Ilımlı İslam, uyumlu İslam! Erol Manisali

Cumhuriyet Gazetesi

Erol Manisalı’nın 5 ciltlik ‘Hayatım Avrupa’ (Cumhuriyet Kitapları) dizisi sözün konusu. ‘Ortak Pazar’dan Avrupa’ya’, ‘Askeri Darbeden Sivil Darbeye’, ‘Türkiye’nin Askersiz İşgali: Gümrük Birliği’, ‘Avrupa’nın Askerle Kavgası’ ve ‘Avrupa’yla Derin Bağlar’ başlıklarını taşıyan dizide Türkiye-Avrupa (AB) ilişkilerinin yakın tarihini büyüteç altına alıyor Manisalı.

Gamze Akdemir

Cumhuriyet / Kitap – Bunun yanında Türkiye içinde oluşturulmakta bulunan önceki ve yeni dengeleri ve oligarşinin yanar döner kimliğini de sergiliyor. İktisadi, siyasi, askeri ve kültürel faktörlerin nasıl iç içe geçtiklerini ve kullanıldıklarına yakın plan yapıyor. Sermaye çevreleri ve siyasal İslam arasındaki yeni bağların Türkiye’nin iç dengelerinde ve dış (yani yüzde 90 AB ve ABD) ilişkilerinde en önemli belirleyici öğe olmaya başladığını okuyoruz. Ve Türkiye-AB ilişkilerinde kurulan tek yanlı bağların siyasal sermaye ve siyasal İslam için ortak bir ‘kaldıraç işlevi’ gördüğünü… AKP iktidarının kimliğinin tüm ayrıntılarıyla ortaya konulduğu dizide, Manisalı’nın eski öğrencisi Abdullah Gül’ün yanı sıra Tayyip Erdoğan’ın dönüşümü de örnekleriyle sunuluyor. Erol Manisalı ile ‘Hayatım Avrupa’ dizisini konuştuk.

-‘Avrupa’yla Derin Bağlar’ kitabınızda AKP iktidarının ve yönetiminin kendi hesaplarını, AB üzerinden nasıl yürüttüğünü ayrıntılarıyla okuyoruz. Hangi yeni kapıları araladınız?

– AKP üst yönetiminin, Avrupa Birliğini arkasına alarak, Türkiye’de siyasal İslama karşı çıkan odakları ortadan kaldırmak veya zayıflatmak en önemli amaçtı. Bu pencereden baktığımız zaman, ‘AB’nin AKP için sadece bir maşa, bir araç olarak kullanıldığını’ gördüm. Bu durum AB’nin de işine geliyordu, onlar da AKP’ye içerde verdikleri desteğin karşılığında, ‘Türkiye’yi içeri almadan’, her türlü ödünü alabileceklerdi. AKP ile AB arasında böyle bir alış veriş düzeni kuruldu. Vatikan’ın Papa’sı bile AKP’ye yardım etti. 2002-2009 döneminde fiilen yaşananlara baktığımızda, bu alış verişin her iki taraf açısından da başarılı bir biçimde gerçekleştiğini gördük. AB, AKP iktidarından istediği iktisadi, siyasi ve kültürel ödünleri bir bir aldı. Bunu da açık bir biçimde söyledi: AKP iktidarı, bugüne kadar Türkiye’de gördüğümüz en iyi yönetimdir dediler. Bu ifade, AB’nin çıkarları açısından tamamen doğrudur. Türkiye piyasası AB’nin çıkarları doğrultusunda işlemeye başladı. Avrupa tekelleri, ‘sigortacılıktan gıdaya’, her alanda sektörleri ele geçirmeğe başladılar. Siyasal ve kültürel olarak, ‘Türkiye’nin çözüştürülmesine yönelik’ yasalar çıkarıldı, uygulamalar başladı. Bu ‘özgürlük ortamında’, AKP de kendi dinci yapılanması yolunda ilerledi.

