de o yazının hedefi benim” diyordu telefonda. Kendisine dedim ki; “O yazı seni hedef almış değil. Ancak özür dilemek eğer seni rahatlatacaksa senden özür dilerim. O yazı, öfke ile kaleme alınmıştır. Bunun için kusura bakma…”. Bu sözlerim üzerine “Üstat” dedi, “Sizden işte bu sözü duymak istiyordum”. Sonra birbirimize iyi dilekler dileyip görüşmeyi kestik. Daha sonra da onun samimi olduğuna inanarak hiç yapmadığım bir şeyi yaptım ve kendi kendimle çelişkiye düşme adına da olsa internette bulunan yazının, kendisini rahatsız etmesi muhtemel paragrafını yayından kaldırdım! Yani bir nevi kendi kendime sansür uyguladım.

Aynı gün kafama takılan bazı konuları aktarmak için kendisine telefon ettiğimde telefonunu açmadı. Ben ısrarla aradım, o ısrarla açmadı. Anladım ki; ben onu yaklaşık çeyrek asırdır adam bilmişim. Meğer o adam bile değilmiş! Sadece yürüyen bir takım elbiseden ibaretmiş!

Şimdi annesini annem, eşini bacım, çocuklarını yeğenlerim bilip onlardan özür dileyerek, bu yürüyen takım elbise hakkında birkaç laf söylemek galiba üzerimize farz olmuş durumda. Yoksa onu hala adam sanıp, kendisine insan ismiyle hitap etmeye devam edenler olabilir. Gazeteciler olarak insanları aydınlatmak görevimiz olduğunu göre, isterseniz bu konuda da görevimizi yapmış olalım:

Bay takım elbiseyi üç aşağı beş yukarı çeyrek asırdır tanırım. Dindardır, ancak dini sadece namaz kılıp, oruç tutmaktan ibaret sayar. Bir de “Selamlı aliküm” diye selam vermekten. “Allah” kelimesini ağzından düşürmez ama tam yirmi yıldır hacı ve hocalarla düşüp kalktığı halde Allah’ın kelamını okumayı bilmez. Öğrenmek için de asla bir teşebbüste bulunmaz. Bu yüzden namazda ne okuduğunu bir Allah, bir de kendisi bilir herhalde. Düz lise mezunudur ama dindarlıkta bizim gibi İmam-Hatiplilere taç çıkarttırır. Mesleğe giriş sınavında ilkokul seviyesinde sorulan din dersi sorularından geçerli not alamamıştır ama görünmeyen bir el tarafından yine de başarılı sayılmıştır(Çünkü sınav kâğıtlarını ben okumuştum). İnanmayanlar arşivlere girerek yazılı imtihan kâğıtlarına bakabilirler. Tabi bu arşivler eğer hâlâ hıfzediliyorsa…

Çalıştığı kurumun, 1980’li yılların ikinci yarısından beri çıkarmakta olduğu bir eser vardır. 2009 yılı itibarıyla bu eserin 36 cildi yayınlanmış durumdadır. Eser, sadece Türk bilim dünyasının değil, belki de tüm İslam Dünyası’nın prestij eserlerinden birisidir. Bay takım elbisenin çalıştığı kurum tarafından bu eser için bugüne kadar trilyonlarca TL. yatırım yapılmıştır. Kendine has ayrı birimler kurulmuş, dünyanın belli başlı kütüphane ve dokümantasyon merkezlerinden birisi oluşturulmuştur. Üstelik bu eser, ticari anlamda bir sır ve markadır. Yani en üst seviyede korunması gereken telif bir eserdir.

Gelin görün ki; bu eserin yayınlanmış tam 29 ciltlik bölümü, bizim takım elbisenin hizmete özel bilgisayarında ve hususi kayıtlarında yüklüdür. Nereden temin ettiğini sorduğumda, “Falanca müftülükten aldım” demiştir. “Onlar nereden almışlar? Peki, araştırma gereği duymadın mı? Kuruma bilgi verdin mi? Rapor ettin mi? Bu konuyu rapor etmek senin en önemli görevin değil mi? Sen bunun için maaş alıyorsun. Ben bu tür usulsüzlüklere müdahale ettiğim için kötü adam ilan ediliyorum, sizler, ekmeğini yediğiniz kurumun aleyhine ve zararına olduğu halde bunları görmezden geldiğiniz için iyi ve başarılı adam muamelesi görüp türlü şekillerde ödüllendiriliyorsunuz. Böyle adalet olmaz olsun…” dediğimde, konuyu kem kümle geçiştirmiştir. Biz tomar tomar para ödeyip bu esere abone olurken, bizim bay takım elbise, bu eserin bütün ciltlerine bir tıkla kolayca ve masrafsız bir şekilde ulaşabilmektedir.

Bu durumda yapılması gereken, bu bilgilerin çok iyi korunduğu iddia edilen araştırma merkezinden nasıl ve kimler tarafından dışarı sızdırıldığının, kimlere servis edildiğinin, piyasada pazarlanıp pazarlanmadığının ve bu iş karşılığında maddi anlamda menfaat elde edilip edilmediğinin araştırılması, suçluların ortaya çıkarılarak cezalandırılması ve kurumdan temizlenmesi değil midir? Ancak bunu yapmak için Osman Yüksel Serdengeçti gibi gözünü budaktan sakınmayan bir Yörük Beyi veya bu satırların sahibi gibi Serdengeçtiliğe özenen bir Yörük-Türkmen çocuğu olmak gerekiyor. Oysa anlattığımız olayın kahramanı, sadece ve sadece yürüyen bir takım elbise olduğundan, iş yine gördüğünüz gibi bir şekilde bize kalmıştır.

