Şu anda kanalın tekinde Nüzhet bey konuşuyor, yeni bitirdi.
Türkiye’nin ABD eski büyükelçisi..
Spiker kendisine söz verirken 3 dakika süre verdi.
Merak yada Karadenizlilik nerdendir, bilmem.
Cinslik bu ya, dakika tuttum.
Saat 21.44
Nüzhet Bey, 21.44 te kendisine verilen surenin üç dakikanın bilincinde olduğunun farkında bulunduğunu söyleyerek sözlerine başladı.
Ben saati kontrol ediyorum
21.46
Bir dakikası daha var.
Çay bardağına uzandım.
Etrafımdakilere zaman ayırmak için de iyi bir fırsattı. Bir dakika bitene kadar çayımdan bir yudum daha alabilirdim.
Çay bardağını dudaklarıma değdirdim ki, televizyon spikerinin sesini duydum. Süremiz bitti dedi.
Nüzhet beyin lafını kesmek için ya teknik bir arıza olacaktı ya da cahillik.
Saate baktım.
Yanlış değildim.
Bir dakikası daha vardı.
Spiker acele etmişti.
Nüzhet bey, sözünü kesmeden, muhatabını da kırmadan lafının arasına, henüz bir dakikasi daha olduğu ihtarını, fevkalade büyük bir nezaketle, okkali bir şamar olarak dahil etti.
Spiker mahçup olarak sadece “evet” diyebildi. “Buyurun Nüzhet Bey!”
Dikkatimi artırdım.
Nüzhet Bey, saatine bakmıyordu.
Bakamazdı da.
Çünkü ellerini birleştirmiş, parmaklarını birbirine gecirmiş olarak elleri masa üstünde olduğu halde sürekli kameraya bakarak konuşuyordu.
Şaşırmıştım.
Canlı yayında ekran karşısında bile kendisine ayrılan süreyi bu kadar iyi planlayabilen ve zihnini ve sözlerini hatta cümlelerini bilgili, mantıklı, maksatlı, milli menfaatlerimiz doğrultusunda kullanırken, bir yandan da hangi cümlesi ile kaç saniye tükettiğini, o ana kadar ne kadar süre gectigini ve ne kadar zamanı kaldığını hesaplayabiliyor.
Nüzhet Kandemir olmak kolay değil.
Sorsanız kendisine, bunun önemli bir şey olmadığını, hatta farkına bile varmadığını söyleyecektir.
Bu onun için o kadar normal.
Amerika’daki büyükelçilerimiz yıllardır bu üstün nitelikleriyle ülkemizi temsil ettiler.
Türk diplomatlarının başarıları diplomasi tarihimizin şanlı sayfalarını hep süslemiştir. Siyasete karıştırmadan yapılan bu yöndeki değerlendirmeler hep aynı sonucu verecektir.
Öyle bir temsil ki, kendileri için nefes alıp vermek gibi, hava gibi, su içmek gibi olağan hale gelmiş bir görev anlayışı.
Ve bugün Obama Turkiye ziyaretini noktaladı, Irak’a giti.
Başkan olduktan sonra yurtdışı ilk ülke ziyaretini Turkiye’ye yaptı.
Herkes bu seyahati kendince izah etti, yorumlarda bulundu. Herkesin haklı olduğu yerler vardır.
Obama ülkemizde yaptığı konuşmalarda Türkiye’ye liderlik övguleriyle hitap etti.
İngiltere’ye ayak bastığından itibaren bütün Avrupa seyahatinde de buna vurgu yapmıştı fakat aynı sözleri ülkemizde de söylemesi, hatta daha ileri anlamlar yüklemesi önemliydi.
“Yurtta sulh cihanda sulh” sözüyle bütün hitaplarını süsledi.
Diplomatlarımızın ve hariciyemizin Obama yönetimi üzerinde bıraktığı etkinin yansımalarını görmek güzel bir görüntü veriyordu ve izlemesi zevkliydi.
Türkiye büyüktür. Dikkate alınmalıdır. Küçük adamlar bunu anlamazlar anlamadılar da…
Son zamanlarda bu büyüklük özellikle AB toplantılarında, sınırlarımızdaki ihtilaflarda, İslam ülkeleri nezdinde, Birleşmiş Milletlerde, Davos’ta, Nato’da kendini hissettirmiş hatta göstermeye başlamıştır.
Obama’nın söyledikleri bu serüvenin kısa bir özetinden ibaretti…
Aslında normal yapılan bir konuşmanın, anormal yüklemelerle kazandırılan alışkanlıklarla dinlenmesi, insanda hayretlik uyandırıyordu o kadar… Yoksa her şey olması gerektiği gibi cereyan ediyordu. Hatta daha iyisi olmalıydı…
Evet Obama konuşuyordu.
Tophane’de de güzel şeyler söylüyordu.
İşte burda bir söz söyledi ki, diğerlerini unutturdu bana..
Obama, herkesin unuttuğu atladığı, önemsemediği bir söz soyledi.
Bu sözü kimse şu ana kadar irdelemedi. Hatta dikkat edene de rastlamadım.