Yeni muhafazakârlar ve AKP

– İlerledi ve günümüze gelindi. Şimdi mevcut koşullarda Türkiye içindeki yeni oluşumları ve dış ilişkilerdeki yeni dengeleri de ortaya koyuyorsunuz kitabınızda. Okurlara bir ön rehber olması adına yeni ambalajı nedir bu yeni dengelerin? Teslimiyet sürüyor, ne değişecek?

– Prof. Davutoğlu, Dr. Yalçın Akdoğan gibi AKP danışmanları ve teorisyenleri AKP ile Batı’nın talepleri arasında, ‘ilk defa örtüşmelerin ortaya çıktığını’ vurguluyorlar. AKP’nin Batı Kapitalizmindeki yeni muhafazakârlara iyice yaklaştığını görüyoruz. Yeni muhafazakârların Batı kapitalizmindeki girişimleri Türkiye’de AKP tarafından bir boyutu ile kullanılmaya başlandı. Özellikle devletin küçültülmesi ve serbest piyasa ekonomisinin esas alınmasında büyük bir örtüşme görülüyor. Ancak AB’nin ve AKP’nin niyetleri farklı tabii. Meclis’in ve bürokrasinin AB süreci içinde ‘Batı güdümüne sokulması’ devletin ve Cumhuriyetin ‘alışılmış değerlerinin gevşetilmesi ve silkelenmesi’ anlamına geliyor. AB ve AKP talepleri bu konuda örtüşüyorlar. Bu örtüşme içinde, ‘Türkiye ve Batı’nın karşılıklı çıkarlarının geliştirilmesi ve dengelenmesi’ yoktur. Batı’nın Türkiye’nin ve bölgenin aleyhindeki taleplerinin yerine getirilmesi daha bir esastır. Batı’nın yeni Türkiye politikasında da ABD ve Avrupa birleşmişlerdir. Ve gözlerini daha da karartmışlardır.

Ilımlı islam, uyumlu islam!

– Ortaklaşa ağız ve gömlek değiştiren Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül lokomotifliğinde AKP’nin ABD’ye biatına, yani ‘ilk ve demirbaş örtüşmeye’ dönersek’ Kitabınızı henüz okumayanlara rehber olması adına ne derece bir örtüşmeydi bu, yani sonuçta zeminleri belli bu insanların, İslamcılar’

– Batı kapitalizminin ve emperyalizminin ‘ılımlı İslam’ dediği aslında ‘uyumlu İslam’dır: Batı’nın her dediğine uyan bir İslam… Bir kere önce metazori sonra gönüllüce hemen her şeyleri değişmişti. Antiemperyalist ve anti Amerikan kimlikleri yerine şimdi ‘onunla işbirliği’ yapan bir duruş vardı. Ama İslamcı ve şeriatçı kimlikleri değişmemişti ki, o değişmez. Benim görebildiğim kadarı ile ‘programlı bir değişim süreci’ başlatıldı. Ne kadarı sahte, ne kadarı gerçek; bunu şimdiden tam olarak kestirmek zor olsa da elde bazı net kanıtlar var! Abdullah Gül’e çok dikkat edin! Abdullah Gül’ün 1995 ve 1996 yıllarındaki söylev ve değerlendirmeleri çok tutarlı idi; kendi içinde bütünlüğü vardı. Kapitalizme ve emperyalizme karşı yapılan eleştiriler siyasal ve iktisadi bütünlük görülüyordu. O tarihte, emperyalizmle yüzleşen; ona meydan okuyan; kendi düşüncelerinin arkasında inatla ve inançla duran bir Abdullah Gül var. ‘İslamcı, muhafazakâr, milli öğeleri emperyalizme ve kapitalizme karşı kullanan’ bir yaklaşım söz konusu. 2000’li yıllara geldiğimizde AKP ve Abdullah Gül’ün tutarsız ve emperyalizmle işbirliği yapan bir konumda olduğunu görüyoruz. Yani 28 Şubat Süreci’ne kadar antiemperyalist kimliğini dimdik TBMM kürsüsünde dile getirme cesaretini gösteren Abdullah Gül 180 derece dönmüştür. 1994-1997 dönemindeki Abdullah Gül ile AKP yönetiminin tepesindeki Abdullah Gül siyahla beyaz kadar farklıdır. Bu farklar, AKP iktidarı döneminin, toplumla çatışmasının nedenlerini de anlatıyor.