Muhtemelen aranızda “Peki olaya siz neden müdahale etmediniz? Anlattığınıza göre, yürüyen takım elbise vasıtasıyla da olsa siz de olayı çok önceden öğrenmişsiniz…” diyenler çıkabilir. Size cevabım şudur; birincisi ben olaya bizim yürüyen takım elbise kadar vâkıf değilim. İkincisi olaya kaynağında, yani “falanca müftülükte” şahit olan ve olaya müdahale etmesi gerekirken sadece kayıtları alıp bilgisayarına aktarmakla ve gerekli gördüğünde istifade etmekle iktifa eden bizim yürüyen takım elbisedir. Üçüncüsü bizim takım elbise, kâğıt üzerinde de olsa sürekli bizden daha kıdemli muamelesi görmüştür. Üstelik biz onu, bugüne kadar yürüyen bir takım elbise değil, içinde ete, kemiğe ve ruha bürünmüş beden de bulunan bir adam sanıyorduk. Böyle sandığımız için de eğer olaya müdahale edersek “arkadaşını gammazlayan adam” durumuna düşmekten korkuyorduk. Oysa o, bırakın bizleri gammazlamayı, (belki ilerleyen zamanlarda yazma fırsatı bulacağımız ve başkalarının hatası olan bir olaydan ötürü), haksız olduğunu bile bile sırf başkalarına yalakalık yapmak ve mansıp elde etmek için bizim aleyhimize dava ikame etmekte hiçbir beis görmemiştir. Bilirkişi raporu lehimize gelip, dava, davacıların talebi üzerine yarıda kesilip kapandığında ise bizden özür dahi dileme gereği duymamıştır. Demek ki bizimki, tam da Hz. Mevlana’ya ait beytin ikinci mısraının muhatabı birisiymiş; “Nice âdemler gördüm üstlerinde elbise yok/Nice elbiseler gördüm içlerinde âdem yok”

Bizim yürüyen takım elbisenin hünerleri bu kadarla da sınırlı değil elbette. Mesela o, çalıştığı kurumun vermiş olduğu servis hizmetlerini iptal edip, bunun yerine ulaşım bedeli adı altında ilave ödeme yapmaya başlaması üzerine, hem servis hizmetlerinden istifade etmeye devam etmiş, hem de “Servis hizmetlerinden istifade etmiyorum” diyerek, ulaşım bedeli almaya devam etmiştir. Şimdi aklınıza “Verilmeyen servis hizmetlerinden istifade etmeye nasıl devam edebilir?” diye bir soru gelmiş olabilir. Hemen cevabını verelim; çalıştığı kurumun servis hizmetlerini iptal etmesi üzerine bizimki, hemen kardeş veya ana kurum diyebileceğimiz kurumun servislerine kaymıştır. Daha doğrusu, eskiden çalıştığı kurumun bilgisi dahilinde bindiği ana kurumun servisine kesintisiz olarak binmeye devam etmiştir ve halen etmektedir de. “Ben servis hizmetinden istifade ediyorum. Lütfen bana ulaşım yardımı yapmayın” deme erdemi ve yürekliliğini bir türlü gösterememiştir. Hatta bu konuda ima yollu da olsa uyardığım halde yapmamıştır bunu.

İşte size “Türkan Saylan ve İslam’da Hoşgörü Var mıdır” başlıklı yazımdan dolayı “Bu yazının hedefi benim” diye ortaya çıkan ve başıma musallat olan sözüm ona dindar bir adamın tarihlere kazınacak portresi. İşte bu adam, daha doğrusu bu yürüyen takım elbise, benim telefonlarıma çıkmama densizliğinde bulunabilmiş bir zavallıdır. Ben, işte yaklaşık çeyrek yüzyıldır bu adamların yoğunlukta olduğu bir ortamda fazilet mücadelesi vermeye çalışan birisiyim dostlarım. Bu yüzden de başıma gelmeyen kalmadı benim. Bu adamlar, şimdi de istenmeyen kötü adam muamelesine muhatap yaptılar beni. Diyeceksiniz ki, şimdi bütün bunları neden anlatıyorsun? Bu sorunun cevabını ben değil, lütfen Nasrettin Hoca versin sizlere;

Nasrettin Hoca Merhum, bir gün eşeğini alır satmak için pazara götürür. Eşek huysuz mu huysuzdur. Pazara vardıklarında önüne geleni ısırır, arkasına geçeni tekmeler. Arada bir sıkı sıkıya yularından tutmakta olan hocaya da saldırır. Eşeğin durumunu ve hocanın müşkül halini gören komşuları hocaya takılırlar;
-“Hocam bu gidişle bu eşek senin elinde kalır. Sen pazara boşuna gelmişsin. Böyle huysuz bir hayvanı hangi enayi satın alır?”
Hoca derin derin içini çektikten sonra komşularına şu cevabı verir;
-“Valla komşular, benim niyetim zaten eşeği satmak değildir. Bu huysuz hayvanın satılmayacağını ben de biliyorum. Ben sadece halimi görün de bana acıyın diye geldim pazara…”

Merhum Osman Yüksel Serdengeçti ile ilgili olarak şöyle bir olay anlatılır: Osman Yüksel Serdengeçti bir gün İstanbul’da Galatasaray Postanesinin önünde, kalabalıkların içinde yüksek sesle ve öylesine “ULAN ŞEREFSİZLER” diye bağırır. Orada sesi duyan herkesin bakışı, ister istemez sesin geldiği noktaya, yani Osman Yüksel Serdengeçti’ye yönelir. Bütün bakışların kendisine yöneldiğini gören Yörük Beyi Osman Yüksel kendi kendisine şöyle mırıldanır: “Bu kadar fazla olduğunuzu hiç düşünmemiştim!” - turkan saylan

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir