Peygamberimizin hayatını okuyorum bu sıralar… Martin Lings yazmış: “Hazret-i Muhammed’in Hayatı” Kitap ödül de almış. Türkçe’ye de çevrilmiş. Benim elimdeki nüshası İnsan Yayınları tarafından basılan 157. baskısı.
Baştan sona kadar çok güzel kaleme alınmış, bilimsel bir kitap…
Kitapta tabii ki, Peygamber Efendimizin hayatını kısa ve öz şekilde bulabiliyorsunuz.
Ama bunun yanında, kitabı okurken, Peygamber Efendimizin hayatını okurken öyle şeyler hatırlıyorsunuz ki! Öyle çıkarımlar yapmak, karşılaştırmalarda bulunmak, dersler almak fırsatını yaşıyorsunuz ki!
Benim dikkatimi çeken çok hususlar oldu. Unuttuğum pek çok konuyu hatırladım. Ama hele bir tanesi var ki, onu paylaşmak istedim… Hep konuşuyoruz kendi aramızda: Ne olacak bu memleketin hali diye…
Sanki bir şey yapacakmışız gibi oturup bol keseden ahkam kesiyor, abuk subuk laflardan dolayı bazan arkadaşlarımızla kırgınlıklar bile yaşayabiliyoruz.
Eksik ve yanlış bildiğimiz bilgilerden dolayı ya fazla umutlu olup hayal dünyasında geziyor ya da çabuk pes edip ağır hayal kırıklıkları neticesinden büyük travmalar geçirebiliyor, ümitsizliğe kapılıyoruz..
Bir değil, iki değil… Hemen hemen her zaman bu tekrar ediyor…
Aslında bu durumun ilacını alsak bir daha bu sıkıntıyı yaşamayacağız…
Niye devlet daireleri deyince adamın aklına ilk gelen şey büyük bir olumsuzluk ve karamsarlık oluyor?
Niye günümüz manasıyla “memur” deyince şeytanın ve zebanilerin stajyeri çağrışımını beraberinde getiriyor. Hep azap kelimesi arkaplanda olarak zihnimizde canlanıyor?
Niye idareci dediğimizde “beceriksizlik” ve “boş küp” kelimelerini hatırlıyoruz…
Ben bunların cevaplarını, bahsettiğim kitabı okurken kendimce buluverdim..
Şeytanın, zebanilerin, küpün ve beceriksizliğin semtinden uzak kalmak istemişimdir hep… Belki bundandır benim dikkatimin burda yoğunlaşması… Şeytanın dostları için bu hoş bir gerçek olmayabilir.. Ama benim için güzel bir ilaç, doğru bir yol olduğu kesin!
Peygamber efendimizin hastalığı artmıştı. Mescide gidemiyor, namazlarını evde kılıyordu. Kendi yerine de Hazret-i Ebubekir’i bırakmış, Müslümanlara o namaz kılıdırıyordu.
Sefere giden ordunun kumandanı Üsame, konaklama yerinden yeni talimatlar almak için Peygamberimizin yanına bizzat gelir. Bu sırada Peygamberimiz kendini biraz iyi hisseder ve Mescide gider.
Sahabeler Ebubekir’in ardında ihlaslı bir şekilde namaz kılmaktadırlar. Onların takvası Peygamberimizin hoşuna gider. Kendisi de oturarak Ebubekir’in ardısıra namaza durur.
Namaz bittikten sonra ashabla sohbet eder, ordu kumandanı Üsame’ye talimatlar verir.
Sonra sahabelerin yardımıyla evine gider..
Ona eşlik ve yardım edenler arasında Hazret-i Ali ile Hazret-i Abbas da vardır. İçerde fazla kalmaz, dışarı çıkarlar. Ordan geçen adamlar peygamber efendimizin nasıl olduğunu sorarlar ve Hazret-i Ali, “Allah’a hamdolsun, o iyi” der.
Bu soranlar gittikten sonra Hazret-i Abbas Hazret-i Ali’ye der ki:
“Yemin ederim ki kabilemden adamların yüzlerinde gördüğüm gibi Allah’ın Resülünün yüzünde de ölümü fark ettim. Gidelim ve onunla konuşalım… Eğer hüküm bizim üstümüze yüklenecekse, ondan insanların bize iyi davranmalarını söylemesini isteyelim.”
Hazret-i Ali, Peygamber efendimizin son zamanlarını yaşadığını biliyordu. Ondan sonra neler olacağını da tahmin edebiliyordu…
Onun yerine ona halifelik etmek gereğinin farkındaydı. Abbas da bunun için ona, efendimizle gidip konuşmaları gerektiğini söylüyordu. Hem ilk Müslümanlardandı, hem Cennetle müjdelenenlerdendi, hem efendimizin amcasının oğluydu ve ehl-i beyt onunla devam ediyordu.
Hazret-i Ali Hazret-i Abbas’a şöyle cevap veriyor:
“Vallahi sormam. Çünkü hakimiyeti bizden O alırsa, ondan sonra asla kimse onu bize vermez” (İbn-i İshak, Siret-i Resulullah (Peygamberin Hayatı), 1011)
Liyakat ve kabiliyet sahibi insanların isteklerinin, vermek gücünü elinde tutan iktidar sahipleriyle aralarındaki uyumu sağlayan ne güzel bir söz ve davranış….
