Mütevekkil, tevekkül eden demek.
Tevekkül sözlükte, işi başkasına ısmarlamak, olarak tanımlanıyor.
Dini bir tabir olduğu için bu tarifi, sebeblere başvurduktan sonra neticesini Allah’a bırakmak, şeklinde de yapıyorlar.
Dolayısıyla mütevekkil, kendi zayıflığını ve güçsüzlüğünü bilip -hukuki anlamda- başka birisini, dini anlamda ise Allah’ı vekil kabul etmek manasındadır. Fakat hukuki anlam olarak bu kelimenin yerine müvekkil kelimesi kullanılmaktadır. Onun için mütevekkil, Allah’ı vekil eden, gerekli önlemleri aldıktan sonra işi Allah’a ısmarlayan yani tevekkül eden kişi demek oluyor.
Atasözünde de geçtiği üzere basit ifadesiyle, “eşeği sağlam kazığa bağlayıp sonra Allah’a emanet eden” olarak da söylenir durur.
Genellikle tevekkül ve sabır kelimeleri, sıkıntı, zorluk, hastalık gibi büyük olumsuzluklar için ön plana çıkıyorlar… Bu büyük “sınavlara” sabretmek ve neticeyi Allah’a havale etmek olarak da algılanıyor.
Bazı alimler, dünyadaki bütün büyük felaketlerin büyük ve ağır sonuçlarını hissetmeyecek olanların güçlü imana sahip tevekkül eden ve Allah’tan gelene rıza gösterenler olacağını söylüyorlar. Yani Allah’ın gücüne dayanmak ve hikmetine, sebeblerine itimat etmek şeklinde doğru anlamına atıfta yapanlar da vardır.
Tevekkül kelimesi kanaat kelimesiyle birlikte oldukça sık kullanılmaktadır. Hatta bu ikisinin rahmete vesile olduğu da kabul edilmektedir. Sabır ve teslim kelimeleri de eklenerek bu anlam, musibetlere karşı en büyük dayanak olarak öne çıkmaktadır. Hatta bunların neticesinin, “Allah’a tevekkül edene Allah’ın yeteceği” gerçeği olduğu da, çok kabul gören bir cümledir.
Tevekkül kelimesine dua kelimesini ekleyerek, bu ikisinin insanı güzelliğe, hayra, iyiliğe yönelteceğini söyleyenler de vardır. Hatta, tevekkülle bir musibeti karşılamanın, habbeyi kubbe yapanların yaygaralarındaki kubbeyi, habbe kadar görebilme ve onu önemsememe gücünü insanda uyandırdığı bu anlamda anlatılır.
Bütün bunların aslında Allah’ın inayet ve yardımının imdadımıza gelmesini beklemenin bir yolu olduğu açıktır.
Herkes kendince hayatında tevekkül etmiştir veya hala ediyordur da…
Yani aslında herkes bir şekilde mütevekkil olmuştur, tevekkül eden anlamıyla…
Öyle ki, tevekkül etmenin, mütevekkil olmanın rahatlığını yaşamak için bedevadan işleri Allah’a havale ederiz… Gerekçemiz de, “ben yeterli önlemleri aldım” kıvırmasıdır. “Üzerime düşenleri yaptım, sebeplere tevessül ettim, insan olarak gelimden geleni yaptım; bundan sonrası Allah’a kalmış” gibi nefsimize hoş gelen bir rahatlığın içinde buluruz kendimizi…
İşte bir mütevekkilin tevekkül hallerinden bazıları…
Bazan sabrın sonu gelmiyor. Sabrın sonu selamet de, ah bir de nerde son bulduğunu bilsek, ona göre tahammülümüzü ayarlayabilsek… Hep yolun başında, sonuna geldik diye havlu atıyor ve sabırsız oluverip selametten, kurtuluştan nasip alamıyoruz. Ölümden çok, ölümü beklemek zordur demiş eskiler. Demek ki, sabır beklemek, “sürekli” olmak, “ısrarcı” olmak demek… Yanına sabır kelimesini de alıp tevekkül etmek gerekiyor.