Dönüşümün böylesi

– Ya Tayyip Erdoğan?

– Abdullah Gül’ün dönüşüm sürecini Tayyip Erdoğan da gösterdi tabii. 2000-2001 yıllarında birdenbire, ‘ben değiştim’ diyerek ortaya çıktı. Televizyon ekranlarında insanlar Tayip Erdoğan’ın 1990’ların başındaki kasetleri ile 2001’deki konuşma kasetlerini karşılaştırdıklarında şaşkına dönüyorlardı. 27 Ağustos 2001’de Cumhuriyet’teki köşemde ‘Kasetteki İki Yüz’ başlıklı bir yazım çıkmıştı. Bu yazıda ‘1990’lı yılların başında ümmetçi ama Sultan Galiyev’i andıran bir Tayyip Erdoğan var; 2001’de ise boynu bükük, Ensesine vur lokmayı azından al misali, süklüm püklüm; mahcup, utangaç bir Tayyip görüyoruz’ demiştim. Evet, Erdoğan da Gül gibi birdenbire değişmişti. Sanki her ikisi de, bilim kurgu filmlerindeki gibi; onların kılığına giren başka insanlar olmuşlardı. Avrupa ve Amerika diyorlar, başka bir şey söylemiyorlardı. Sanki efsunlaşmışlardı. Tayyip Erdoğan’ın, Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ten randevu almak için Paul Wolfowitz’den ricada bulunması nasıl olabilirdi? İnsanın inanası gelmiyordu. Yazıldı, yayımlandı ve itiraz dahi etmediler; olay doğruydu, insanlar şaşkınlık içindeydi. Hale bakın!

– Abdullah Gül ile tanışıklığınız öğrenciniz olduğu yıllara dayanıyor. Hayatım Avrupa dizisinde, Gül ile 1979-1996 döneminde hayatınızın üç noktada kesiştiğini de yazıyorsunuz. Bu kesişmeleri anlatır mısınız?

– Gül ile ilk defa 1979’da Sakarya Üniversitesi’nde karşılaştım. 4-5 aylığına, cuma günleri burada ders vermem için öneri geldi, kabul ettim. Bana geçici bir asistan tahsis edildi. Asistanın adı Abdullah Gül idi. Bana refakat ediyor, işlerimde yardımcı oluyordu. Gül ile daha sonra Ocak 1982’de karşılaştım. Doktora sınavında jürideydim. Benden başka Toker Dereli, Erdoğan Alkin ve Nevzat Yalçıntaş da jürideydiler. Gül, pekiyi derece ile geçti. ‘Türkiye’nin Ortadoğu Ülkeleri ile İktisadi İlişkileri’, tez konusunu oluşturuyordu. Abdullah Gül ile üçüncü karşılaşmamız Temmuz 1996’da oldu. Necmettin Erbakan-Tansu Çiller (Refah Yol) koalisyonunda, Kıbrıs’tan sorumlu devlet bakanı idi. Gümrük Birliği konusunda benim görüşlerimi savunuyordu. Antiemperyalist ve milliyetçi bir çizgideydi. Denktaş’a hayrandı. Benim ricam üzerine, Erbakan’ı 20 Temmuz 1996’da, günübirlik de olsa, ite kaka KKTC’ye getirmeyi başardı.

Radikal mi verelim, ılımlı mı?

– AB olayını daha geniş perdeden çözmenizde Gül’ü tanımanızın nasıl bir etkisi olduğu söylenebilir?

– Şöyle, bu kitabımda iki bölüm ayırdığım Abdullah Gül’ün ‘değişen kimliğinde’, AKP’nin oluşumunu ve ABD ile derin bağlarını gördüm. Onun çizgisini mercek altına alıp izlerseniz, AKP’nin kimliğini, misyonunu ve derin bağlarını yakalarsınız. Bir turnusol kâğıdı gibi her şeyi ortaya çıkarır.

