Obama’nın, seçimden birkaç gün evvel yaptığı yarım saatlik ve ABD’nin bütün büyük kanallarında yayınlanan reklam/propaganda spotu için 5 milyon dolardan fazla verilmiştir. Yine Obama’nın seçim masraflarının yarısından fazlası büyük iş sahipleri tarafından karşılanmıştır.
18 Mayıs 2009
“Polemik“, “kalemle / yazıyla yapılan kavga” anlamında kullanılıyor. Bu tür yazının çok güzel örnekleri var. Benimkinin öyle olmayacağını biliyorum. Belli bir tavra, düşünce şekline karşı da yazılmasına rağmen, “kavga” şekline elimden geldiğince uzak durmaya çalışacağım Ama bu yazı bir karşı duruş yazısı olacak. Benim polemiğim, daha evvel olduğu gibi, mutabık olmadığım konularda, kendi fikrimi, görüşümü anlatmak şeklinde oluyor. Bu yöntemi tercih ediyorum. Bu yazıda da aynı şeyi yapmayı düşünüyorum.
Her Pazar sabahı, eski dostlar bir araya gelir, bir arkadaşın müsait olan iş yerinin salonunda, kahvaltı / öğle yemeği karışığı bir şeyler yeriz ve genellikle “bu dünya nasıl kurtulur“u konuşuruz. Kahvaltıya katılan arkadaşların hepsi politik geçmişleri olan, işçi sınıfı hareketinde canla başla çalışmış dostlardır. Aynı ailelerin coçukları değiliz (daha doğrusu benim dışımdakiler aynı hareketin militanlarıdır) ama aynı soydan geliriz. Günün tartışılan konusu benim bu yazıyı da tetikledi diyebilirim.
Dr. Nur Vergin, kitabında, haklı olarak, “Marx,…..siyasal çatışmaları, siyasal partileri, hatta siyasilerin bizatihi kendilerini de sınıflar arasındaki çatışmanın bir yansıması, bir ürünü olarak değerlendirmiştir….” diyor ve siyaseti alt yapıya bağımlı bir olgu olduğunu vurguluyor. Engels, Bloch‘a yazdığı bir mektubunda (21.09.1880), “….tarihi belirleyen öğe, son kertede gerçek hayatın yeniden üretimidir. Ne Marx ne de ben bunun dışında bir şey söylemedik….. biri çıkıp ta ekonomik unsurun tek tayin edici olduğunu söylerse, bizim söylediğimizi anlamsız hale getirir…. Ekonomik durum asıldır ancak, üst yapının çeşitli elemanlarının çelişkilerin şekillenmesinde önemli yerleri vardır….” demiş.
Bu yazıda tartışmaya çalışacağım konunun “politika“, söz konusu olacak kişilerin de “politik” olduklarını kabul ediyorum. Politikada da en önemli ve hatta tayin edici noktanın “karşıtlık” olduğunu düşünüyorum. Karşıt olan, evvelden tayin edilmiş normlar veya üçüncü bir unsur aracılığıyla çözülemeyecek çelişki veya çelişkiyi başlatma ihtimali olandır. Çelişki aktif hale geldiğinde taraflardan birisi değerini yok veya pasifize edecektir. Politikada “karşıt”, kişisel olarak nefret edilen veya kişisel olarak karşı olunan değildir. Karşıt, potansiyel olarak çelişkiyi taşıyan, politik ve toplumsal olarak karşıt olandır. Hedefin saptanmasında, karşıt ile olan ilişki tayin edicidir. Karşıtla çatışmanın engellenmesinin tek yolu, karşıtın zarar vermeyeceğinin açıka ortaya çıkacağı bir yolun bulunmasıyla olabilir.
Günümüzde politik / ideolojik mücadelenin sürdürüldüğü alanlardan en önemlilerinden birisi de “Uzlaşma” ve “demokrasi” kavramı etrafında sürdürülmektedir. Chantal Mouffe, “Demokrasilerde oluşan uzlaşmanın aslında bir çelişkiyi taşıdığını, belli bir sonuca varabilmek için yapılan uğraş değil, karşıtlar arasındaki çelişkinin tanımlanması ve meşrulaşması” olduğunu söyler. Yani, uzlaşmazlık, karşıtlık ve mücadele, politik ve etik (ahlak felsefesi) ilkelerine, kurallarına uygun olarak ama gerektiğinde acımasızca devam etmektedir.
Günümüzde çok tartışılan, pek çok kaynak tarafından değişik anlamlar yüklenerek kullanılan Toplumsal Uzlaşma‘ya gelince ;
İlke olarak “uzlaşmaya” veya “uzlaşma ilkesine” karşı değilim.
Uzlaşma konusuna teorik ve pratik olarak iki açıdan yaklaşabiliriz.
İlk adımda, uzlaşacak tarafların, uzlaşılacak konuyu ve koşullarını açıkça ortaya koymaları gerekir. Farklı kesimlerin olaylara yaklaşımları ve tepkileri, çıkarları farklı olduğundan, beklentileri değişik olacaktır. Özellikle çelişkileri antagonist olan, siyasi gücü elinde tutanla, siyasi gücü eline geçirmek için mücadele eden kesimlerin uzlaşmaları mümkün olmayacaktır.
Bu kesimlerin uzlaşmaları ancak mücadelenin koşulları üzerinde olabilir.
Burada demokrasi devreye girmektedir. Yerleşmiş demokratik bir rejimin, sağlıklı işleyen politik bir sistemin olmadığı toplumlarda uzlaşma aramak teslimiyeti getirebilir.
Uzlaşmanın bir de pratik yanı olduğunu söylemiştik.
Bence, uzlaşmada aranacak ilk koşul (ki koşulsuz uzlaşma olmaz) çözümü bir adım ileriye götürmesidir. Uzlaşma, kısa veya uzun vadede, taraflardan birinin kaybına yol açmamalıdır. Özellikle, beni korkutan ; uzlaşmanın Althusser’in “domination” (baskınlık) dediği şeye yol açmasıdır.
Çok güçlüyle, zayıf arasında uzlaşma olmaz. Çatışmayı kendine ilke edinmiş bir düşünceyle uzlaşma olmaz. Uzlaşma soyut üzerine olmaz. Somut üzerine uzlaşma yapılabilir. Uzlaşma çözüm getirmelidir.
Somut duruma dönersek, sınıflı toplum var oldukça, burjuva ile proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişki devam edecektir. Politik insanlar da bu çatışmanın ya o tarafında olacaklardır veya bu tarafında.
Uzlaşma, tarafların birinin diğerinin baskınlığı altına girme tuzağını oluşturabilir. Uzlaşma’yı anlatmaya çalışırken. Uzlaşmanın tanımını yapmak zorunludur. Sonra niçin uzlaşma ? Nasıl uzlaşma ? vs. gibi soruları da cevaplandırmak gerekir diye düşünüyorum
Uzlaşmayla sıkı ilişkisi olan, anayasal çok partili sisteme dayanan, yasama – yürütme – yargılama güçlerinin ayrılığına, yurttaşların biçimsel özgürlüklerine, yüzeysel hukuk kurallarına dayanan, gerçek sınıfsal karakteri gizlenmiş Biçimsel Demokrasi önemli oranda devletin yapısı ile ilgilidir. Siyasi iktidarın meşruiyetini belirlemektedir. Tahmin edebileceğiniz gibi, Biçimsel Demokrasinin oluşması ileri bir demokrasi için yeterli olmamaktadır. Biçimsel demokrasi, çalışan insanlara özgürlüklerini elde etmesine, örgütlenme, insan hakları alanlarda getireceği gelişmelerle toplumun siyasi kültürünün demokratikleşmesini sağlamamaktadır.
Anlatmaya, Felsefe sözlüğünden, ve artık aramızda olmayan Aziz Çalışlar‘ın çevirisini yaptığı Materyalist Felsefe Sözlüğü‘nden yapacağım alıntılarla özetlemeye çalışırsak ; Demokrasi, “azınlığın çoğunluk iradesine boyun eğmesini resmileştiren vatandaşlar arasında eşitlik ve hürlüğü kabul eden iktidar şeklidir.Burjuva bilimi, demokrasiyi tanımlarken, genellikle sadece bu formel vasıflarıyla göz önünde tutar ; bu vasıfları toplumun sosyo-ekonomik şartlarından ve fiili durumundan soyutlayarak ele alır. Oportünistler ve revizyonistlerin kullandığı ve saf demokrasi adını verdikleri kavram bu soyutlamanın bir sonucudur.
Her demokrasi, toplumun siyasi döneminin bir şekli olarak “esas itibariyle üretimin hükmü altındadır ve o toplumun üretim ilişkileri tarafından belirlenir”, “sınıflı toplumlarda, demokrasi egemen sınıflar tarafından yürütülen bir diktatörlük şeklidir, dolayısıyla aslında sadece hakim sınıflar için var olan bir sınıf demokrasisi niteliğini taşır. Hakim sınıflar, demokrasi’yi ancak bir noktaya kadar ister. Bir anayasa yapar, bir parlamento meydana getirir, temsilciler kurumları oluşturur, formel özgürlükleri tanır. Tanıdığı formel özgürlükler için bir garanti tanımaz.”
Liberal Demokrasi, bir siyasi rejim türüdür ve kendini yeniden üretebilmek için toplumun tüm üyelerini kapsayan, hepsi için geçerli olacak otoriter kararlar almak zorundadır. Bu sistemde kişi gelişmemekte, silikleşmektedir. Gözle görünmeyen, gizli güç ilişkileri içinde siyasal iktidar oluşmakta otoriter kararlar alınmaktadır.
Örneğin liberal demokrasi kuramının temel varsayımlarından birisi, insanların neyi gereksediklerini biliyor olmalarıdır. Bu varsayıma göre, rasyonel bir varlık olan insanın, sunulan olasılıklar arasında kendisi için en iyisini seçtiği kabul edilir.
Burada bilgilenme ve “medya” sorusu ortaya çıkmaktadır. Kapitalist toplum içinde enformasyon bir metadır ve pazar koşulları içinde üretilip tüketilmektedir. Medya, pazar koşulları içerisinde üretmekte ve tüketiciye sunmaktadır. Kâr maksimilasyonu içinde çalışmaktadır. Ve günümüzde medya, pazar kurallarına uygun olarak, kapitale bağımlı tam bir tekelleşme yaşanmaktadır.
Günümüzde, temsili demokrasi söz konusu olduğunda seçim kampanyaları gündeme gelmektedir. Örnek vermek gerekirse ; Obama’nın, seçimden birkaç gün evvel yaptığı yarım saatlik ve ABD’nin bütün büyük kanallarında yayınlanan reklam/propaganda spotu için 5 milyon dolardan fazla verilmiştir. Yine Obama’nın seçim masraflarının yarısından fazlası büyük iş sahipleri tarafından karşılanmıştır.
İlk yeniden yapılanma girişimleri Küreselleşme ile başladı ve biçimsel demokrasinin sağlaması gereken Refah Devleti geri itildi. Hatta tasfiye edilmeye çalışıldı. Refah Devletinin ve ulusal devletin geri itilmesi ise, devletin, artık maddi olanaklarını kişiler için kullanmasını ve kişi lehine müdahaleci olmasını ciddi şekilde önlüyor ve özgürlükler ile demokrasinin ciddi şekilde zarar görmesini getiriyor.
Bunun sonucu olarak, günümüzde demokrasinin krizinden de söz edilebilir.
.
Günümüzde demokrasi bir fetişizm haline gelmiş bulunmaktadır.
Çok uzun süre, “Alt Yapı“nın tek tayin edici olduğu Marksist düşünceye hakim bakış olmuştur. Bu inanış Türkiye’de de hakim olmuş ve benim gençliğimde üst yapıya vurgu yapan, anlatan yayınlar “aforoz” edilmişlerdi. Gramsci, açık açık söylenmese dahi, “sapkınlar” arasında görülmekteydi. Bir konuşmada, Gramsci’den alıntı yaptığım için nazik bir “fırça” yediğimi hatırlarım.
Çok ayrıntıya girmeden, Gramsci’nin “alt-yapı, üst-yapı” ilişkisiyle ilgili söylediklerini, çok özet olarak şöyle aktarabiliriz ; “…alt-yapı, üst-yapıyı oluşturmaktadır, üst-yapı, alt-yapını etkisinde gelişir ama, Gramsci’ye göre, üst-yapının etkisi o denli önemlidir ki, alt-yapıyı değiştirme gücüne sahiptir.” Gramsci’nin hapishane yıllarında da “Hareket (hamle) Savaşı (Guerre de Mouvement) ve Aşındırma (yer tutma) Savaşı (Guerre de position) konularını düşündü.
İdeoloji ve politika elemanları olmadan üst-yapı’nın, alt- yapı’yı etkileyemeyeceği açıktır. Yine Gramsci’ye göre, üst-yapı (ideoloji) o denli önemlidir ki, işçi sınıfının mücadele bilincine sahip olamamasına sebep olabilir. Bu gün Türkiye’deki durumu bu açıdan bakıldığında yaşanan süreç daha iyi anlaşılabilir sanırım.
Gramsci’nin geliştirdiği başka bir konu da, “Hegemonya“dır. Hegemonya, “kapitalist toplumda belirli bir egemen veya egemen olma yolundaki sınıfın, ittifaklarıyla, uzlaşmalarla başka sınıf üzerine kurduğu ve sürdürdüğü, olası değişmeleri önlediği hakimiyetini, yöneticiliğini pekiştirmesini” ifade etmektedir. Hegemonya için alt-yapıya hakim olmak yeterli değildir. Hakim veya hakim olmaya giden sınıfın kendi sınıf kültürünü, kendi düşüncelerini, dünya görüşünü de kabul ettirmesi veya ettirmiş olması gerekmektedir. Hakim olan veya hakim olmaya giden sınıfın bunun için aydınlara gereksinimi vardır. Hakim olan veya hakim olmaya giden sınıf bunun için kendi aydınlarını üretir veya bu işi görecek aydınları devşirir.
Gramsci devletin iki değişik yüzü olduğunu söylemektedir; düşünce ve kaba kuvvet. Bunları iki müessese temsil etmektedir ; politik toplum ve sivil toplum. Sivil toplum da, devletin düşünce sistemlerine hitap eden baskı elemanıdır.
