CHP GENEL BAŞKANI DENİZ BAYKAL’IN; 28.04.2009 TARİHİNDE
GRUP GENEL KURUL TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA
Değerli arkadaşlarım, Obama 24 Nisanda bir konuşma yaptı. Bu konuşma etrafında büyük bir siyasi telaş yaratılan bir sürecin sonucunda ortaya çıktı ve bu konuşmasında Sayın Amerikan Cumhurbaşkanı, Ermenistan’ın 1915 olaylarıyla ilgili yorumunu birebir, Ermenistan’ın ve Ermeni diyasporasının bu konudaki yorumunu tamamen aynen benimsediğini, sahiplendiğini ortaya koyan bir anlayışla yapılmıştır. Yani Ermenistan’ın 1915 konusundaki yorumu birebir Amerikan Cumhurbaşkanı tarafından sahiplenilmiştir. Yorum sahiplenilmiştir, terminoloji sahiplenilmiştir. Bu konuda Ermenistan’ın ve diyasporanın, 1915 yılından itibaren, olayların hemen arkasından itibaren kullandıkları niteleme, kullandıkları deyim, nitelemek için kullandıkları ifade, ibare aynen Sayın Obama tarafından benimsenmiş ve iki kere tekrar edilmiştir. Yine bu açıklamada, 1915 olaylarının öteki boyutu görmemezlikten gelinmiştir. 1915 olaylarında Doğu Anadolu’da, Güneydoğu Anadolu’da yaşayan çok önemli sayıda Müslüman’ın, Türk kökenli, Kürt kökenli insanların haksız yere öldürüldüğü ve bunun çok ağır bir tablo oluşturduğu gözden kaçırılmış, bir denge kurma ihtiyacı yok sayılmıştır ve Müslümanların, Türklerin bir kenara itilmiş, Ermeni tezi, Ermeni ifade tarzı, terminolojisi aynen benimsenmiştir. Rakam verilmiştir, “1,5 milyon” denilmiştir. Resmî verilerin kesinlikle kabul etmediği bir tablodur. Amerikan Cumhurbaşkanı “1,5 milyon” diye rakam vermiştir, yani çok ciddi bir olay bu. Nereden çıktı bu 1,5 milyon? Yani, diyasporanın, Ermeni propagandistlerinin terminolojisi Amerikan Cumhurbaşkanına gönderebilir mi? Daha bir soğukkanlı, daha bir gerçekçi, daha bir dengeli olaya bakma ihtiyacı yok mu? “1,5 milyon kişi” denilmiştir. Tabii bu çok büyük bir haksızlıktır, çok büyük bir yanlıştır. Başka yanlışları da var, ona da değineceğim birazdan. Tabii bizi asıl ilgilendiren Başbakanın bu değerlendirmeden hemen sonra yaptığı ilk açıklamada bu değerlendirmeyi dengeli bulduğunu söylemiş olmasıdır. Sayın Başbakan, bu açıklamanın dengeli olduğunu ifade etmiştir. Sayın Obama, aslında soykırım görüşünü ifade etmiştir. “Bu konuda görüşüm değişmemiştir” demiştir. Seçim kampanyasında beş kez “soykırım” sözünü kullanmıştır. O görüşü sahiplenmeye devam ettiğini söylemiş, Ermenice bu konuda kullanılan standart ifadeyi kabul etmiş “1,5 milyon” demiş, Ermenilerden başka can kaybı söz konusu değilmiş gibi bir değerlendirme yapmıştır. Bunu da ne zaman yapmıştır? Türkiye ziyaretinden hemen sonra yapmıştır. Türkiye’de büyük bir sevgiyle, ilgiyle, dostlukla karşılandıktan, Türkiye’yi anlayacağı umudunu verdikten sonra bu açıklamayı yapmıştır. Türkiye Cumhurbaşkanı ile ve Türkiye Başbakanı ile kapsamlı, uzun görüşmeler yaptıktan sonra bu açıklamayı yapmıştır. Yani doğrusu ben çok merak ediyorum, Türkiye Cumhurbaşkanı ve Başbakanı Sayın Obama ile görüşmelerinde bu konuyla ilgili gerçekleri anlatmadılar mı? Bu konunun Türkiye tarafından nasıl görüldüğünü dayanaklarıyla kapsamlı bir şekilde ortaya koymadılar mı? Üstelik bunu Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkilere büyük önem verdiğini ve bu ilişkileri geliştirme niyetinde olduğunu Amerikan Cumhurbaşkanı söyledikten sonra bu açıklama yapılmıştır, yani böyle bir açıklamanın Türkiye-Amerika ilişkilerine zarar verebileceği gibi bir kaygıyı, bir tespiti Amerikan Cumhurbaşkanın yapmadığı anlaşılmaktadır. Yani böyle bir değerlendirmenin Türkiye tarafından rahatlıkla hazmedileceği, kolaylıkla kabul edileceği gibi bir düşünce içinde bu değerlendirmeyi yaptığı anlaşılmaktadır.