Neden diye de merak etmiyorum.
Çünkü, “abdesti olmayanın namazı olmaz” veya “namaza niyeti olmayan ezanı duymaz” derken herkes bana gerici, imamhatipli diye yan bakıyor. Bidon kafalıydım. Olmayan göbeğimi kaşıyordum!
Sözlerimin ne önemi vardı!
Ben ne anlardım bunlardan!
Anadolu’nun güneş yanığıyla kızarmış yanmış tenli köylü delikanlısı… Bahar geliyordu. Türkler tarlada çalışmalıydı. Yaza doğru sınır ötesi operasyonlar başlayabilirdi. Asker lazımdı devlete. Afganistan, Bosna-Hersek, Somali, Cibuti, Madagaskar, Nepal, Papua Yeni Gine, Granada, Alaska!!!… Dünyanın dört bir yanına Türk askeri göndermek gerekiyor. Aslanım kaplanım olmak var… Kim oluyordum da şehirlinin işine burnumu sokuyor, laflarına kulak veriyorum…
Ama öyle değildi. Çünkü ben çok önemli sözler söylüyordum. Onlar anlamıyordu.
Neticede bu sözleri Obama’da söyledi.
Evet. O da benim gibi konuşmuştu.
Benimkilerin bile konuştuğunu duymadığım bir sözü, bir hassasiyeti, inceliği onda gördüm.
Obama’nın o müthiş sözünü, benden başkasının da duyduğunu, dikkatini çektiğini düşündüğüm o sözünü, basında arıyorum.
Kimse dikkat etmemiş.
Sadece televizyon kanallarında simultane çeviri yapan bayanın çevirisinde geçti o kadar.
Ne dedi Obama?
Neydi o söz?
Obama, Tophane binasında ögrencilerin sorularını alırken şunu söyledi:
“Ezan okununcaya kadar zamanımız var. Yani yarım saatimiz var. Sonra soru almayacağım.”
Bu konuşmayı gündüz televizyondan izlediydim. Yine aynı refleksle saate bakmıştım. Saat 12.30’u gösteriyordu.
Ezana tam tamına 40 dakika vardı. Ne de olsa bizim niyetimizde namaz olduğu için kulağımız ezandaydı! Demek ki, Obama, yol için de 10 dakikalık bir sürenin yeterli olduğunu öngörmüştü. Abdesti olmayanlar için hacet gidermek, abdest almak, camiye gitmek toplamda on dakika eder, diye düşünmüş…
Elin gâvuruna bak, bir de bizim müslümana!
Teşekkürler Nüzhet Kandemir ve sizin şahsınızda Türkiye’nin özellikle ABD büyükelçileri ve
Hariciye diplomatlarına tebriklerimi sunuyorum.
Sizin oralarda ilmek ilmek dokuyarak ortaya çıkardığınız Türk dış politikası meyvelerini bugün veriyor.
Ben veya benim gibiler de mobil halde çalakalem ancak bu kadarını yazabiliyoruz.
Büyük insanların aslında olağanüstü olan hayatlarının normalmış gibi görünmeleri, Barak Huseyin Obama’nin Turkiye’ye gelmesi sonucunu doğuruyor.
Ezan konusuna gelince…
Laiklik elden gitmedi.
Rejime yönelik bir tehdit olarak algılanmadı.
Dinlerarası ayrımcılık yapıyor da denmedi. Ne Katolikler darıldı, ne Ortadokslar ne de Museviler…
Kimse de, “ezan okundu madem, haydi namaza gidelim” demedi. Deseydi de ne olacaktı ki! “Hadi başkan, öğle namazını Fındıklı’da kılacağız!”
Paranoyak bir durum da olmadı. Ergenekonluk bir konu ise hiç değil…
Komplo teorileri de üretilmedi üstelik..
Araba plakası gibi bol keseden atılan GOP BOP DOP gibi kodlama projeler gibi de algılanmadı…
Son zamanlarda portakal rengi dediğimiz turuncu rengin başına gelmedik kalmamıştı. Turuncu devrim…. Obama’nın ne ceketinin, ne kravatının, ne de derisinin rengi böyle bir rengin canına okumadığı gibi Ezan sözüyle yeşil renk de ayağa düşmedi!
Evet.
Yine saate bakıyorum.
Halen daha bir dakikamiz var, Nüzhet beyin dedigi gibi.
Yani zamanın farkındayız..
Rahmetli Cem Karaca’nın söylediği gibi: “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda / Ne sen bunun farkındasın, ne de polis farkında!”
Ulusalcılar, “memleket elden gidiyor”cular, “vatanı sattılar”cılar, sözde Atatürkçüler, laikçiler vb. Dolmanahce’de Altıncı Filo’yu beklesinler!
“Obama’yı taşıyan uçak, Atatürk Havalimanı’ndan kalktıktan iki saat sonra Irak’a indi!”
Dolmabahçe Saat Kulesi tarafından bir ses yükseldi: “Simiiit! Sıcak simiiitt!”
Boğaz’da ne gelen var ne giden!
—
Muhammet Safi