Kanımca, günümüzde sürdürülmesi gereken üst-yapı savaşıdır. Hakim sınıf, yaygın bir şekilde bir üst-yapı savaşını sürdürmekte, konuları, kavramları da çarpıtarak bu savaşı yürütmektedir. Günümüzde, direnilmesi gereken alan üst-yapı’dır. Bu alandaki çok sık kullanılan, çarpıtmalara, içini boşaltmalara, pekiştirilmek istenen dünya görüşüne direnmek gerekmektedir.
Düşündüklerimi daha iyi anlatmam için, Soğuk Savaş döneminin en önemli Marksist filozoflarından Louis Althusser‘in düşüncelerine gitmek istiyorum. Althusser’in düşüncelerinin Gramsci’ye uzandığı, belli bir paralel olduğu kabul edilir.
Kısa yazılardan, söyleşilerden sonuç çıkarmanın sağlıklı olamayabileceğini biliyorum. Hele bu söyleşiyi yapan kişi, belli yönde söyleşiler yapıyorsa. Bunun için düşüncelerimi sıralamaya çalışırken kullanılan sözcüklerden ziyade, içerik üzerinde durmaya çalışacağım.
Klasik Marksizme göre, “Devlet“, hakim sınıfın baskı aracıdır. Konunun açıklık kazanması için, “Devletin İktidarı” ile “Devletin Aygıtları” (Dr. Nur Vergin, çevirilerinde Fransızca “l’appareil” kelimesini “aygıt” olarak almış.) ayırımını hatırlatmamızda yarar olduğunu düşünüyorum. Devletin hakimiyetini yapı olarak baskıcı olan aygıtları kullanarak sürdürür. Devletin hakimiyetini sürdürmek için kullandığı aygıtlar ; hükümettir, yargı mekanizmalarıdır, hapishanedir, bürokrasidir, ordudur, polistir, vb gibi aygıtlardır. Devlet, hakimiyetini Baskı Aygıtları (Appareil répressif d’Etat) aracılığıyla sürdürdüğüne göre, İşçi sınıfı bu baskı araçlarından kurtulabilmek, hakimiyeti ele geçirmek için devleti ele geçirmek zorundadır. Althusser‘e göre, hakim sınıf Hegemonyasını baskı araçlarıyla sonsuza kadar sürdüremez, baskı altında tuttuğu güçler sayıca fazladır ve sonuçta daha güçlüdür. Hegemonyasını İdeolojik Aygıtlar (Appareils idéologiques d’Etat) aracılığıyla tamamlar ve sağlamlaştırır. İdeolojik Mekanizmalar ;
o Eğitim,
o edebiyat,
o güzel sanatlar,
o kültür,
o aile,
o basın ve yayın,
o hukuk,
o politika (değişik politik partiler)
o ve orta çağdan buyana en önemlisi dindir.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım sistemde görülebileceği gibi, Devletin baskı aygıtları “kamu kesimi” içinde, İdeolojik aygıtları “özel alanda“dır. Devlet, kamu alanında baskı araçlarıyla, “zor” kullanarak, hegemonyasını yerleştirmekte, “ideolojik aygıtları” aracılığıyla özel alanı da kontrol etmekte ve yönlendirmektedir.
Son dönemde sayıları hızla artan “liberal solcuların” fonksiyonları bu noktada ortaya çıkıyor. Bilerek veya bilmeden, şu veya bu sebepten, hakim sınıfın üst yapıda hegemonyasını kurmasına ortaklık ediyorlar. Sol fikirleri çarpıtıyorlar, içlerini boşaltıyorlar, mümkün olduğu kadar inanılmaz, güvenilmez hale getiriyorlar. Birden parlayan, “Kütahyalı”nın 68 hareketine saldırması, TİP’nin 65 seçim beyannamesi dayanak gösterilerek, Kemalist esintileri olan, ulusalcı bir eğilim, Kürt sorununa açıkça değinmemiş olduğu vurgulanıp “işte TİP buydu” denilmeye çalışılması. Marx’tan yarım alıntılar yapılarak veya söyledikleri çarpıtılarak nakledilmesi ilk ağızda aklıma gelen örnekler. Bir yandan da, hakim sınıfların, emperyalizmin öne çıkarmak istediği, fikir ve imajları parlatmaya çalışıyorlar.
Bu gidişe ideolojik alanda, üst yapı kuruluşlarında, devletin ideolojik aygıtlarında karşı çıkmak gerekir. Bu aydınların görevidir.
Burada Boran’ın şu sözlerini hatırlamamak mümkün değil ;
“Kurtuluş mücadele ile sağlanır boyun eğerek değil.
Kurtuluş tek tek olmayacaktır.
Hep birlikte kurtulacağız.
Hep birlikte mücadele edeceğiz.
Hep birlikte kazanacağız.”
(…)
“Selam olsun Türkiye’nin ve dünyanın aydınlık geleceğine.”
01 Temmuz 2009
Şair Bahtiyar Kaymak, Kuyerel Öbeği’ne yazdığı bir polemik yazısında “….Obama’nın dev amerikan adımlarıyla açtığı yoldan, yenilikçi sol bir güneş doğacak. kuşkusuz burada çok önemli bir risk var.O Obama’nın şimdilik sadece kişisel kalan samimiyeti dev amerikan derin devleti tarafından hezimete uğratılmazsa. Kapitalizmin büyük krizinden dolayı Obama’nın hezimete uğraması zor görünüyor. Yani Obama’nın önü açık…ne güzel…” diyerek, şüphelerini dile getirmiş.
Bir evvelki yazımda, Türkiye’de belli bir aydın (Özellikle, kendine “sol” diyen, liberal) çevrenin AKP’yi doğrudan veya dolaylı desteklemelerinin verdiği rahatsızlıkla hakim sınıfın hakimiyetinde olan üst yapıyla ve hegemonya ile ilgili olarak düşüncelerimi anlatmaya çalışmıştım. Bu yazımda da, son dönemde gerek genelde ve gerekse Türkiye’de hakim kılınmaya çalışılan, yanıltıcı bulduğum, Obama ve ABD’nin dış politikası ile ilgili sunulan tablolar üzerine düşündüklerimi anlatmaya çalışacağım.
Oğul Bush döneminde dış politikasıyla, askeri saldırganlığıyla, tek taraflı politikalarıyla ABD’nin dış politikalarında çıkmaz bir yola girdiği, en sadık müttefikleriyle bile ilişkilerinin bozulduğu, sevilmeyen ülke haline geldiği konusunda çok geniş bir fikir birliği oluştuğunu görmekteyiz.
ABD girdiği çıkmazdan kendini kurtarabilmek için yeni bir yol bulmak zorundaydı.
