BUZUL SONRASI ÖN TÜRK TARİHİ

Bir millet için, tarihin değeri,  tartışılmayacak kadar  açıktır. Hele  mazisi böyle, tarihin çok  öncelerine ve  karanlık devirleri  zorlayacak, eskilere   varan  ve çok geniş sahaları  kaplamış olan, bizim gibi milletler için, bu, bir kaç  misli daha  önemlidir.  Çünkü bilindiği  ve  Atatürk’ün de el yazılarında, “Millet ”  konusunda    işaret  ettiği  gibi,  tarih,  bir  milletin, millet olma  şartını  yaratan  konulardan biridir.  Aslında, millet olmak, öyle  kolay bir şey değildir. O halde  “Millet” gibi bir konunun şartlarından birini teşkil eden  bir  faktör de,   hiç de  öyle  göz ardı edilecek veya  ondan  bundan  öğrenilecek   basit bir konu  olamaz . Tarih, mutlaka   kendisini yapanların,   kendilerinin bizzat kaleme alması lazım gelen ve araştırması  başkalarına bırakılmayacak kadar  hassas  bir konudur.

Bizim tarihimiz, bu gün , yapıldığı  nispette   yazılmış  değildir.  Bir çok eksiklikleri  içermektedir. Bize reva görülen   bir çok haksızlıkları havidir.  Yabancı art niyetlerinin bilerek yarattığı bir çok  yalanı ve yanlışı,  içinde bulundurmaktadır. Bu husus, bizim tarihimizin, her okuduğumuzda  bulduğumuz ve asla   olmaması lazım gelen bir çok eksiklilerin, kafamızda  yarattığı   soru işaretlerinden de bellidir. Örneğin  daima  kafaları kurcalayan şu,  tavandan düşmüş gibi, Tarihimizi, MÖ 318 de Hunlarla başlatmak, konusu…  İhtimal ki bu, son geçen  bir iki asır içinde, yabancı tarihçilerce ortaya atılmış  ve bizimkilerce de  pat diye kabul  edilmiş  bir iddiadır.  Ama  ne zaman  ortaya  atılırsa atılsın havada kalmış bir iddia  olmaktan ileri gidememiştir ve gidememektedir…. Hele  bu gün  gülünç olmaktan başka  bir değeri, kalmamıştır.   Nitekim  biz yapmasak bile, bu gün yabancı arkeologlar ve bilim adamları tarafından eski Türk tarihini de içine alacak şekilde yapılan   kazılar, araştırmalar, ta!.. taş devirlerine ait çeşitli  kültürler  ortaya   çıkarmıştır.  Sayın Prof. Dr. Bahattin ÖGEL bunları kitabında açıklamaktadır. ANO, AFENASYAVO, KALTAMİNAR, ANDRONOVO, ALTAY, YENİSEY, EMİR ABAT ve diğer isimlerle yüzlercesi bilim tarihlerine geçmiş olan bu kültürleri açıklayan Rus bilim adamlarının eserleri,  bu gün birer gerçek olarak  dünya insanlarının gözleri önündedir. Kim, bunlar için  ne derse desin,bunların bizim, yani Türk insanının  atalarının  kültürleri  olduğu , bu eserlerde  açık olarak anlaşılmaktadır. Bu  kültürler,   Rus bilim adamlarınca   dünya  literatürüne de   sokulmuş ve kabul görmüşlerdir. Sadece Rus bilim adamlarının değil,  aynı kültürlerden bahseden diğer yabancı bilim adamlarının  eserleri de vardır. İşte bunlardan biri yine,  bir  İngiliz  bilim adamı olan Prof. Denis SİNOR”un eseridir .On beş yabancı bilim adamının  Orta Asya ile ilgili ve her biri 40-45 sayfa olmak üzere  yazılmış, makalelerini  içermektedir. O halde, yukarıdaki o bize  atfedilmiş olan  o  başlangıç tarihinin,  bu belgeler  muvacehesinde, gerek dünya tarihinde gerekse bizim  tarihimizde artık  değişmiş olması gerekir. Ama değişmiş midir? …  Ben,  herhalde pek acemi bir  tarih okuyucusu olduğum için olsa gerek, bu değişikliği bu güne kadar  bulamadım… . Ama şu açıktır ki,Taş Devrinde itibaren  tarih biçilen yukarıdaki  kültürleri, şimdi yine hala yok sayıp,  yine hala  bizim  tarihî başlangıcımız  olarak  ” MÖ 318 dir”, demek  bilmem nasıl bir anlayıştır.  Takdir okuyucularındır….