Suyun, mermeri aşındıran ısrarında, mutevekkil…
Öyle bir hale geliyorsunuz ki, bir Allah ve bir siz, başbaşa kalabiliyorsunuz… Allah’tan ötesi de yok, başkası da yok durumunu iliklerinize kadar yaşıyorsunuz. Sesinizi kimse duymuyor… Siz de kimseyi işitecek halde değilsiniz zaten.. Gözleriniz görmüyor, gözlere görünemeyecek kadar silikleşiyorsunuz… İşte o an bütün kainatta bir siz ve bir Allah başbaşa kalıyorsunuz… Bütün evren ikinizsiniz… Tek Allah var hissedebildiğiniz ve sizi bilebilecek olan… Ne güzel vekil, ne güzel dost!
Hasbünallahü ve ni’mel vekil, zikrinde mütevekkil…
Hesap kitaba dalarsınız çoğu kez… Ölçüp biçersiniz… Sağdan sayarsınız olmaz, soldan sayarsınız olmaz… Dönme dolap gibi döner durursunuz… Santim ileri gidemezsiniz… Halbuki her şeyi düşünmüşsünüzdür… Her önlemi almışsınızdır. Neden netice elde edemiyorsunuz? İşte o zaman sanki Allah’ı, çalışmamızın sonuçlarını yaratmaya mecbur bıraktığımız hissine kapılıyoruz. Oysa ki kul olan biziz… Neden aynı yerde kaldığımızı irkilerek anlayana kadar bayağı zorlandığımız oluyor…
Namütenahi vidanın sonsuz döngüsünde mütevekkil…
Kendi dükkanımızın, evimizin kapısı önünü temizlemeyi bıraktığımız ve başkalarının işlerine burnumuzu soktuğumuz da oluyor, hayatta. Mesela siyasete karışabiliyoruz. Kendimizi avutan bahaneler buluyoruz. Ve bir gün geliyor ki, bakıyoruz büyük hayallerimiz, yüksek ideallerimiz, nurlu gelecek düşüncelerimiz yaylaların tepesinde “Ak beyaz” sis dumanları arasında görünmez, dahası erişilmez olup kayboluyor… Başımızı iki elimizin arasına alıp vahlanıyoruz..
Bize dere yataklarında karanlık ve soğuk gecelerde mum yakmak kaldı, çaresizliğinde mütevekkil…
Siyasetten kendimizi alamıyoruz… Siyaset dostlarımızı da belirler oldu… Bizim bakkal on numara. Çünkü bize oy verdi! Filanca çok iyi yazar. Çünkü bizim partiyi yazıyor. Yoksa sen hala annenin kullandığı yağı mı kullanıyorsun?!!!.. Bu zamanda bu yağ!
Anavatanımızın o Millî ve Demokratik kara günlerinde yanında olduğu dostlarını, Ak günlerinde görememenin hayfında, mütevekkil…
Hani dünyanın merkezi biziz ya! Yaptım ettim demek yetmiyormuş gibi yaparım ederim de diyoruz… Ben şuyum buyum, öyleyim böyleyim, benim amcam, dayım, eniştem, abim filan diye küçük dağlardan başlıyoruz kendimize parseller ayırmaya… Dağların sahibini unuttuğumuz oluyor…
“Niçin tutamayacağınız sözü veriyorsunuz” ile “insan için ancak çalıştığı vardır” ayetleri arasında, mütevekkil…
Bu durum o kadar ileri gidiyor ki, sosyal bir varlık olmamıza rağmen burnumuzun doğrultusunda, kendi bildiğimiz doğrular (!) istikametinde tek başımıza da kalsak yürürüz delikanlılığına kapılıyoruz ve etrafımızı görmez oluyoruz. O zaman da etrafımız bizi görmüyor. Ama biz farkında olmuyoruz onların bizi görmediğinden…
Arkadaşları tarafından terkedilen bir adamın yenilmeye mahküm olduğunun kaçınılmazında mütevekkil…
İki yakamız bir araya geldiğinde hemen kendi dünyamıza kapılabiliyoruz. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözünün günahı yok, ona sıra bile gelmiyor… “Nazar etme ne olur, çalış senin de olur” gibi “ben kazandım” kibrinde olabiliyoruz… Hazıra konmanın rahatlığında gibi etrafımızdaki güzelliklerin rutin olduğu, sıradan ve olağan şeylerden bulunduğu, süreklilik ve kesintisizlik bakımından hiç bir sorunlarının olmadığı yalancı garantisine kapılıyoruz… Kendimizi beğeniyor, takdir ve teşekkürden uzaklaşıyoruz…
İyilikleri, güzellikleri, mutlulukları ihsanları, başarıları takdir, teşekkür ve tasvip etmenin lüzumunda mütevekkil…
Ecdadımız kesintisiz sürekli savaşlarla ve bunların getirdiği yoksulluk, kıtlık ve sıkıntılarla boğuşarak hayatlarını tamamladılar. Bizim nasibimize düşenler ise demokrasi, muhtıra, ekonomik küresel kriz, darbe, İnönü, Ecevit, Demirel, Erbakan, Çiller, Yılmaz… Ardı arkası kesilmedi… Sağ sol, terör… Başımızı kaldıramadık bir türlü…
“Bu da geçer ya hu!” tecrübesinde mütevekkil…
Hal hatır sormaya başladık. Büyük gelişme! Hangi takımı tuttuğumuzu da sorduk birbirimize… Nerede oturduğumuzu, çoluk çocuk, iş güç… Ufaktan ufaktan konuşacak şeyler bulabiliyorduk… Geçen yaz nerdeydin, bu yaz nereye gideceksin? En son hangi filmin galasına gittin? Hangi kitabı okudun? Medenileşiyorduk mu ne? Bayağı soracak şeyler buluyorduk kendimize. Bu iyi bir şey miydi? Boğazda hangi restoranda yemek yiyorsun?
“Hatırlamıyorum” cevabını utanmadan, yüzleri kızarmadan verirler diye, etrafındaki sözde müslümanlara, “En son ne zaman Kuran okudun?” diye soramamanın utancında mütevekkil…
Reklam ve reytingin değerlerimizi alt üst ettiği bir zamanda iyi kötü, doğru yanlış birbirine karışıyor… Hangisini tercih edeceğimizi bilemediğimiz zamanlar oluyor… Tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan çıktı kısır döngüsünde aklımız sıkışıp kalıyor.
Çok bilenle çok iyi bilinenin aynı olmadığının farkında mütevekkil…
Yönlendirilmenin zirve yaptığı, güdümlü hayatın moda olduğu, sansasyonelliğin vazgeçilmezleştiği, “köpek insanı ısırırsa haber olmaz ama insan köpeği ısırırsa, bu bir haberdir” mantığının hüküm sürdüğü bir zamanda yaşamak zorundayız.
Bunca “domuzdan” nokta kadar rahatsız olmayanların “domuz gribine” olan tepkilerinin şaşkınlığında mütevekkil…
Şükür, nimeti üzerine çeker inancıyla her daim Allah’a şükür içinde bulunmanın sonsuz mutluluğu ve beklentisiyle hayatımızı mütevazı şekilde sürdürmek istiyoruz. Bu teşekkürümüz, şükrümüz, “Yaradılanı hoş gör Yaradandan ötürü” felsefesinde kendini bulduğu üzere etrafımızdakileri ve üzerimizdekileri müsamahamızın sınırları içine alabiliyor.
Allah’a olan şükrümüzü, güya kendilerine imiş gibi, bir memnuniyetin teşekkürü olarak üzerlerine alan sorumlu ve görevli olanların bilincinde, mütevekkil…
Bir zamanlar ihtiyaç maddeleri karneye bağlanmıştı. Karnede size tayin edilen miktardan fazlasını alamazdınız. Kaldı ki, bulamazdınız bile o takdir edilen küçük miktarı. Kafa kağıdı gibi herkesin elinde bir de karnesi vardı. Tarih oldu bu karneler. Şimdilerde ise bir karne yerine pek çok fatura elde dolaşıyor. Millet elde faturalar ortalıkta dolanıp duruyor çaresizce…
Adı değişse de, tarihin tekerrüründe, mütevekkil..
Diplomasi ile devletleri, nezaketle insanları birbirine yaklaştırmak moda oldu. İyi komşulukla ülkeler, diyalogla insanlar bir arada tutulmak isteniyor… Bir gürültüdür kopuyor.. Gözümüzü dışarı çevirdik. İçerdekileri, yanımızdakileri, etrafımızdakileri unuttuk gittik… Düşmandan dost, domuz derisinden post olmaz derdi bizden öncekiler…
Hasmına nazik dostuna uzak olanların farkında mütevekkil…
Yaratanı unutup kuldan medet umar olduk. Canımızı doktora, malımızı büyük bankaya, huzurumuzu sitenin güvenlik sistemine emanet ettik… Ekonomik güç, ahlaki güçten önemli olmaya başladı. Kuvvet hakkın önüne geçti. Haklı olmak yetmiyor, kuvvetli olacaksın diye de yavaş yavaş kendi mukaddeslerimizi testere ile traşlamaya başladık… O topluluk senin, bu stratejiklik benim, şu birlik fena değil, burda bir tane park var alsak mı acaba? Ceddin deden neslin baban!