Çözüm yolu, 1990 yılında, halen Harvard Üniversitesi “Kennedy School of Government” da öğretim görevlisi olan, 2005 yılında ABD’nin en etkili on bilim adamından birisi olarak kabul edilen Joseph Nye‘in ortaya attığı “Soft Power‘da (Yumuşak Güç) bulunduğunu düşünüyorum. Joseph Nye’e göre, ABD’nin uluslar arası hegemonyası, ekonomik, uzay alanlardaki yükselen rekabet, askeri çatışmalara bağlı olarak zayıflamaya başlamıştı. Bu çöküşün önlenmesi, ABD’nin önderliğini devam ettirebilmesi için “Soft Power” konseptini öneriyordu. Ülkelerin uluslararası alanda karşılıklı bağlılığına işaret eden Nye, ABD’nin liderliğini sürdürebilecek, dünyayı etkileyebilecek bir güce sahip olduğuna işaret ediyordu. Ona göre, yeni gelişmeleri dikkate alan bir strateji oluşturmak gerekliydi. ABD, diğer ülkeleri güç kullanmadan, tehdit etmeden ilişkide olduğu ülkelerin çıkarlarının ABD ile aynı olduğuna ikna etmeli, kültürünün parlaklığını kullanarak onların sempatisini kazanmalıydı.
Kitabında ve yazdığı makalelerde düşüncelerini açıklayan Joseph Nye’e göre, yapılması gereken, dünyada yaşanmakta olan değişimlerde baş çekerek ABD saygınlığını arttırmalı, ekonomik gücünü kullanarak işbirliklerini, iletişimini (sinema, tiyatro edebiyat, felsefe alanlarında) arttırmalı, ülkelerin halklarına açılmalı, ABD’nin teknoloji, bilimsel alanlarda öncü rolüne gireceği yeni bir dış politika uygulamalıydı.
Joseph Nye, dünya ekonomisinin kontrolünden çıkmakta olduğuna, ABD’nin küreselleşme hareketinden yararlandığına ancak onu kontrol edemediğine, küreselleşmenin bağımsız bir güç olmaya yönelmekte olduğuna, uluslar arası kuruluşların güçlendirilmesinin, bunların uluslararası işlemlerinin arttırılmasının gerekliliğine de işaret etmekteydi.
Nye’in özellikle altını çizdiği tehlike, dünyada artmakta olan anti-Amerikan eğilimlerdi. Bunun önlenmesi gerekliydi.
ABD’nin umut, değişim, yenilik, Amerikan ideali sloganları etrafında toplanan yeni politikalarını uygulayabilmesi için yeni bir lidere gereksinimi vardı. Bu aşınmamış, dile düşmemiş yeni lider dünyanın sempatisini toplamalı, Neo-Con’ların sürdürdüğü “Hard Power” yerine uygulanacak olan Soft Power stratejisini hayata geçirebilmeliydi.
Soft Power uygulaması için yıpranmamış değişik bir isim imaj bulunması gerekiyordu. Obama, Başkanlık yolculuğuna ciddi olarak 1964 yılında, Demokrat Parti’nin Kongresinde (Convention) başkanlık adayı seçilen John Kerry‘yi destekleyen Illinois Eyaleti‘nin sıradan bir parlamenteri olarak başladı. Obama’nın yolunda ilk engel olan güçlü aday Hillary Clinton engellendi. Daha sonra başlangıçta favori olarak yola çıkan McCain seçimleri kaybetti.
Başlangıcından itibaren Obama büyük bir tanıtım kampanyasıyla sahneye sürüldü. Gerek ABD’de gerekse bütün uluslararası arenada Oğul Bush’un gitmesi ve onu andırmayan birisinin gelmesi isteniyordu. Genel kanı, yanlış olarak ABD’de başkanın her şey olduğu, her şeyi yönettiği kabul edilir. Çok önemli bir unsur olmasına rağmen her şeye karar veren değildir. Ancak, ABD gibi büyük bir ülkenin başkanı olarak önemli bir unsurdur.
Türkiye’de yanlış olarak ABD başkanının iki dereceli bir seçimle “Büyük Seçmenler” denen seçmenler tarafından seçildiği bilinir. ABD’de Başkan belli bir “oligarşi” tarafından atanan bir grup tarafından seçilmektedir. Örneğin ; 2000 seçimlerinde partinin başkan adayın saptandığı kongreye katılan delegeler, Florida’da sayım bitmeden, Eyalet Valisi tarafından atanan kişilerden oluşmaktaydı ve yapılan itiraz karşısında Yüce Mahkeme aldığı kararda “seçmenlerin oylarının “danışmalık” (consultatif) olduğu ve Florida Valisinin seçmenleri atayabileceği” yönünde idi. ABD seçim sistemini irdeleyen belli analizcilere göre, ABD’nin bu “oligarşi” seçim sisteminde iki akım barındıran (Demokratlar ve Cumhuriyetciler) tek parti vardır. Seçimin ilk aşamasını partiler değil, eyaletler yaparlar. Başkanlık için aday olan kişiler, isimleri aynı olmasa bile, aynı kaynaklardan gelmektedirler. Örneğin ; McCain‘in başkanı olduğu IRI – International Repuplicain İnstitut dünya’daki sağ partiler ile ilgilenmekte, onlara ABD çıkarlarına göre yön vermeye çalışmaktadır. Merkezi Washington’da olup, İstanbul dahil, dünyanın pek yerinde şubeleri bulunmaktadır. ABD eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright‘in başında bulunduğu, Obama’nın da birlikte çalıştığı NDI – National Democratic Institute for International Affairs kuruluşu da aynı görevi sol partiler için yüklenmiştir. Her iki kuruluşun da amaçları arasında, ekonomik ve politik özgürlüklerin gelişmesi, insan haklarının yayılması konularında politik partileri eğitmek bulunmaktadır.
Thierry Meysann, bir CIA projesi olan Kenya’nın destabilizasyonu operasyonu içinde, McCain, Albright ve Obama’nın isimlerinin geçtiğini ve CIA’nın Obama’nın bir yeğenini Kenya’ya başbakan olarak önerdiğini yazıyor.
Obama etrafında oluşan koalisyon’un temel ilkelerde mutabık olsalar bile, ayrıntılar üzerinde bir uzlaşma oluşturduğunu söyleyebilmek olanaksızdır. Konuyla ilgili yapılan analizlerde, Obama etrafında dört eksenin varlığından söz edilmektedir ;
- Brent Scowcrof etrafında toplanan savunma ekseni ; daha çok generallerden oluşan bu grup Rumsfeld‘e muhalefetleri ile ortaya çıktılar. Ordunun özelleşmesine karşı çıkıyorlar, Irak’ı yenilgiye uğramadan tahliye etmeyi öneriyorlar, Afganistan’da yeni bir savaşa sıcak bakmıyorlar, Suriye ve İran’la bir uzlaşma gerektiğini ileri sürüyorlardı. Bu grup için, ABD’nin gerçek rakibi Rusya ve Çin dir. Mali krizin orduyu zayıflatacağını düşünüyor ve zayıflansa bile yine en güçlü olmayı savunuyorlardı.
- Tim Geiner ve Paul Voleker etrafında toplanan Hazine ve Ticaret Bakanlığı grubu ; Wall Street‘i kurtarmak onlar için önemliydi. Mali kriz, mali oligarşinin gelirlerini düşürdüğü için bu gruba kötü bir darbe oldu. Ancak, küreleşme karşısında direnmeye çalışan finans gruplarının konsantrasyonunu kolaylaştıracağı için de, finans krizini bir fırsat olarak gördüler. Askeri grubun aksine, Çin ve Rusya ile bir ekonomik (özellikle, ABD hazinesinin senetlerinin % 40’ını elinde bulunduran Çin ile) işbirliğini savunuyorlar. Bu grup Rockfeller ve Pilgrims Society tarafından desteklenmektedir.