Değerli arkadaşlarım, bakınız Amerikan Cumhurbaşkanına Sayın Cumhurbaşkanımız ve Başbakan kapsamlı bir şekilde bu konudaki yanlışlıkları anlatacak zamanı bulmadılarsa bile, kendilerine yapabilecekleri bazı şeyler var, onları hatırlatmak isterim. Mesela bir süre önce Cumhuriyet Halk Partisinin buraya çağırıp konferanslar verdirdiği çok önemli bir Amerikalı profesör var, Jastın McCarth’i, Jastın McCarth’ın kitaplarını verebilirlerdi. Bak, siz bu kadar rahat konuşuyorsunuz bu konuda. Bu, bu alanda uzman bir profesör. Jastın McCarth’ı diyor ki diye onun kitaplarını Obama’ya verebilirlerdi. Eğer bunu anlatma imkânını bulamadılarsa Sayın Elekdağ’ın Washington’da büyükelçi olduğu sırada 74 Amerikalı profesörün bir araya gelerek “1915 olayları bir soykırımı değildir” diye imzalayarak Amerikan gazetelerinde yayınladıkları bildirinin metnini verebilirlerdi, bakın bir de böyle bir görüş var diye. Bu görüş kimin görüşü? Amerikalı tarihçilerin görüşü, bilim adamlarının görüşü. Amerika’nın en önde gelen, en saygıdeğer 74 tarihçisi bir araya geldiler ve “bu olaylar soykırım” değildir dediler.
Değerli arkadaşlarım, Sayın Obama’nın bu gerçeği kendi Amerikalı bilim adamlarının nasıl gördüğünü öğrenme fırsatına sahip kılınabilmeli idi. Düşünün, bunu yapan insanlar, daha sonra hangi baskılara maruz kalmışlardır, hangi tehditlere maruz kalmışlardır ve o görüşlerini tekrar ifade etmek imkânını bir kısmı bir daha bulamaz, o konularda düşünce söyleyemez hâle nasıl getirilmiştir, niçin getirilmiştir? Bu baskılar gerçeği ortaya çıkarma konusundaki iyi niyetli, tarafsız duygulardan kaynaklanan baskılar mıdır? Ne var bunun altında? Bunların sorgulanması gerekmiyor muydu? Bütün bunlar bir kenara bırakılmıştır. Yine aynı şekilde her yıl Avam Kamerasında, İngiltere’de İngiliz bakanların her yıl “1915 olayları bir soykırım” değildir diye yaptıkları açıklamaları Sayın Obama’nın önüne koymak gerekirdi, bak bunlar da böyle diyor diye.
Değerli arkadaşlarım, bütün bunlar yetmiyorsa herhâlde Sayın Obama’ya “1948 tarihli Birleşmiş Milletlerin Soykırımla, Soykırımın Önlenmesi ve Soykırımla Mücadele Sözleşmesi”nin metni verilebilirdi.