– Batı, sadece ılımlısına değil radikaline de mavi boncuk dağıtıyor’ Kimin ne zaman işlerine yaracağı belli olmaz değil mi?

– Avrasya’nın geleceğinde İslam ülkeleri etkili olacaklar. ‘Radikal İslam’ ve ‘uyumlu İslam’ yapay olarak bu nedenle üretildi, zorla oluşturuldu. Usame bin Ladin Amerika’nın, Kaplan Almanya’nın, Mollalar Fransa’nın ürünleri değiller mi? Kendileri beslediler ve geliştirdiler, her şey belgeleriyle ortada duruyor. Onlar Mustafa Kemal’lere, Musaddık’lara ve Nasır’lara karşıydılar. Bugün de Mustafa Kemal Cumhuriyeti’nin yerine aynı nedenle İslam Cumhuriyeti koymak istiyorlar. ‘Uyumlu İslam’ ile işbirliği içindeler. Yanına da gayri milli sermayeyi ortak etmişler. Onlar bugün de Hugo Chavez’lere, Lula da Silva’lara bunun için karşı duruyorlar. ABD daha tutucu hale geliyor; Avrupa’da tutucu partiler oylarını soğuk savaş sonrasında arttırıyorlar. Batı kapitalizmi kendi içinde yeni Roma İmparatorluğu’nu kurma hazırlığı içinde. Onun için Vatikan’ın Papası Fidel Castro’ya gidip elini öptürüyor. Katolik kimliği sosyalist kimliğinin yanında bir sigorta olarak korunuyor. Ama aynı Papa 2002’de Ermeni Patriği ile birlikte ‘Türkler 1915’1922 arası soykırım yaptı, Hitler Türkleri örnek aldı. İlk soykırımı Türkler yapmıştır’ deklarasyonu yayımlıyor. Ve aynı Papa 30 Kasım 2004’te Fener Patriği’nin daveti üzerine yeni bir ‘ittifak için’ İstanbul’a geliyor. Batı’nın (ve kapitalizmin) ‘Radikal ve ılımlı İslam karşısındaki durumlarını anlayabilmek için’ bütün bu gelişmeleri birlikte değerlendirmek gerekiyor. Ayrı ayrı seyredilen kareler hiçbir anlam taşımaz, en azından Türkiye için… Kurtuluş Savaşımıza Batı’nın verdiği ‘soykırım referansı’ esasında ’emperyalizmin kırımı’ anlamındadır…

Denktaş’a atılan kazık

– Bir Kıbrıs konusunda AKP iktidarının taahhütlerinin arkasında yatan nedenleri de inceliyorsunuz kitabınızda. Yaptığınız özel görüşmelerde en çok neye dikkat çekti, uyardı Denktaş? Neler dönüyordu?

– Abdullah Gül’ün iki farklı Kıbrıs penceresi olmuştur: 1996’ya kadar olan birinci pencerede KKTC’nin sonsuza kadar varlığını ve egemenliğini savunan Denktaşçı bir Gül görürüz. İkinci dönemde ise Mehmet Ali Talat’ı tercih eden, ABD ve AB’nin taleplerine açık bir yaklaşım ve uygulama geçerlidir. Denktaş bu değişim karşısında şaşkındı, bir türlü anlayamıyordu. AKP hükümeti 1 Mayıs 2004’te, uluslararası anlaşmalara aykırı olarak AB’ye tam üye yapılırken Abdullah Gül, Selanik’te kutlamalara katılıyordu. Bir de Denktaş’a atılan büyük bir kazık vardı: Şubat 2004’te Annan Planı’nı pazarlık etmek üzere New York’a gittiğinde Kofi Annan kendisine, ‘Senin edecek bir pazarlığın yok, Ankara Hükümeti planı zaten kabul etti, bana söz verdiler’ diyordu. >Denktaş bu acı gerçeği bana, Haziran 2005’te, ‘eski’ Kanal Türk’teki söyleşimizde, canlı yayında söylüyordu. Bütün bunları kitaba aktardım, insanlar ne olup bittiğini bilmeli.