- Hillary Clinton etrafında toplanmış olan Dışişleri grubu ; Siyonistlerin ve Neo-Con’ların, (az da olsa) etkin olarak kaldıkları son nokta. İsrail’i gerçekçi bir mantıkla desteklemekteler. Çevrenin değiştiğinin, İsrail’in artık 2006’da olduğu gibi Lübnan’ı bombardıman edemeyeceğini, Hizbullah’ın etkin hava savunma silahları olduğunu, 2008’de olduğu gibi Gazza’ya giremeyeceğini, Hamas‘ın elinde tanksavar silahları olduğunu, İsrail Ordusu’nun yenilmez olmadığını biliyorlar. ABD’nin ekonomik durumu, daha evvel olduğu gibi, İsrail’in desteklenmesine izin vermeyecektir. Suudilerin İsrail’e desteği de sonsuza kadar devam edemeyecektir. İsrail için kabul edilebilir bir çıkış yolunun bulunması zorunlu hale gelmiştir.
Bu grup, çıkan sorunların çözümü için Birleşmiş Milletler’den ziyade NATO’yu tercih etmektedir. Grubun taktiklerinden bir diğeri de, ABD elemanlarının veya ABD’ye dost elemanların ulusal ve uluslararası kurumların karar mercilerine yerleştirmektir.
- Bir başka grupta, Obama’nın üniversiteden öğretmeni olan Zbignew Brzezinski‘nin etrafına toplanmış olan Ulusal Güvenlik Konseyi‘ (National Security Council – NSC) dir. Bu grubun bir başka tanınan ismi de General Jones‘tir. Bu gruba göre, ekonomik kriz, imparatorluk olmanın getirdiği bir sonuçtur. ABD’nin devasa borçlanmaları ve askeri harcamaları devletin çökmesini getirmiştir. 1929 krizinde olduğu gibi, savaş bir çıkış yolu değildir. Vergi cennetlerini yok ederek, ABD ye rakip oluşturan sermayenin ABD’ye gelmesini sağlamak, rakip zengin ülkelerin ekonomilerinin dengelerini sarsmak, ABD’nin yenilemez askeri bir güç olduğu izlenimini vermeye devam etmek, Afganistan’daki askeri hareketi sürdürmek, oluşmakta olan Suriye – İran – Rusya ittifakını, Rusya – Çin (Şanghay İşbirliği) ortaklığını önlemek bu grubun savunduğu stratejik önlemlerdir. Bu grup, Pentagon aracılığıyla değişik operasyonları da savunmaktadır.
Ortadoğu için, grupların mutabık oldukları, Obama yönetimin ortak stratejisi olan önlem ; İsrail’i tamamen terk etmeden, arka plana çekerek tansiyonu düşürmek. Değişik yorumlar bu stratejinin gerçekleşebilmesi iki plan düşünüldüğünü söylüyorlar ;
- Brzezinski grubunun önerdiği bir Filistin hükümetinin kurulması, Filistinlilerin oldukları ülkelerin vatandaşlığını alarak oralara yerleşmeleri. Bunun için de ABD’nin gerekli ekonomik alt yapıyı ve finansmanı temin etmesi. Başlangıçta da, güvenlik ve düzenin Birleşmiş Milletler mandası altında NATO tarafından sağlanması.
Ekonomik kriz bu proje önündeki en büyük engeldir.
- İkincisi, gerçekleştirmesi daha güç ama ABD için daha ekonomik bir plan. Filistinliler Ürdün’ü kendi ülkeleri olarak kabul edecekler ve buraya toplanacaklar. İsrail’de genişleme projelerini tek edecek. Bunu da kolay kolay İsrail’in kabul etmesini düşünemeyiz. Haşimi Hanedanı‘nın sonu demek olacak bu projeyi taraflara kabul ettirmek çok güç olacaktır.
Konuşulmayan ancak daima hesap edilen, bölgede beş milyon Musevi’ye karşılık dokuz milyon Filistinlinin olduğudur. “Bir kişi – bir oy” ilkesi düşünüldüğü zaman, Filistinlilerle Musevileri aynı ülke çatısı altında toplamanın olanaksızlığı ortaya çıkar. Buna benzer bir olay Güney Afrika’da yaşanmıştı. Ama bu bölgede bir Mandela ile De Clerk bulmak oldukça güç olsa gerek.
2006’da ABD Kongresi tarafından oluşturulan James Baker ve Lee Hamilton komisyonu, Irak’tan, Vietnam’dan çıkışa benzemeyen akıllı bir politika ile çıkmak için, Irak çevresindeki ülkelerle, özellikle Suriye ve İran ile ilişkileri yumuşatmak için çözümler aradı Günah keçisi olarak ilan edilen Savunma Bakanı Donald Rumsfeld , Baker – Hamilton komisyonu üyesi Robert Gates ile değiştirildi. Büyük Orta Doğu Projesi de çok konuşulur olmaktan çıkarıldı.
Strasburg (Kehl)’ta yapılan NATO zirvesinde, 43 yıl evvel ayrılan Fransa geri döndü ve 1999 yılında hazırlanmış olan Stratejik Konsept‘in de yenilenmesi yapıldı.
AB’nin 27 üyesinden 21’i NATO’nun Kuzey Atlantik Antlaşması‘nı kabul etmiştir. Yani, NATO içinde AB üyeleri çoğunluktadır ve sorunların çözülmesi konusunda ABD ile değişik bakışları vardır. Buna rağmen NATO içinde ABD’nin çizgisine uymayan bir karar alınamaz. ABD’nin NATO büyükelçisi olarak atanan Nicholas Burns‘un ilk yaptığı açıklamalardan birisi, ABD ile uyum içinde çalışan NATO genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer‘i kutlamak olmuştu. Daha sonra açıklamalarına devam eden Büyükelçi Burns, NATO ile AB’nin iş bölümünü, “… NATO askeri operasyonu gerçekleştiriyor, AB ise barış’ı sağlıyor…” (bunu statikoyu devam ettirmek olarak anlamak gerek) diye özetlemiş.
Berlin Güvenlik Konferansında, Federal Almanya Savunma Bakanı Peter Struck, “Avrupa güvenliğinin NATO’suz düşünülemeyeceğini, … günümüzde, AB ve NATO’yu birlikte çalışarak kendi öz sınırları dışına taşıyabildiklerini…” söyledi.
NATO üzerine yorum yapan araştırmacılar Soğuk Harp sonrası gelişen durumun 1939 yıllarına veya 1815 Viyana ve 1878 Berlin sözleşmelerinin yapıldığı dönemi hatırlattığına işaret ediyorlar. Uluslararası kurumların başına gelen veya görevleri üstlenen kişilerin ABD’ye yakın AB, ABD ve NATO kadrolarından geldiklerini görüyoruz.
Yeni dönemde, ABD’nin Soft Power stratejisini uygularken, sert hareketleri NATO’ya ve bazen AB’ye yaptıracağı izlenimi edinmemek mümkün değil.