Değerli arkadaşlarım, bir ülkeyi soykırımla suçlamak çok ağır bir itham ortaya koymaktır, çok ağır bir iddia ortaya koymaktır ve hiç kimse, yetkili bir mahkeme kararı olmadan kimseyi suçlu ilan etmek hakkına sahip değildir. Eğer yetkili bir mahkeme kararı olmadan muhatabınızı, ister kişi olsun ister bir devlet olsun yetkili bir hukuki karar olmadan siz, bir ağır insanlık suçuyla itham ediyorsanız yargısız infaz yapıyorsunuz demektir. Siz, masumiyet ilkesini ihlal ediyorsunuz demektir. Siz, peşin fikirle, siyaseten hukuki bir yargıda bulunuyorsunuz, hüküm veriyorsunuz demektir. Her ciddi siyasetçinin ve özellikle hukuk eğitimi almış, hukuk bilincine sahip her siyasetçinin bu konuda belli bir duyarlılık ve dikkat içinde bulunmasına ihtiyaç vardır.
Değerli arkadaşlarım, insanlık, 1948 yılında bu soykırım tartışmaları karşısında Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda oybirliğiyle bir sözleşmeyi kabul ederek bu tartışmalar karşısında ne yapılması gerektiğini bir çerçeveye oturtmuştur. Bu konuda bir iddiası olanın yapacağı şey bellidir. Soykırım nedir Birleşmiş Milletler Sözleşmesi bunu tarif etmiştir. O tarifin nasıl tescil edileceğinin yöntemini de ortaya koymuştur “Yetkili mahkeme kararıyla” demiştir. Yetkili mahkeme kararı, bu olayların işlendiği söylenen ülkede bir mahkeme kararı olabilir. Almanya’da Nürnberg’de öyle olmuştur, Irak’ta bir sözde mahkeme kurularak yine aynı şekilde yargılama Irak’ta öyle yapılmıştır ya da Birleşmiş Milletler kararıyla kurulan bir mahkeme etrafında ya da Uluslararası Adalet Divanında soykırım karara bağlanır ise soykırımdan söz etmek imkânı vardır ve bunun nasıl işletileceği de objektif ve sübjektif şartlarıyla kurallara bağlanmıştır. Bu konuda ne yapılması gerektiği çok açık bir şekilde bellidir. Bu olmadan bir ülkenin çıkıp bir başka ülkeye sen soykırım yaptın diye bir ithamda bulunması hukukun temel ilkelerine ta Magna Carta’dan 1215’den günümüze kadar geçerli olan uluslararası hukukun temel anlayışına, masumiyet ilkesine aykırıdır, yargısız infazda bulunmak, hüküm vermek anlamına gelir.
Şimdi, değerli arkadaşlarım, düşününüz, Almanya’da yaşanan acı olaylar sonucunda Nürnberg’de Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi kurulmuştu ve yargılıma yapılmıştır ve soykırım öyle tespit edilmiştir. Daha sonra Ruanda ve Yugoslavya’da yaşanan olaylar dolayısıyla hem Ruanda’da uluslararası bir ceza mahkemesi, Yugoslavya’da da uluslararası bir ceza mahkemesi kurulmuş ve soykırım suçluları tespit edilmiş, mahkûm edilmiştir. Her iki mahkemede Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla kurulmuş geçici nitelikte mahkemeler olarak oluşmuştur. İnsanlığa karşı suçlarla suçlanan Saddam Hüseyin de Bağdat’ta yine bir mahkemeyle yargılanmıştır.
Değerli arkadaşlarım, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/2’nci maddesi, “bir suçla itham edilen herkes suçluluğu kanıtlanıncaya kadar masumdur” ilkesini koymuştur. Yine Amerika Birleşik Devletleri Anayasasının 5’inci madde değişikliği ve 14’üncü madde değişikliğiyle, bir kişinin adli bir mahkeme sürecinden geçmeden suçlanamayacağını ve cezalandırılamayacağını öngörmüştür. Şimdi, bu bakımdan Türkiye’de bir soykırım yapıldığı iddiasını pekiştirecek şekilde, bunun haklı olduğu kanaatini oluşturacak şekilde sistematik olarak Türkiye’ye yönelik bu suçlamaların yapılması hukuk bilinciyle, sorumluluk duygusuyla, iyi niyetle bağdaştırılamaz.