“Allah’ın eli (gücü) onların elinin (gücünün) üstündedir” imanında mütevekkil…
Bir hevestir gidiyor… Elimiz uzadı sanıyoruz. Yetişebildiğimiz her şeyin peşine koşuyoruz. Hayata geliş gayemizi ihmal ediyor hatta unutuyoruz. Kurtuluşu mahlukat arasında arıyoruz. Sanki yaratılışımızın gayesi, genel anlamındaki örnekte olduğu gibi, Avrupa Birliğine girmek, Amerika’da tahsil etmek, İngiltere’de staj yapmak… Fert olarak da toplum olarak da, devlet olarak da Allah’tan başka ne varsa peşinde koşup duruyoruz, ha babam, de babam!
“Allah bes bâkî heves” makamında mutevekkil…
Bazan elimiz ayağımız tutmaz oluyor. Hani akıl tutulması yaşadığımız da melül melül bakarız ya! Hani boş çuval gibi oldum derler ya, gribe tutulmuş paçavraya döndüm gibilerinden. O zaman yapacak bir şeyiniz yoktur.
Sadece mütevekkil…
Çalışmışsınızdır. Çabalamışsınızdır. Yorulmuşsunuzdur. Oturup istirahat ediyorsunuz. Yapacak bir şeyiniz kalmamıştır. Sırtınızı yaslamış, başınızı yukarı kaldırıp bakıyorsunuz… Bir elinizde kepiniz, diğeriyle alnınızın terini siliyorsunuz… Her işte böyle değil mi? Merak bile etmiyorsunuz. İş bitti ya… İşi bitirmek onun sonucu gibi geliyor size… İşte o an siz alabildiğince samimiyet ve içtenlik içindesiniz demektir.
Halisane mütevekkil…
Dışardan baktıklarında veya siz kendi kendinize bir nefis muhasebesi yaptığınızda kul olarak üstünüze düşeni yapmış, gerisini Allah’a havale etmiş gibi görünebiliyorsunuz. Belki de öyledir!
İnşallah mütevekkil…
Hakikaten tevekkül ediyorsunuz. Yani yapılması gerekenleri yaptınız, sebepler noktasında hiç bir eksiğiniz yok, eşeği sağlam kazığa bağladınız… Bazan bunu yaşadığımız da oluyor… Artık kul adına yapacak bir şey yok… Doktor diyor ki, “Tıbben yapılacak bir şey kalmadı ama Allah’tan ümit kesilmez!”
Mecburen mütevekkil!
Nefes aldığımız sürece hayat devam ediyor ve öyle de edecek… İstesek de istemesek de hayatın temposu, ritmi, atmosferi belli şeyleri yapmaya zorluyor bizi… Öyle ki, desinler diye çalışıyor bile gözükebiliyoruz…
Her daim mütevekkil…
Başka seçeneğimiz olmadığını bir iki tecrübe yaşadıktan sonra da olsa anlıyoruz.
İlla ki mütevekkil…
Bazan punduna getiriyor bizi felek, boşverip gidiyoruz… Amaaan sen de, dediğimiz çok olmuştur, “İnceldiği yerden kopsun” gibi kestirip attığımız da. Aslında çaresiz ve ne yapacağımızı bilemez olmuşuz da haberimiz yok. Belki de zaten öyleyiz ya!
Olsa da olur olmasa da olur mütevekkil…
Bu durum bir kaç kez yaşanmış olabiliyor kısacık hayatımızda. Bazan alışkanlık haline geliyor. Önce ülfet ediyoruz sonra normalleşiyor kendi dünyamızda. Sebepler, çalışmak, tedbir almak neymiş, unutuyoruz bile…
Tembel mütevekkil…
Tembellik kötü bir şey… Yaptığımızın doğru olduğunu, aslında kendimizin tevekkül ettiğini, neden neticenin bir türlü gelmediğini sorgulamaya başlıyoruz. Şikâyet etmek en kaçamak yol oluyor o zaman… Her şeyden şikayetçi oluyoruz, kendimiz hariç!