Aynı konu ile ilgili olmak üzere bir etnolog araştırmacı insanımız da, kitabında,  resmi tarihin bu Türk tarihi başlangıcı için, yani MÖ 318  için. Şunları söylüyor : Sayın Haluk TERCAN Bey, kitabında “Etnoloji bilimi, “Uygarlıktan  nasibini almamış olan  toplumlar silinirler, bazı toplumlar bu   nasibin  boyutu  ölçüsünde, ama belki  bu dayanakla yaşarlar” der”, diyor. Ve, “O halde  eğer Türkler  gerçekten  ve ancak, MÖ 318 de tarih sahnesinde  görülmüşlerse, nasıl olmuş da bu etnoloji  kuralını ihlal etmişler ve  318 + 2009 = 2327  senedir  zaman ve mekandan  kaybolmamışlar, bilakis   çok sayıda  devlet ve imparatorluklar kurmuşlardır.” diye, sözünü sürdürüyor. .  Ayrıca  aynı araştırmacımız yine, “Nasıl olmuş da, tarihte hiçbir mevcudiyetleri yokken,Türkler böyle, ve  birden bir imparatorlukla, Hun İmparatorluğu ile ortaya çıkmışlardır? İmparatorluk  kurmanın, kitleleri yönetmenin, en azından bir çıraklık dönemi yok mudur?” diye sormaktadır. Görüldüğü  gibi  çok basit değerlendirmeler  içinde bile bu tarih  yanlıştır ve  Biz Türklere bir haksızlıktır….

Aslında  Türklere yapılan haksızlar, genel tarih ve genel  tarih değerlendirmeleri  içinde böyle bir tane veya  iki tane  falan değil,oldukça  dikkati çekecek kadar fazladır İşte mesela,Türk tarihi  ve Türkler için yerli ve yabancı her tarihi eserde,  yapılmış ve yapılmakta olan  değişmez bir başka haksızlık da, Türklerin  göçebe  olduğunun  söylenip durmasıdır. Elbette bu sözüm  göçebeliği küçümsediğimden değildir. Gerçeğin göz ardı edilmesindendir, Türk’ün  küçültülmeğe çalışılması eğilimindendir. Hiç şüphe yoktur ki, gerçeğin tam olarak ortaya konması ancak bir ilmi, ilim yapar. Yoksa  her hangi bir sebepten  kızılanları veya kıskanılanları,  haksız yere karalamak amacı güden  bir iddia, ilim olmaktan çok uzaktır.   Bu göçebelik konusu da, biraz incelenirse  görülür ki,  o söyleyişlerin içinde, bir küçültmeyi bir  karalamayı  içermek, vardır. İşte  bunlar,  kuşku olamaz ki, ilim değil, ya  bilgisizliği ya da art niyeti  içeren hezeyanlardan başka bir değildirler .