Değerli arkadaşlarım, bu tabloyu büyük bir üzüntüyle tespit ediyorum. Bu tablo karşısında Türkiye’nin takındığı tavır üzüntü verici olmuştur, yani maalesef Türkiye, ne bu konuşmadan önce ne bu konuşmadan hemen sonra bu konuya nasıl yaklaştığını etkili, inandırıcı, kararlı bir şekilde anlatmayı başaramamıştır ve bu çok ciddi bir dış politika zafiyeti olarak gözükmüştür. Obama buraya gelmiştir, geldikten sonra da bugüne kadar Amerikan Cumhurbaşkanlarının yaptıklarının çok ötesinde, çok daha ileri bir konuşma ile Türkiye’yi soykırımı yapmış olma ithamı altında bırakmıştır ve buna karşı da başlangıçta Sayın Başbakan “dengeli” diyerek, daha sonra yaptığı hatayı görerek bunu toparlamaya çalışarak kararsız bir çizgide tavır takınmıştır.
Değerli arkadaşlarım, şunu özellikle vurgulamak isterim: Bu konu Türkiye ile Ermenistan arasındaki görüşmelerin hangi noktada olduğuna yönelik açıklamanın hemen ertesinde ortaya çıkmıştır, yani bu konu soyut Amerika’nın 1915 olaylarıyla ilgili düşüncesini ifade etmesinin ötesinde bir anlam taşımaktadır. Türkiye, 22 Nisan gece 0.24’te “Biz bir yol haritası üzerinde mutabakat sağladık, Ermenistan’la birlikte çalışıyoruz, gerekeni yapacağız” diye açıklama yaptıktan sonra Obama bu açıklamayı yapmıştır. Bu olayı daha da vahim hâle getirmektedir. Şimdi, niçin o açıklama Ermenistan ile bizim aramızdaki o yol haritasındaki mutabakat açıklaması konuşmadan 15 saat önce yapılmıştır, niçin? Çünkü, biliyoruz ki biz o yol haritasını bu konuşmayı etkilemek için yapıyoruz. Başbakan önce “Böyle bir bağlantı yok” demiştir, arkasından anlaşmayı parafe ettiğini kabul etmiştir. Yani böyle bir anlaşmanın, bir mutabakatın resmen Başbakanın da parafıyla onaylanmış olduğu ortaya çıkmıştır.
Değerli arkadaşlarım, bu tabii bizim bu iki konuyu birbirine bağlamış olduğumuzu gösteriyor. Yani soykırımı önlemek için bizim bir şey yapmamız gerektiğini bildiğimizi ve yapmamız gereken şeyin de Ermenistan’ı mutlu etmek olduğunu içimize sindirdiğimizi ifade ediyor. Bu fevkalade yanlıştır. Öte yandan Ermenistan, bakın dikkat edin, bu yol haritasında Karabağ’a ve Azerbaycan’a dönük herhangi bir görüşmeyi, müzakereyi Türkiye ile kesinlikle yapmadığını kararlılıkla ifade ediyor. Yani Ermenistan diyor ki, “Benim bu yol haritası çerçevesinde Türkiye ile Karabağ sorununu ya da Azerbaycan ile ilgili herhangi bir sorunu konuşuyor olmam söz konusu bile değildir. Türkiye bu işin muhatabı değildir” diyor. Bizi, olayın Azerbaycan boyutuyla ilgili olarak tamamen devre dışında gördüğünü söylüyor ama biz, Obama’nın yapacağı konuşmanın Türkiye-Ermenistan sorunuyla ilgili olduğu kabulü içinde bir gün önceden onu etkilemeye yönelik açıklamalar yapıyoruz, üstelik de etkileyemiyoruz. Bir yıl önce böyle bir tablo yoktu, bu kadar ağır bir konuşma da yoktu. Şimdi, en büyük ödünleri vermeye başladık, konuşma daha da ağırlaştı. Bu süreç böyledir. Taviz vererek karşı tarafı idare etmeye mecbur olduğunuz izlenimini verdiğiniz anda artık vereceğiniz tavizlerin sınırı yoktur. Ne yazık ki Türkiye bu sürecin içine sokulmuştur.
Değerli arkadaşlarım, bizim bu tablo karşısında takındığımız tavır olayın başında da, süreç içinde de, sonra da maalesef yanlış olmuştur. Başbakan, bu gelişmeler sonucunda ortaya çıkan temel gerçek Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin daha da rahatlaması, ferahlaması, rayına oturması gibi bir sonuç vermeden Türkiye’nin Azerbaycan’la ilişkilerinin bozulmaya başlandığı bir noktaya bizi getirmiştir. Yani Ermenistan’la ilişkilerimiz düzelmemiştir, soykırım konusunda Amerikan’ın ve dünyanın Türkiye’ye bakışı düzelmemiştir ama bizim Azerbaycan ile ilişkimiz bozulmaya başlamıştır.
Şimdi, değerli arkadaşlarım, Azerbaycan’ın bu tablo karşısında bir kırgınlık içine girmiş olmasını yadırgamamak lazımdır. Azerbaycan’da sadece yönetim kademelerinde değil, toplumun her kesiminde Türkiye’nin bu açılımları, bu adımları çok ciddi hayal kırıklığı yaratmıştır, sıkıntı yaratmıştır ve bu sıkıntıyı, bu tepkiyi de Azerbaycanlılar kardeşçe, dostça, sorumluluk duygusu içinde ifade etmişlerdir. Şimdi, Başbakan bu tepkinin ortaya çıkmasına da kızgın, bu tepkinin ortaya çıkması karşısında da suçlayıcı, itham edici, emredici, kumanda edici bir üslubun içine girmiş. Yani Azerbaycanlıların içine gireceğe ruh kırıklığı konusunu da Başbakanın icazetiyle dile getirmek zorunluluğu varmış gibi bir izlenim ortaya koyuyor. Gayet anlaşılması gereken bir kırgınlık, küskünlük içine girmiştir Azerbaycan. Bundan daha doğal hiçbir şey yoktur. Bunu anlamak lazımdır. Ama Başbakan, “fitne” diyor.
Değerli arkadaşlarım, buraya gelip büyük bir samimiyetle Türkiye-Azerbaycan dostluğuna inanan, Türkiye’nin Azerbaycan’la dost kalmasını isteyen, bunun için Ermenistan’la ilişkilerimiz konusunda tedirginlik taşıyan ve bunu içtenlikle hükümete, muhalefete, kamuoyuna aktaran Azerbaycan milletvekillerine “fitne” unsuru demek Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına yakışmaz. Çok üzüntü vericidir. (Alkışlar) Yani bunu anlamak lazımdır, bu duyguya saygı göstermek lazımdır ve bu duygunu telafi etmek lazımdır. Bakın, ben çok uzun bir süreden beri derhal Türkiye Cumhurbaşkanı Bakü’ye gitsin diyorum, Azerbaycan’a gitsin diyorum. Yani Orta Doğu şeyhliklerine gösterdiğimiz ilgiyi Azerbaycan’dan niye esirgiyoruz, Azerbaycan’a da gidelim. (Alkışlar) Azerbaycan’daki tedirginliği anlayayım, teskin edelim, onlara güven verelim, onları kucaklayalım, telaş etmemelerini sağlayalım, bu bizim görevimiz değil mi?
Değerli arkadaşlarım, çok üzüntü vericidir bu üslup, bu suçlayıcı, karalayıcı, “fitne” diye başlayan suçlamalar Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının ağzına yakışmıyor. Azerbaycanlılardan ben Başbakanın bu sözü için özür diliyorum. (Alkışlar) Onların herhangi bir fitne içinde olmadığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Bir gönül kırıklığı içindedirler, bir üzüntü içindedirler. Bunu da anlıyoruz. Bunu da abartmamalarını istiyoruz, çünkü bilmeleri gerekir ki Tayyip Erdoğan, AKP bugün var yarın yok, geçicidir. (Alkışlar)Türkiye-Azerbaycan dostluğu ise ebedidir, kalıcıdır, bunu unutmamalıdırlar. (Alkışlar) Bugünkü iktidar bugün var, yarın yok. Bugünkü iktidara kızıp yorganı yakmayalım. Türk-Azeri dostluğu bu bölgenin en temel istikrar ve barış unsurudur ve ebediyen var olacaktır. Kırgınlıklar, küskünlükler, yapılan yanlışlıklar abartılmamalıdır. Bugünlerin geçeceği hesaba katılmalıdır ve bu anlayış içinde duygular, düşünceler ifade edilmelidir. Hiçbir şekilde Türk-Azerbaycan dostluğuna, ilişkisine zarar vermemek gerektiğini Azerbaycanlıların da, Türklerin de unutmaması gerekir.