Obama yönetimi, Suriye ve İran’la olan ilişkileri daha gerçekçi bir zemine oturtmaya çalışmakta, George Bush’un ABD için yanlış olan politikalarıyla Rusya’ya itilen İran ve Suriye ile olan ilişkilerini düzeltmeye çalışmaktadır. İran başkanlık seçimlerinden sonra, Obama’nın konuyla ilgi dikkatli yaklaşımı bu eğilimin işaretlerinden bir başkasıdır. Bölgeyi iyi takip eden uzmanlar, ABD ve İran ile Suriye askerleri arasında gizli sürdürülen ilişkilerden söz etmekteler. Bir açıdan, ABD için İran ve Suriye ile çatışma çıkmaz bir yoldur. ABD’nin ne böyle bir niyeti vardır, ne de olanakları izin vermektedir.
İran’ın atom bombası sorununa gelince, İmam Humeyni’nin Atom Bombasını yapımını ve kullanımını “ahlak dışı” ilan eden sözlerinden (fetvası) sonra İran’da Atom Bombası yapabilecek bir güçün olduğunu düşünmek çok güçtür.
Mart 2000 yılında, ABD dışişleri Bakanı Madelaine Albrigt, herkesin bildiği bir şeyi, Eisenhower yönetiminin 1953 yılında İran’da bir rejin değişiklini düzenlediklerini itiraf etti. Obama, Kahire konuşmasında Soğuk Harp süresinde ABD’nin, İran’da demokratik olarak seçilmiş bir hükümetin devrilmesi olayına etkin rolü olduğunu kabul etti. Şimdi, İran’a saldırmak istemeyen ABD’nin İsrail’in tarafından itildiği aynı oyunu mu seyrediyoruz diye soran analizcileri okumamız mümkün. Bütün bunları düşününce, İran halkının ABD’ye niye güvenmediğini anlamak kolaylaşır.
Bu tür oyunların son İran olaylarında da oynandığı söylenmekte. Bütün bunların Obama’nın İran açılımını nasıl etkileyeceğini tahmin etmek çok güç. Açık olan görülen, Obama’nın diğer batı ülkelerine göre, bütün ulusal ve uluslararası zorlamalara rağmen, daha temkinli davrandığı.
ABD’nin Ortadoğu politikalarında büyük bir değişiklik beklememek gerektiğini düşünüyorum. ABD, bir dünya gücüdür ve değişik politikalar takip etse bile, çok doğal olarak, bu durumunu kaybetmek istemeyecektir. Bu pozisyonunu muhafaza edebilmek için de gerekenleri yapacaktır. Irak, Afganistan, Pakistan üçgenindeki hakimiyetini sürdürmek zorundadır. Obamalı veya Obamasız bu politik bir zorunluluktur.
ABD için önemli olan, Rusya’nın daha evvelki yıllarda etkin olduğu Orta Doğu Bölgesi’ne geri dönmeye hazırlanmakta olduğudur. Çin ve Hindistan zaten Orta Doğu’ya yerleşmekteler.
Bu arada İran ile ne yapacağı, ne yapabileceği biraz da İran’a bağlı görünmektedir. Bu bölge politikalarda önemli bir rol oynayacak ülke de Türkiye’idi. Ancak son dönemde Erdoğan Hükümeti’nin ABD’ye olan bağımlılığının çok açık olarak ortaya çıkması Türkiye’ye verilen önemi ciddi oranda azalttı. ABD, Türkiye’yi yanında tutmak zorundadır. Zorunlu olarak Türkiye de ABD’nin yanında olmak zorundadır. ABD’nin bir başka stratejik zorunluluğu da Kuzey Irak’ta ayak basabileceği bir yeri muhafaza edebilmesidir. ABD bu iki coğrafi bölgeden de vazgeçemeyeceği için Türkiye ile Kuzey Irak’ın karmaşık olan ilişkilerinin mutlaka düzelmesi gerekecektir. Kuzey Irak Kürtlerinin bu koşullarda PKK’yı desteklemeye devam etmesi çok güç olacaktır. Bu yeni politika karşısında arkasında Avrupa’nın belli güçlerinden başka destek kalmayan PKK’nın Türkiye ile uzlaşması tek çıkar yol olarak görülmektedir. Kanımca da PKK bu yolda olanakları araştırmakta ve en karlı çıkacağı yolu aramaktadır.
Obama’nın karşısında yatan en zor dosya ekonomi dosyasıdır.
Obama, Wall Street ile uzlaştı. Uzlaşmanın iki nokta üzerinde olduğu söyleniyor ; Para basılmaya devam edilecek ve savaş alanları genişletilecek. ABD parlamentosunda 2010 bütçesini tartışmakta olan değişik komisyonlar Kara Kuvvetleri sayısının 40 000 değil 70 000 kişi arttırılmasını kabul edecekler. Kongre ise Özel Operasyonlar Kumandanlığının – SUCOM bütçesinin arttırılmasını, bu artışın da Özel Operasyonlar Komutanlığı Koordinasyonu ve NATO için kullanılmasını istiyor. Değişik kaynaklar da bu gelişmeyi ABD 2012 yılında yeni savaşlara hazırlanıyor diye de yorumluyorlar.
Para basmak, daha fazla borç altına girmeyi gerektirecektir. Daha fazla borç altına girmek, daha fazla üretmek ve tasarruf etmek gereksinimini getirecektir ki, ABD’nin böyle bir olasılığı olduğu söylenemez. Son döneme parası kağıt haline gelmiş ABD’nin parası kullanılmak istenmeyen para haline gelmektedir. Haziran ayının başında Yaketerinburg‘ta toplanan Şanghay devletleri ile Çin ve Rusya devlet başkanları merkezi para olarak Dolar’ı kullanmaktan vazgeçtiklerini söylediler. Artık Dolar, Asya’da kullanılmakta olan merkezi para olmaktan çıkmakta.
Obama’nın ekonomik reformları da batı basınında eleştirilmekte.
Genelde Obama’ya umut yatırmamızı öneren Türkiye’nin “sol liberaller”i, ABD Başkanı ne önerdi, ne söz verdi, ne yapıyor ve ne yapabilir sorularını araştırma zahmetine katlanmıyorlar. Veya, işleri olmadığını düşünüyorlar.
Reagan yönetimi Hazine Bakanı Yardımcılığı, Wall Street Journal gazetesi yönetici yapmış olan Paul Craig Robert yazdığı bir yazıda Obama’nın her geçen gün biraz daha Dick Cheney‘e benzediğini söylüyor Craig Roberts’in eleştirilerini şöyle özetlemek mümkün ;
- Obama Maliye Bakanı (United States Secretary of the Treasury) Timothy Geithner‘i seçti. Geithner’in adı Buch yönetimi Maliye Bakanı Hank Paulson ile birlikte 700 milyarlık bir harcamaya karışmıştı. Bankalara dağıtılan paralar emeklilerin ve hastalık sigortalarının parasıydı.
