Yahudiler’in babil sürgünü sonrası eski dünya’ya yayılmaları sürecinde, en büyük Yahudi diaspora topluluğu İspanya topraklarında oluşmuştur. İber Yarımadası’nın Yahudiler’in ikinci büyük vatanı olmasının nedeni, ortaçağ boyunca Museviler ile Müslümanlar arasında sembiotik (karşılıklı bağımlılığa dayanan) bir ilişkinin kurulma zorunluluğudur. Açıkçası, bu iki toplum birbirine muhtaç olduğu için birarada yaşamış, koşullar değiştiğinde ortaklık bozulmuştur.
İslamiyet, ortaya çıkışından itibaren çok hızlı bir ilerlemeyle Ortadoğu’nun tamamını ve Akdeniz’in güney kesiminin tümünü ele geçirdikten sonra, 711 yılında Vizigotlar’ın elindeki İspanya’yı fethetmiştir. Bu ülkede Roma zamanından beri varlığını sürdürmekte olan geniş çaplı Yahudi topluluklarıyla iyi ilişkiler kuran İspanya Müslümanları, Avrupa ve Ortadoğu’dan gelen Yahudiler’e de kapılarını açık tutmuşlardır.
Bu durumun iki temel nedeni vardır. Çok hızlı ilerleyen Müslümanlar, iyi asker, ama kötü tüccardırlar. Üstelik savaş halinde oldukları Hıristiyanlar ile doğrudan ticari ilişki kuramadıklarından, bu cinsten temasları Yahudiler aracılığıyla sürdürmektedirler. Öte yandan Müslümanlar sınai üretim konusunda da Yahudi tecrübe ve becerisine bağımlıdırlar. Ve antik kültüre büyük ilgi duyan Endülüs Arapları, ne Yunanca ne de Latince bildikleri için, antik eserlerin Arapça’ya ve Arapça eserlerin Batı dillerine aktarılması için Yahudiler’e ihtiyaç duymaktadırlar. Bu arada, İslam hukukunun gayrimüslimleri ikincil statüde tutarak devlet ve askerlik işlerinden dışlaması, faiz yasağı gibi nedenlerle Yahudiler ticaret, sanayi, tıp, felsefe gibi alanlarda çok öne çıkarak vazgeçilmez hale gelmişlerdir.
Ancak kuzeydeki Hıristiyan prensliklerinin topraklarını Müslümanlar’dan geri almaya başlamaları sürecinde Yahudiler giderek istenmez oldular. Örneğin 1085’te Sevilla kaybedilince, kentin emiri ilk iş olarak Yahudileri kovmuştur. Ama asıl kopuş, 1096 Granada (Kırnata) Yahudi katliamıdır. Yahudiler bunun üzerine kendilerine ihtiyaç duyan Hıristiyan İspanya’ya göç etmişlerdir.
Fakat Hıristiyanlar da Yahudiler’e ihtiyaçlarının azaldığı 1300’lerden itibaren resmi takibat ve katliamlara girişmişlerdir. Nihayet 1492’de İspanya’daki son İslam kalesi Granada düşüp hiçbir Müslüman gücü kalmayınca, artık etnik ve dinsel açıdan özdeş bir ulus kurmaya kararlı İspanyol yönetimi, Yahudi ve Müslümanlar’ı ya din değiştirmeye ya da ülkeyi terke zorlamıştır.
Bu kararname çıktığında İspanya nüfusunun beşte biri Yahudi’ydi. Bunların çoğu din değiştirdi (conversos, marranos). Din değiştirmeyip göç eden yaklaşık 200 bin Musevi’den 90 bini çağrıldıkları Osmanlı ülkesine geldi ve özellikle Selanik, İzmir, İstanbul ve Safed’e yerleşti.
Bu arada 1492’de Endülüs İslam devletinin sona ermesiyle yüz binlerce Müslüman ortada kaldı. 1502’de bunların zorla din değiştirmelerine karar verildi. Önemli bir kısmı din değiştirdi (Moriscos), geri kalanı da Kuzey Afrika ve Avrupa’ya gitti. Burada dikkat çekici nokta, Osmanlı bu dindaşlarına hiç ilgi göstermedi, onları çağırmadı. Çok küçük bir kısmı İstanbul’a gelip Galata’daki Arap Camii civarına yerleşti.
İspanya, 1609’da Hıristiyan olmalarına rağmen 300 bin Morisco’yu sınır dışı etti. Osmanlı gene parmağını bile kıpırdatmadı. Moriscolar’ın 150 bini Fransa’ya gitti (bu ülke o sıralar emek açlığı çekiyordu). Çok azı İstanbul’a gelip, Arap Camii civarındaki hemşehrilerinin yanına yerleşti.
Hiçbir işine yaramadığı için dindaşlarına ilgi göstermeyen Osmanlı’nın en büyük derdi, her zaman bir şehri yegâne olmasına çalıştığı İstanbul’un iaşesi ve refahıydı. Ama Osmanlı’nın ticarete ilgisi yoktu. Rumlar’a ve Ermeniler’e de güvenilmemekteydi. Bu durumda vatansız kalan İspanyol Yahudileri (Sefarad) can simidi oldu. Bu konuda Selanik Yahudi topluluğunun öyküsü aydınlatıcıdır. 1492’den sonra, Yahudiler uzun bir süre için Selanik nüfusunun en kalabalık unsuru olmuşlardır ve bu, diaspora tarihinde tek örnektir.
Çünkü Yahudiler, bir yün ülkesi olan İspanya’dan, Osmanlı’nın sahip olmadığı iplik ve kumaş yapma teknikleriyle o ünlü mavi boyalarını getirmişlerdir. İstanbul’un, özellikle sarayın yünlü dokuma ihtiyacını Yahudiler sağlamaktaydı, Yeniçeriler’in o çok ünlü mavi çuhaları Selanik’te dokunmaktaydı. Ve Yahudiler, özellikle uluslararası ticaret, tıp ile diplomasi alanlarında Osmanlı’nın vazgeçilmezleriydi.
Amerikan gümüşünün bollaşmasının yarattığı enflasyon Osmanlı’ya ulaşınca en başta Yahudiler’i zora sokmuştur, çünkü Osmanlı’da fiyatlar devlet tarafından belirlendiği için, enflasyona rağmen fiyatlar aynı kalınca Yahudi kumaşçılar çökmüşler, İstanbul’un ihtiyacını sağlayamaz hale gelmişler ve artık istenmeyen adamlar olmaya başlamışlardı. 1600’lerden sonra Osmanlı ülkesinin her yerinde Yahudiler taciz edilmekte, Safed’de olduğu gibi toplu kıyıma uğramakta ve “çıfıt” adıyla aşağılanmaktaydılar. Müslümanlar ile aynı kıyafetleri giymeleri, ata binmeleri yasaktı.
Ve bir örnek daha; III. Murad’ın hasekisi Safiye Sultan, Eminönü’nde Yeni Cami’nin inşaatına girişir. Burası İstanbul ticaretinin merkezi ve en yoğun Yahudi mahallesidir. Yahudiler İstanbul’un çeşitli yerlerine sürülür, malları müsadere edilir. Çünkü Safiye Sultan Venedik asıllıdır (Sofia Baffo) ve ticarette Yahudi etkisini kırıp Venediklileri tekrar öne çıkartmak istemektedir.
Kısacası “Biz sizin atalarınıza kucak açmıştık” söyleminin hiçbir geçerliliği yoktur. Tarihte, Yahudiler işe yaradıkları sürece rahat bırakılırlar, yararları azalınca kovulurlar. Bu, Osmanlı’da da böyle oldu. Ve atalarımızın kim olduğu sorunsalına ilişkin küçük bir not: I. Süleyman, II. Selim, III. Murad, II. Ahmed, Abdülmecit gibi beş Osmanlı padişahının annesi Yahudi’dir.
1492’de İspanya’dan kovulan Yahudiler’in büyücek bir bölümünün Osmanlı ülkesine kabulü, insani nedenlere bağlı değildir. Eğer öyle olsaydı, İspanya Müslümanları kurda kuşa yem edilmezlerdi.
Kaynak : Newsweek Türkiye