Buna yine o zamandan güzel bir örnek vardır…
Abdurrahman bin Semüre, sahabedendir. Kureyş kabilesinden olup adı Abdükülâl idi. Mekke’nin fethi sırasında müslüman olunca, Hz. Peygamber ona Abdurrahman adını verdi. Daha sonra Mûte Savaşı’na ve Tebük Gazvesi’ne katıldı.
Hz. Osman devrine kadar hiçbir idârî görev almadı. Irak’ın fethinde bulundu ve bilhassa Horasan cephesinde savaştı. Cemel Vak’ası’ndan sonra Hz. Muâviye’nin yanında yer aldı. Sîstan valiliğine tayin edildi. Birçok şehrin İslâm hâkimiyetine girmesinde önemli hizmetleri oldu. Afganistan’ın başşehri Kâbil’i bir ay kuşattıktan sonra ele geçiren de odur.
Son derece cesur ve mütevâzi bir kumandandı. Peygamber Efendimiz’den on dört hadis rivayet etti. Kendisinden de Abdullah İbni Abbâs, Saîd İbni Müseyyeb, Muhammed İbni Sîrîn ve Hasan-ı Basrî gibi sahâbî ve tâbiîlerin hadis rivayet ettiği Abdurrahman İbni Semüre 50 (670) yılında Basra’da vefat etmiştir.
Rivayet ettikleri hadislerden birisi şudur:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana şöyle buyurdu:
“Abdurrahman İbni Semüre! Kimseden yöneticilik görevi isteme! Zira bu görev sen istemeden verilirse, Allah yardımcın olur. Eğer sen istediğin için verilirse, Allah’dan yardım göremezsin.” (Buhârî, Ahkâm 5, 6)
Eğer biz hal dilimizle doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu yaşayabilirsek Allah’ın yardımına ve rızasına doğru giden yolda olmuş oluruz…
Nefsimizin, arzularımızın ve etrafımızın aldatmacalarına, doğru diye sunulan yanlış hırsların peşine düşersek istediklerimizi elde etsek bile neticesinde mahcubiyet içine düşeriz. Bu çizgiden çıkılacağı muhtemel görüldüğünden eski büyük alimler hep ısrarla şöyle dua etmişlerdir:
“Ahir nefeste iman selameti ver Allahım!”
Bu istikametten saptıktan sonra bir insan, istatistik biliminin rakamlarına göre hayatını düzenler ve o bilimin doğrularını gerçek doğrulara tercih eder… Rakamlar yalan demezlerse de, yalancıların rakamları sıkça kullandıkları bilinen bir hakikattir. İnsanın kendisini başına “yüzde” kelimesini ekleyerek uydurduğu teselli kavramlarıyla tehlikeye attığı bir vakıadır.
Yine Ebû Zer radıyallahu anh şöyle anlatıri:
– Yâ Resûlallah! Beni vali tayin etmez misin? demiştim.
Eliyle omuzuma vurarak şöyle buyurdu:
– “Ebû Zer! Sen zayıf bir adamsın. İstediğin görev ise bir emanettir. Bu emaneti ehil olarak alan ve üzerine düşeni yapanlar müstesna, aslında bu görev kıyamet gününde bir rezillik ve pişmanlıktır.” (Müslim, İmâret 16)
Sıla-i rahim (akraba ziyareti) gibi Peygamberimizin tavsiye ettiği ve yerine getirilmesi en kolay ama neticesi çok büyük olan bir güzel uygulamayı bile erine sıkıla yapanlar veya yerine getirmeyenler, bir makam için o kadar çok ecnebiyi ziyaret ediyorlar ki!
Yalancılarla tamahkarların tez anlaştığı bir dünyada bu tür isteklerin peşine koşanların arzularına uygun karşılık vermek, ne derece İslamidir, ne derece ahlakidir, ne derece doğrudur?
Allah’tan umduğumuz, beklediğimiz ve bildiğimiz şeyleri kullardan umar, kullardan yapmasını bekler ve onlar yaptı diye bilir olduk.
Dilimizi Allahla kabimizi kullarla meşgul etmeye başladık…
Halbuki, “Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, doğrular ve doğrulayanlar şehitler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar!” (Nisa, 69) ayetini hiç hatırlamayız.
İlahi ve evrensel kurallar dışına çıkıp yaptığımız hatalı tercihlerin çok geçmeden mahcubiyetle bize geri dönmelerini bile anlaamaz, bunun sebebini o tercih ettiğimiz “hatalara” yükleriz. Oysa hatanın günahı olmaz. Günahkarın hatası olur!
Netice itibariyle bugüne kadar memuriyetin, isteyenlere verilmesi, uygulamasının mahcubiyetini millet çekmiş oluyor.
Demek ki, “görev istenmez, verilir” sözü esastır.
Nokta kadar menfaate virgül kadar baş eğen fukaraları bilmem ama, “terk”i bile terketmenin müstağniliğindeki birisi kimden ne ister ki!
“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” (Al-i İmran, 173)
Muhammet Safi