- Obama’nın Ulusal Ekonomik Konseyi’ne (National Economic Council) başkan yaptığı Larry Summers‘in seçimi de yüz ağartıcı değildi. Son dönemde yaptığı değişik açıklamalarda, “bir ekonomik krizin gelmekte olduğu konusunda hiçbir fikri olmadığını” söylemişti. Summers’in yardımcısı olarak tayin edilen Diana Farrell‘in adı sahte raporlara karışmıştı.
- Çok geniş bir analizinde de ABD’nin liderlik pozisyonunu yitirdiğini anlatırken, uzun uzun Putin‘in Davos konuşmalarından alıntılar yapmış ;
– Bir yıl evvel ABD temsilcisi, bu toplantıda, “ABD ekonomisinin sağlıklı ve aydınlık bir geleceğe doğru gidiyor” demiş olmasına değinerek, bu gün Wall Street’ın en kalın bankalarının artık mevcut olmadığına işaret etmiş.
– ABD parasına dayalı uluslar arası para sisteminin yürümediğini vurgulamış
– Kendi ekonomik ekibinin, Obama’nın ekibinden daha başarılı olduğunu, ABD’nin krizi önlemek için seçtiği yolun krizi daha derinleştireceğini vurgulamış.
– Gerçek bir değeri kalmamış olan Doların yerine başka bir para biriminin konmasını önermiş.
Obama’nın başından bu yana verdiği, yerine getirilmeyen sözler var ; Örneğin, Bush / Cheney döneminde yapıldığı gibi, gerekli hukuki prosedür yerine getirilmeden telefon dinlemeleri yapılmayacaktı ve yapılırsa da, sadece belli kurumlar tarafından yapılacaktı. Bu uygulama devam ediyor.
Obama, ABD Anayasası’nı ve kanunlarını açıkça ihlal etmiş olan görevlilerin hukuk karşısında sorumlu olmadıklarını kabul etti. Obama’nın Adalet Bakanı Donald Rumsfeld‘in, ihlal ettiği kanun ve anayasa maddeleri karşısında savunmasını yüklendi.
Obama, kamuda yapılan kanunsuzlukları, ihmalleri duyuranları ve devlet içindeki yolsuzlukları senatoya iletenleri koruyan kanunu imzalamayı ret etti.
Bruce Fein, yazısında, “ABD yönetimin işkence yapanlar hakkında, gerekçesi ne olursa olsun, işlem yapılmasını ve bu işkencelerin resimlerinin ve haberlerinin yayınlanmasını önlemekle, kendi seçim kampanyasını finanse eden askeri-mali ve İsrail lobisine hizmet ettiğini, ABD Anayasasını çiğnediğini” söylüyor.
Obama Irak’tan ABD askeri güçlerini çekeceğini söylemişti. Paul Craig Roberts, 50 000 ABD askerinin Irakta kalacağı kararının yanında, sivilleri bombalanmasının, savaşın Afganistan ve Pakistan’a yayılmasının, NATO’nun eski Sovyet topraklarında askeri oyunlar tertiplemesinin verilen sözlerin lafsına ve ruhuna karşı olduğunu söylüyor.
Pek çok analizci, liberal (veya eski) solcu dostlarımızın göklere çıkardıkları, büyük umutlar bağladıkları veya bağlanmasını istedikleri Obama’nın sözlerinin çok şık paketlenmiş olduğunu ancak, içerisinin Dick Cheney‘inkilerden faklı olmadığına vurgu yapıyorlar.
Başkan Obama’nın 04 Haziran 2009‘da Kahire Üniversitesi‘ndeki, bir buçuk saat süren başarılı konuşması çok konuşuldu. Obama bu başarılı konuşmanın, başarılı konuşmacısı (okuyucusu) idi.
Ulusal Güvenlik Konseyi üyesi, “Nationale Endowment for Democrasy” nin yöneticisi ve Başkan Obama’nın Rusya konularında danışmanı olan Michael McFaul ‘un, asıl görevi bu olmamasına rağmen, hazırladığı metinin, Beyaz Saray‘da, 04 Haziran günü, bir buçuk saat süren gizli bir toplantı sonu hazırlandığı söyleniyor. McFaul’un daveti üzerine toplantıya Musevi kökenli ve Siyonist olduğu bilinen Ulusal Güvenlik Konseyi üyesi dört kişi daha katılmış ; Mara Rudman, Daniel Shapiro, Denis McDonughve ve Benjamin Rhodes.
Michael McFaul, toplantıya Ulusal Güvenlik Konseyi dışından başka uzmanlar da çağırmıştı ; İran konularında uzman olan ve halen “Carnegie Endowment for International Peace“te çalışmakta olan Karim Sadjadpour, Mahmud Abbas‘ın eski danışmanı olan ve halen New America Fondation‘da uzman olan Ghaith Al- Omari, Şii hareketleri uzmanı ve Richard Holbrooke‘un danışmanı olan Vali Nasr, Saban Center for Middle East Policy‘den Shiby Telhami. Dışarıdan çağrılan bu uzmanlar, ABD televizyon kanallarında çok görülen konuşmacılardır.
Konuşmayı bu grup hazırladı.
Obama’nın yaptığı konuşmanın bel kemiği “ABD, İslam’ı ve Müslüman ülkeleri hasım olarak görmediği ve taraflar arasında her iki tarafında çıkarına olacak ilişkiler kurulmalı ve geliştirilmelidir” fikri teşkil ediyordu .
- Konuşmanın başında, uzanan bir eli temsil eden uzun bir giriş yer almaktaydı.
- Hislere hitap eden, kendi kişiliği üzerine kurulmuş, gençliğini ve gelişmesini anlatan, hayat hikayesinden alıntıların yapıldığı, kendisinden önceki dönemden ayrıldığını vurgulayan bir bölüm.
Obama, askeri yöntemlerle dize getiremediği ülkelere elini uzatıyordu. Açık olarak ortaya konmayan asıl tema, İslam ülkelerindeki ABD imajını düzeltmeye yönelikti.
- Teröre karşı savaşı öncelikleri arasında sayarken, İslam ile terör arasındaki farkı vurguladı. ABD için yıkılan Komünizmden sonra yeni düşman olarak İslam ilan edilmişti, ABD bundan vazgeçiyordu. Ama Obama, ABD’nin Müslüman ülkeleri niye işgal ettiğini, terörist olmayan pek çok Müslüman’ın niye ABD’ye karşı olduğunu anlatamadı.
- Obama konuşmasında İsrail – Filistin çelişkisine beklenenden çok daha geniş yer verdi. Özgür ve demokratik iki devlet çözümüne vurgu yaptı. Filistinlerin acılarına değinen bölüm, konuşmanın hislere en çok seslenen bölümüydü. Filistinlilere, ABD siyahlarını örnek göstererek, baskılara sabırla katlanmalarını önerdiği bölümde de İsrail propagandasının etkin olduğu, İsrail’e akıllıca yollanmış bir göz kırpmaydı.
Obama’nın, bu sorun çözülmeden Ortadoğu sorunun çözülemeyeceğinin bilincine vardığı belli oluyordu.
- Obama, ABD politikasında yeni bir söylem olarak, her ülkenin sivil atom teknolojisine, atom bombasına sahip olabileceğini, bunun yasaklanamayacağını söyledi. Bu adım pek çok uzman için samimi bir barışçı adım değildi. ABD’nin kendisi, anlaşmalara aykırı olarak, minyatür bir atom bombası için çalışmalarını sürdürdüğü gibi, İran’ın çalışmalarını durdurabilmek için Rusya ve Çin ile diplomatik ilişkilerini sürdürmekteydi. Burada iyi niyetli oldukları vurgulanmaya çalışılıyordu.