Değerli arkadaşlarım, bu anlayış içinde bu konu ele alınmalıdır. Bu tablo tabii Azerbaycan-Obama konuşması çerçevesinde baktığımız zaman ortaya çıkan tablodur yani Obama ile çok büyük bir güven içinde bir araya geldik, ilişki kurduk, her türlü desteği verdik ve en ağır suçlamayı ertesi gün aldık. Ermenistan ile yola çıktık, Ermenistan yetkilileri “Biz hiçbir zaman Azerbaycan, Karabağ’ın konusunu konuşmuyoruz” dediler. Başbakan, bu çerçevede sağlam bir bilgi edinmeden anlaşılan açıklamalar yapıyor. Mesela geçenlerde çıktı dedi ki yine “Ben 2005’te Ermenistan’a bir mektup yazdım ve bir ortak tarih komisyonu kurulmasını önerdim ama cevap dahi alamadım” diyor. Ermenistan dosyasını Başbakana birisi iyi anlatsın. Doğrudur, Türkiye bir ortak tarih komisyonu önerisini 2005’te yapmıştır, 13 Nisan 2005’te Türkiye Büyük Millet Meclisinde genel görüşmeler yapılmıştır. CHP’nin de katkılarıyla bu konuda bir ortak karar alınmıştır ve bunun üzerine o zamanki Cumhurbaşkanı Koçaryan’a bahsettiği mektubu Başbakan yazıp göndermiştir ama bu mektuba 25 Nisanda cevap gelmiştir. 25 Nisanda Koçaryan, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına “Tarih komisyonu öneriyorsunuz, sizi anlıyorum ama tarih bugün ve yarın geliştirmemiz gereken ilişkilerin ön şartı olmamalıdır. Bugün biz ilişkilerimizi normalleştirelim, ona sonra bakarız” demiştir ve ne kadar ilgi çekicidir ki 2005’te Koçaryan’ın verdiği cevap doğrultusunda bugün Türk-Ermeni ilişkileri gelişmektedir. Çünkü o, “tarih komisyonu ön şart değildir, siz önce sınırı açın, ilişkileri rahatlatın, temsilcilikleri karşılıklı olarak açalım ülkelerimizde, ondan sonra bakarız o işlere” demiştir. Biz, önce tarih komisyonu kuralım, bu konuyu çözelim dediğimiz zaman “Bu konunun geçmişe yönelik çözülmesi önemli değil, şimdi ilişkileri rahatlatalım” demiştir ve o doğrultuda şimdi gelişmeler başlamıştır.
Değerli arkadaşlarım, yani bir genel hüküm vermem gerekirse Türkiye, sadece Ermenistan için Obama konuşması konusunda söylemiyorum bunu, genel olarak AKP iktidarı ne zaman masaya otursa masadan kalkarken cebi boşalmış oluyor. (Alkışlar) Yani kendimizi de çok rahat aldatıyoruz. “Kazan kazan” diyoruz, ortaya çıkan tablo kaybet kazan oluyor. Bir taraf kaybediyor, bir taraf kazanıyor, iki taraf birden kaybetmiyor. İki taraf birden kazanmıyor da, kaybet kazan oluyor ve ne yazık ki kaybeden de hep Türkiye oluyor. Şimdi, bakınız, Ermenistan ile ilişki çok açık, götürdük, ne oldu, ne kazandık? Obama’nın konuşmasını kazandık, yani büyük felaketi kazandık, yani Türkiye’nin soykırım yaptığı konusundaki gerçeğin tekrar dünya kamuoyuna ilan edilmesini kazandık. Azerbaycan da bir şey kazanmadı. Azerbaycan ile dostluğu da kaybettik. Tam kaybettik demiyorum da bir kırıklık ortaya çıktı. Bu da bizim için üzüntü verici bir tablo.