Müşteki mütevekkil…
Tevekkül ettikten sonra neticenin yaratılmasını veya yaratılmamasını Allah’a havale etmek varken, sebepleri güya yerine getirdim diye bir an önce sonucu görmek isteriz… Mevsiminden önce aş eren hamileler gibi tez canlı oluruz…
Aceleci mütevekkil…
Allah kulunu dilediği gibi sınar yerine, haşa, kalkar da Allah’ı sınarcasına neden bu kadar sürdü, niye sonu gelmedi demeye varırız… Hatta neden beni buldu bu dert diye de için için yeriz kendimizi!
Sabırsız mütevekkil…
Ayet ve hadislerde geçer, tedbirini al diye… Bütün insanlık tarihinde de örnekleri vardır. Tedbirini alan rahat eder diye… Hatta kendi hayatımızda da pek çok kez bizzat yaşamışızdır, önlemini almadığımız şeyin kusurlusu kendimiziz diye… Hep başkasından beklemeye o kadar hazırlandırıldık ki! Ya başkaları kazanıp bize verecek, ya yarın bir şey olacak, güneş doğarken yanında bizim beklediklerimizi de getirecek. Ne kaldı ki nisan yağmurlarına, onlarla beraber kimse görmeden beklediğimiz şeyler önümüze düşer, gökten… Hayal aleminde, umut aleminde, bedevacılık rahatlığında kaybolduk gittik.
Tedbirsiz mütevekkil…
Şu kibir ve gurur olmasa ne güzel olurdu! Hem tevekkül edip kuralına göre neticesini Allah’tan bekleyeceğiz diyoruz, ne önemi var, olmasa da olur, benim ihtiyacım yok samimiyetsizliğinde ve uzaklığında bulunuyoruz. Tevekkül kul ile Allah arasındakileri ortadan kaldıran bir şeydir. Ama şu kibir ve gurur yok mu? Bekletip duruyor, nasibimizi, kısmetimizi, velhasıl hakkımızda hayırlı olan her şeyi…
Müstağni mütevekkil…
Tövbe etmek tavsiye edilen ahlaki ve merhametli bir avantajdır. Her ne kadar beceremediğimiz olduğu zamanlar çok ise de, usulüne uyduramadıysak da, şartlarını yerine getiremediysek de, kendi isteğimizle isteyerek veya başka çaremiz ve alternatifimiz olmadığından mecburen tevekkül etsek de bir şekilde ama hep işi Allah’a havale etmeyi becerebilen bir milletiz!
İnadına mütevekkil…
Bazan yaptıklarımız ağır gelir bize… İçimize sinmez bir türlü… Namaz kılarız, yat kalk yat kalk… Oruç tutarız bir iki… otuz… İyilik ederiz, ede ede bitmez. Hayır yaparız ömrümüzde bir defa da olsa, bir türlü arkası gelmez… Ama biliriz ki, içimize sinmese de yaptığımız iyilikler, güzellikler bizim için hal olmaya, davranış olmaya hatta kimlik olmaya başlamışlardır. Başta ağır gelse de zamanla o süreklilik bizdeki katılığı, inadı, tembelliği ortadan kaldırır… Dolayısıyla amellerin az ve sürekliliğindeki hikmet ve tavsiye tevekkülde de geçerlidir.
Hac yolundaki karıncanın adımlarında, mütevekkil…
Her zaman ve her daim her işimizde “inşallah” demeyi öğrenmişiz. Örfümüz, dinimiz, kültürümüz bunu o denli içimize yerleştirmiş ki, çoğu kez deyip demediğimizi bile bilmiyor, hatırlamıyoruz. İnşallah demek, Allah isterse demek… Bütün şart şurt, tedbir, önlem, sebepler kısacası kulun üzerine düşen her bir şey yerine getirildi, hadi şimdi tevekkül edelim de Allah birazdan neticesini yaratsın, diye beklemek bir müslümanın işi olamaz. Madem işimizi Allah’a havale ediyoruz, o halde O’nun işine karışmamak lazım.
Allah’ın dediği olur, neticesinde mütevekkil…
Gitmek istediğimiz yere gidemediğimiz olur çoğu kez… Yapmak istediğimiz şeyi yapmak nasip olmaz genelde… Elde etmek istediklerimiz hayallerimizde kalır hep… Ama hepsi öyle ya da böyle hayatımızda yerlerini almışlardır. Hayalimizde de olsa birazcık bizim olmuşlardır…
Rahman’ın merhametinde mütevekkil…
Muhammet Safi
Bir yanıt yazın