- Obama selefi George W. Bush‘un demokrasiyi zorla ihraç etme çalışmalarını eleştirirken halkın demokrasisini öne çıkardı. Ama unuttuğu ABD anayasasının halkın demokrasisini tanımadığı idi. Patriot Act hala geçerliydi. Misafiri ve müttefiki olduğu ülkede 28 yıldır demokrasinin kapıdan bile geçmediğini düşündü mü bilinmez.
- Din özgürlüğünden söz ederken, Eski Dışişleri Bakanlarından Madeleine Albright’in ilk taşlarını döşediği yolda ilerlemekteydi. ABD dini gruplar üzerinde bir kontrol kurmalıydı. ABD, dinlerin hamisi olmalıydı.
Obama Türkiye’nin de örnek gösterildiği, konuşmasının bir bölümde de bazı İslam ülkelerinde kadınlara tanınan hakların ABD’nin de önünde olduğunu, kadınların ülkenin başına geçebildiğini söyledi. Ama her şekliyle desteklediği Mısır ve Suudi Arabitan’a kadın hakları konusunda hiçbir mesaj yollamadı..
- Obama konuşmasının sonunu Ekonomiye ayırmıştı.
Obama ABD’nin hakimiyetinin devam etmesi için yeni bir yolu hayata geçirecek, yetenekli biri olarak başkanlığa getirilmişti ve bu yolda çalışmalarını sürdürmekteydi. Gelişen ve değişen güçler dengesinde Obama’nın neler yapabileceğini şimdiden kestirmek çok güç.
Joseph Nye, Başkan Carter ve Başkan Clinton dönemlerinde Savunma Bakanı Yardımcısı görevini üstlendi. John Kerry‘nin seçilmesi halinde başkanın Ulusal Güvenlik Danışmanı olacağına kesin gözüyle bakılıyordu.
J. Bound to Lead : The Changing Natur of American Power – 1900 Basic Books
– 2007 yılında yapılan başkanlık seçimlerin sonunda patlak veren şiddet hareketleri.
General Brent Scowcroft ; Hava kuvvetleri kumandanlığı yaptı ve Cumhuriyrtci değişik hükümetlerde askeri danışman olarak görev aldı. (Gerald Ford, Richard Nixon ve George H. W. Bush) Pek çok think tanks’la birlikte çalışmaktadır. Mormon tarikatına mensuptur.
yazısında bu grupla ilgili ayrıntı bilgi bulunabilir
– 1902 yılında kuruldu. “Gizli Dernek” olarak kabul edilen kuruluşun sitesinin İngiltere Kraliçesi II. Elizabet’in himayesinde olduğu yazılıyor.
General James L. Jones ; 1999 – 2003 yılları arasında SACEUR / EUCOM ( NATO – Müttefik Askeri Güçler Avrupa Kumandanlığı) kumandanlığı yaptı. 2007 yılında emekli oldu. Obama hükümetinin Ulusal Güvenlik Komisyonu danışmanlığına atandı. İsmi, başkanlık seçimleri sırasında John McCain yakınları arasında geçmişti.
Frédéric De Clerk ; Güney Afrika Başkanı. 1936’da Johaneburg’ta doğdu. Babası senatördü. Hukuk tahsil etti. 1910 yılında kurulan ve kurulmasıyla Aparthayt rejimi uygulanmaya başladı. 1948 yılında resmileşti. De Clerck, başkan olduktan sonra bu rejimi kaldıran politikacıdır.
1912 yılında kurulan ANC (Africans National Congres) partisinin başkanı, 27 yıldır hapiste olan olan Mandela’yı , 1992 yılında serbest bıraktı. 1994 yılında yeni anayasadan sonra, Mandela’ya başkan olma yolunu açtı. 1993 yılında Mandela ile birlikte Nobel Barış ödülünü aldı. Aparthayt rejimi beyazlarla siyahların kesin çizgilerle ayrılmış alanlarda yaşamasını getiriyordu. Siyahlar bu 10 bölgeden dışarı izinsiz çıkamıyorlardı.
All the Shah’s Men ; An American Coup and the Roots of Middle East Terror – Stephen Kinzer & John Wiley -2003
Thierry Meyssan – 12. haziran 2009
İran’da 1953 yılında yaşananları kısaca hatırlayalım ; İngilizler tarafından desteklenen Şah Rıza Pehlevi babasını zorlayarak başa geçmişti. Demokratik olarak gerçekleştirilen seçimleri Ayetullah Abu el- Gassam‘ın desteği ile kazanan Muhammed Musaddık başta petrol kaynakları olmak üzere bir sıra devletleştirmeler gerçekleştirdi. İngiltere, ABD’yi ikna ederek bir darbe hazırladı. “Komünizme kayan” İran’ın kurtarılması için Ajax Operasyonu başlatıldı. Ajax Operasonu, Başkan Roosevelt’in arkeolog ve tarihçi olan torunu Kermit Roosevelt ve Çöl Fırtınası Hareketi‘ni yöneten generalle aynı ismi taşıyan Baba Norman Schwatzkopf tarafından yöneltildi. Operasyonu toplumsal bir ayaklanma izlenimi vermek isteyen CIA yürütmekteydi. Batı basını beslemek için sahneye konan gösteride, ücreti CIA tarafından ödenen 8 000 figüran kullanıldı.
“Amerika İflas Etti” / 16.06.2009 – Bülent Esinoğlu
14 Nisan 1984’Te kurulmuş ve merkezi “Tapma / Florida“da olan United States Special Operations Command (USSOCOM)
Financial Times/Almanya, 18.06.2009 ; The Ekonomist/İngiltere, 18.06.2009 ; Cinco Dias/ İspanya , 18.06.2009) vs.
– “The Death of Americain Leadership” – 03.03.2009
– “Obama est en train de se transformer en un Dick Cheney” – 15.06.2009
“whistleblowers”. Fransızca’da “Alarm veren – Lanceur d’alerte” deyimleri kullanıyorlar. Ayşe Özgün, konuyla dolaylı ilgisi olan bir yazısında “Düdüğü Öttürenler” deyimini kullanmış.
ABD’nin eski Federal Almanya ve birleşmiş Milletler Büyükelçisi, Yugoslavya barış Planının mimarı 22.01.2009’da Obama tarafından ABD’nin Afganistan ve Pakistan sorunu ile ilgilenmekle görevlendirildi.
Uniting and Strengthening America by Providing Appropriate Tools Required to Intercept and Obstruct Terrorism Act (Türkçeye Vatanseverlik Yasası olarak çevrilmiş) ; 11 Eylül saldırısı sonrasında ABD hükümetinin, “Anti Terör Yasası” olarak sunduğu ve 26 Ekim 2001 tarihinde Başkan Bush tarafından imzalanarak yürürlüğe giren yasa. Amerikan vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerine getirdiği kısıtlamalar nedeniyle çok tartışılmıştı.
Bir yanıt yazın