– Bu gerçeği sansür eden televizyon ve gazeteler sansür ediyor, sizin ise Cumhuriyet’te ‘Davos ve Kıbrıs’ diye bir yazınız yayımlanıyor. Bir Davos tanımınız yer alıyor dizinin beşinci kitabında. Söyleşimizde mutlaka yinelemeli..

– Davos ilginç bir yerdir. Orada en değerli ‘KİT’ler alınır,’ ‘KİT’ler satılır;’ hatta adalar bile alınır satılır. Hatta hatta insanlar bile alınıp satılırlar. Davos, İsviçre dağlarının yüce doruklarında kurulmuş ‘prömiyer bir piyasadır’. Birileri alır birileri verir. Çok kez kimsenin ruhu bile duymaz. Bazen de biri kalkar, derin bir kuyunun içine haykırır: ‘Midas’ın kulakları, Midas’ın kulakları…’ Aynen Denktaş’ın çığlığı gibi…

İlahi Davos

– ‘Hayatım Avrupa’ dizinizde çarpıcı tespitlerden biri de Tayyip Erdoğan’ın Kıbrıs konulu veryansınlarına ilişkin.. Tayyip Erdoğan’ın Kıbrıs konusunda da esip gürlediği dönemler’- Hem de daha 3 Kasım 2002 seçimleri ertesinde henüz milletvekili bile değilken esip gürlüyor, Rauf Denktaş’ı ve Ankara’nın eski Kıbrıs politikasını adeta yerin dibine batırıyor. Erdoğan’ın söyledikleri Brüksel’in, Washington’un ve İstanbul patronlar kulübünün söylediklerinin aynı idi. 40 yıllık Kıbrıs politikamız değişecek; bu iş Denktaş’la olmaz diyordu. Bunlar; Batı’nın ve Türkiye’nin içinde ‘kimi büyük sermaye çevrelerinin’ söyledikleri ile örtüşüyordu. Hayatında Kıbrıs konusunda teknik meselelere girmemiş bir insan şimdi ‘Kıbrıs için Belçika modeli uygulanabilir’ diyordu. – Zamanlama da müthiş!- Tabii ‘Çözümsüzlük çözüm değildir’ sloganını Batı çevreleri gibi tekrarlamaya başladı bir kere. Erdoğan ‘çözümsüzlük de bir çözümdür’ diyenin Denktaş değil de Klerides olduğunun farkında bile değildi. Zamanlama evet. Klerides bu sözü ta 1970’lerin başında söylemişti. AKP üst yönetiminin daha hükümet bile olmadan 3 Kasım 2002 seçimleri biter bitmez bunları söylemesi dikkat çekiciydi. Bütün bu açıklamalar, ‘Washington ve Brüksel gözlüğünün AKP iktidarında egemen olacağını’ ortaya koyuyordu. Anlaşılan sözler verilmiş, şimdi bunun pazarlanması başlatılmaktaydı. Zaten 2003 Davos doruğunda Cüneyt Zapsu, ‘çözüm için gerekenleri ve istenenleri’ BM ilgililerine veriyordu.- Turgut Özal, S. Demirel, Necmettin Erbakan, Tansu Çiller ve Bülent Ecevit ile görüşmelerinizi de okuyoruz Hayatım Avrupa dizisinde. Her biri için özet tespitleriniz nedir?- Turgut Özal ‘sermaye çevrelerinin siyasette mutlak egemenliğini’ benimsemişti ve Türkiye’nin bu bağlamda, ‘Batı kapitalizminin himayesine sokulmasını’, tek çıkış yolu olar görüyordu. Demirel, konjonktüre göre vaziyet alan bir esneklik içindedir. Gerektiği zaman, Batı’dan alamadığını, gidip Sovyetler Birliği’nden çatır çatır alabilmiştir. Erbakan siyasal İslamı, İslam dünyasını esas alan bir anti kapitalisttir. Tansu Çiller, Amerika’ya biraz fazla bağımlı bir piyasacıdır. İdeal bir kapitalisttir. Politikacı olamayacak kadar dürüst ve idealist bir insandır. İçlerinde sisteme karşı çıkabilen iki kişi vardı: Ecevit ve Erbakan, bu nedenle Amerika her ikisini de devirdi.

gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr

Avrupa’ya Derin Bağlar-Hayatım Avrupa 5/ Erol Manisalı/ Cumhuriyet Kitapları/ 316 s.

posted by washington @ 12:42 AM

Saturday, March 21, 2009

“DAVOS ADAMI” Bugra Atsiz

Ankara isimli uzay gemisi kaptanının son Davos toplantısında gösterdiği diplomatik “kahramanlık” rezâleti iki günlük vâveylâdan sonra unutuldu gitti. Yakın gelecekteki seçimlere dönük bu saman alevi parlamasının Türkiyeye ne getirip götürdüğü ileride belli olur. Konumuz da zâten o değil.

“Davos Adamı” tâbiri muhâfazakâr entellektüel Samuel Huntington tarafından ortaya atılan bir yakıştırmadır. Bu tâbir ile Davos Konferansına yâhut da Forumuna katılan özel tip târif edilmek istenmiştir. Huntington’un ifâdesine göre bu katılımcılar, ‘vatanlarına sâdık olma gereği hissetmeyen, millî sınırları şükürler olsun artık ortadan kalkmakta olan birer mânia olarak gören ve millî hükûmetlere de elit tabakanın operasyonlarını kolaylaştırmaktan başka fonsiyonu olmayan eskiye âit birer artık nazarıyla bakan kimselerdir.’ [ Superclass: The Global Power Elite and the World They Are Making. David Rothkopf, 2008, s. 6 ve 275 ].

Bu târifi kime yakıştırırsanız yakıştırın bir gerçek payı olduğu muhakkak. Ben şahsen Davos Forumundan elle tutulur bir sonuç çıktığını hatırlamıyorum. Tabiî yanılıyor olabilirim. Davos, bence dağ havası eşliğinde elit (!) tabakanın yılda bir biraraya geldiği, dostlukların tâzelendiği, yeni dostlukların kazanıldığı ve politik ve ekonomik meselelerin tartışılarak kimsenin uygulamaya gerek görmediği karârların alındığı bir cümbüşten ibâret. Davos 2009 Forumunun sonuçlarını İngilizce bilenler verdiğim linkten okuyabilirler:
Sonuçlar arasında sayılan maddelerden biri de global krizin sebeblerini araştırmak. Gülmemek elde değil. Bu forum hakîkaten bir işe yarasaydı, uzmanlar (!) geçen yılki toplantıda krizin geldiğini tesbit ederler ve gerekli tedbirleri alırlardı. Aksini düşünmek mantığa aykırı olurdu gibi geliyor bana. Ama tabiî her fânî gibi yine yanılıyor olabilirim.

Bir Amerikan târihçisi ve Kennedy ve Johnson’un danışmanlığını yapmış olan aynı isimli ve yine târihçi olan şahsın babası olan Arthur M. Schlesinger, ABDnin kurucuları olan politikacılardan bahs ederken onları ‘korkusuz, yüksek prensip sâhibi, antik ve modern siyâsî düşünceye vâkıf, akıllı ve uygulamacı, denemekten çekinmeyen ve insanın, zekâsını kullanarak durumunu düzeltmeye muktedîr olduğuna kanî idiler” diye târif etmiştir. Bu kâbiliyetin sâdece 2,5 milyon kişi arasından çıktığı göz önünde tutulursa bugün 70 milyonluk nüfûsa sâhib Türkiyeden niçin aynı kalitede adam çıkmadığının araştırılması elzemdir. Sosyologlara iş düşüyor.

Politika değil, politikacı tıkanır diye bir söz vardır. Ankara bunu mu ısbata çalışmakta?

Buğra ATSIZ
25 Şubat 2009,
Kanada

Cumhuriyet Gazetesi - turkiye almanya iliskilerinde yeni donem 2195961

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir