Murat Belge
11 Eylül Perşembe 2008
Osmanlı topraklarında kurulan ilk matbaayı İspanya’dan gelen Yahudiler, 15. yüzyılın sonunda getirmişti. 16. yüzyılda Ermeniler, 17. yüzyılda Rumlar matbaalarını kurdu. Bizimki 18. yüzyılı bekledi.
Başka bir sürü alanda benzer süreçler yaşandı, benzer gecikmeler oldu. Ne bileyim, ‘ilk piyano çalan’ Osmanlı yurttaşı herhalde Türk değildi. Biz Türkler öyle olur olmaz şeye burnumuzu sokmayız. Hele ‘yabancı’ kokan işlere ihtiyatlı yaklaşırız.
‘Roman yazmak’ deyince de böyle. ‘İlk Türk romanı’nı kim yazdı? Ahmed Midhat mı, Şemsettin Sami mi, Namık Kemal mi? Bunlardan birinden biri. Öyleyse tarih de 1870’ler olmalı. Şimdi, ‘Türk romanı’ değil de Türk dilinde yazılmış ve basılmış roman dediğimizde, gene aynı kalıpla karşılaşıyoruz. Vedat Günyol ile Anhegger’in birlikte yeni alfabeye aktardıkları, Misailidis’in “Seyreyle Dünya”sı (“Temaşai Dünya”) da o yıllarda yayımlanmıştı.
Yazar, Karamanlı Rumlardandı ve Karamanlı Rum Türkçesi ile yazmıştı. Ama tabii basım, Yunan harfleriyle yapılmıştı. Bu ilginç; ama bir de Vartan Paşa’nın romanı var ki bu da Türkçe yazılmış, ama Ermeni harfleriyle basılmış. Bunun tarihi çok da eski: 1851.
Gene ‘bu topraklar’ diye söze başlayacak olursak, bildiğim kadarıyla Aleksandr Mavrokordato’ya kadar gitmemiz gerek. Onun ‘roman’ı Yunanca ve Yunan alfabesiyle, ama burada yazılan ilk.
Mihailidis’in ve Vartan Paşa’nın kitapları bugünkü alfabeye çevrilerek yayımlandı. Vartan Paşa’nın metnini yayına hazırlayan, ünlü dilci Tietze, yayımlayan ise Eren Yayıncılık (1991).
Paşa olmuş bir Vartan
Bu kitabın (romanın) niçin Türkçe yazıldığı da ilginç. Ermenicenin Doğu ve Batı lehçeleri var ve birini bilenin ötekini anlaması güç. Bu durum karşısında Vartan Paşa iki tarafta da bilinen Türkçe ile yazmaya karar veriyor. Bir yığın dil konuşulan, birine paye verilince öbürlerini konuşanların kazan kaldırdığı Hindistan’da İngilizcenin, Endonezya’da Felemençkenin resmi dil kabul edilmesini akla getiren bir hikâye. Tietze mükemmel bir iş yaparak çevirmiş.
Osmanlı azınlıklarının edebiyatları benim merakımı son derece gıdıklayan bir konu olmuştur. Dil bilmemekten ötürü okuyamadığım için gıdıklanma durumu da devam ediyor. Bu azınlıkları zaten, kendi başlarına, hep merak ederim; ama konu edebiyat olunca, onların yazdıklarını bildiğimiz Osmanlı-Türk yazarların ürünleriyle kaşılaştırmak başlı başına önemli -verimli de olabilecek- bir uğraş oluyor. Musikiye bakınca, fark çok az; yani Zaharya’nın bizim klasik Osmanlı tarzında bir eserini ayırt edebilir misiniz? Tatyos’u ayırt edebilir misiniz?
Ama edebiyat bir ‘dil’ işi ve dil de ‘ulusal’. Bu, musikinin diline benzemiyor-ayırt edici. Öte yandan, bütün bu etnik topluluklar aynı toplum içinde yaşıyor; bu alışverişin de sonuçları olmalı. Bu çerçevede, bu yazıda ele aldığım Türkçe yazılmış metinleri değil, anadilinde yazılmış bütün metinleri de merak ediyorum. Temalar ne, ortak temalar hangileri, temaların işlenişinde de ortak öğeler var mı?
Osmanlı sisteminde yükselmiş ve ‘paşa’ da olmuş bir Vartan! Ya da Hovsep Vartanyan. Katolik bir Ermeni. Katolik olması doğal olarak onu Batı’ya daha çok yaklaştırıyor. Romanının adı “Akabi Hikâyesi”. Burada ‘Akabi’, aslında bir Rum kadın adı olan ‘Agapi’, yani ‘Sevgi’, ama bu kelime Doğu Ermeni lehçesinde böyle telaffuz edilirmiş.
Vartanyan Efendi (daha ‘paşa’ olmadan yazmış) bir çeşit “Romeo ve Juliet” hikâyesi yazmış. Kahramanları, Montagu ve Capulet oldukları için değil, Katolik ve Gregoryen oldukları için, ‘yıldızları barışmıyor’. Yani Vartanyan da bu gibi ayrımlara karşı.
Erken ama ilkel değil
Kitabın daha başında karşımıza bir ‘Batılılaşmış Ermeni’ tipi çıkıyor. Çok tanıdık biri bu. ‘Felatun Bey’ olabilir. Okudukça, bu olayın Ermeni camiasının da en önemli konularından sorunlarından biri olduğunu, aynı zamanda, gösterilen lehte ve aleyhte tavırların da bizimkilerle çok benzeştiğini hemen görüyoruz. Bu yıllarda Ermeni (ve Rum) zengin evlerinde de ‘harem-selamlık’ ayrımı var (bizden öğrenmiş değiller), ‘kaç-göç’ ve her türlü giyinme-örtünme görenekleri aynı. Özenti Batılı da, buna tepki duyan da, yakından tanıdığımız kişiler. Yer yer, “Araba Sevdası”nı okur gibi oluyoruz.
Bütün bu gibi ortaklıklara rağmen, roman boyunca Türklerle ilgili neredeyse hiç söz geçmemesi ilgimi çekti ve aynı zamanda tuhafıma gitti. Belli ki cemaatler bir arada, ama birbirleriyle fazla ilişkiye girmeden yaşıyor. “Yakınlık yok” diye düşünebilir ve buna üzülebilirsiniz, ama düşmanlık da yok. İstanbul’da Ermeniler, sanki Erivan’da yaşar gibi yaşıyorlar.
“Akabi Hikâyesi” bütün ‘Türk’ romanlarından önce yazılmış, erken, ama ilkel değil. En erken yirmi küsur yıl sonra yayımlanmaya başlayan Osmanlı-Türk romanlarıyla karşılaştırdığımda, ilk gözüme çarpan fark, bu romanda mizahın çok daha gelişkin olması. Merkezdeki trajik hikâyeyi, komik motifler de içeren çeşitli alt-olay örgüleri arasında sarmalıyor romancı. Doğrusu, hiç ilkel değil, hiç kaba değil. Bravo Vartanyan Efendi’ye.