Öğrenilip anlaşıldığı kadarıyla tarih, yalnız başına   ele alındığında , onun  insanlara söylediklerinde,  hatalar meydana geleceği, anlaşılmaktadır. Bu sebeple  tarihin  mutlak surette, diğer  ilimler de takviye edilmesi bir zorunluluktur. Coğrafya da bu ilimlerin en  önemlilerinden biridir. Tarihin derinliklerinde  yaşanmış olan Orta Asya  coğrafyası ile ilgili olarak  bu gün  dünya  literatüründe  çok değerli eserler  mevcuttur. Bunlar  Buzul döneminde  ve buzulun son olarak  ortadan kalktığında, Asya’nın orta bölgesinin nasıl bir  ortamda olduğunu açıklamaktadırlar. Bunlara göre  bir defa  buzul, ısınan dünya  şartlarında   ekvatordan  başlayarak kutuplara  doğru olmak  üzere,  bir zaman sırasına göre  kalkmıştır.  Bu gün de  coğrafyada, bilinmekte   ve   “Kar Sınırı” adı verilmekte olan bir kavram da ve bir  oluşum  da   bu olayın böyle olacağını göstermektedir .   Ayrıca Prof Dr. Talip YÜCEL hoca eserinde, V. A. OBROUTCHEV’  adında bir  bilim adamının da  iddiasına göre buzulun, başlangıçta, Asya’nın  tekmil kuzeyini, hem de aralıksız örttüğü kanaati hasıl olduğu halde, 1930 dan sonra yapılan  bir çok araştırmadan,  bu iddianın tadil edilmesini gündeme getirdiğini, Batı Sibirya ovası hariç  buzulun,  bıraktığı izlerden yani cephe  morenlerinin uzun yaylarına, oesarlere, drumlinlere (bunlar, buzula ait teknik isimler olup  bıraktıkları izlere verilen adlar olsa gerektir)  bakılarak Batı Sibirya ovası hariç bütün Sibirya  ovasında buzulun, kıta buzulu halinde değil,  Norveç veya Alp tipi buzul (vadi tipi buzul) halinde olabileceğini  açıklamaktadır. Bu  şunu gösterir ki, bizim atalarımızın ülkesi, bu gün önemli durumda  olan ülkelerin bir çoğundan    evvel buzdan arınmış  veya  yaşama için  çok daha uygun bir  ortama kavuşmuştur. Bunun yanında yine  aynı eserde de kısmen  teyit  edildiği,   bu yazıda adı  geçen ” İSLAMİYETTEN EVVEL TÜRK KÜLTÜR TARİHİ”,  “ÖN TÜRK TARİHİ” ve  dip notta belirlenen  eselerde    açık olarak ifade edildiği gibi  buzul sonrasında  Asya’da bir İç Deniz. Hayatı yaşanmıştır.  Bu, tropikal bir  iklimi de beraberinde getirmiştir…..

Şimdi,  atalarımızı, böyle bir iklim ortamında  da  göçebe olarak nitelemek, herhalde mantıkla bağdaşmasa gerektir. Halbuki  bu gün, Türk veya yabancı,  hangi bilim adamı  olursa olsun ağzından Türk sözü  çıktığı anda, hemen arkasından da  göçebe nitelemesinin takip ettiği  görülmektedir. Bu, ne bir tarihçi   düşünce   çeşididir,  ne de akılcı bir düşünce tarzıdır ; Tarihimiz,  ilimler arası koordinasyon  gereği, yukarıdaki coğrafya ile birlikte ve yukarıdaki o uyduruk başlangıç tarihinden evveller dikkate alınarak  düşünülürse, Türklerin, burada  belirtilen iklim ortamında, bu ortamın kırsal kesimleri hariç  yerleşik bir düzene sahip olacakları, bu miktarın da az boz olmadığı çok  akılcı bir  şekilde  ortaya  çıkar. Elbette kırsal  kesimlerde, bu gün de her ülkede olduğu gibi, bizim de göçebe atalarımızın olduğu  inkar edilemez . Ama bütün bu  açıklamalara sırt çevirip atalarımızı tamamen  göçebe yapmak insafla bağdaşmaz.. Prof. Denis  SİNOR’un kitabındaki  makalelerde Taş Devrinden  itibaren belirtilen kültürlerde   buğdayın var olduğu,  açıklanmaktadır. Hatta Birinci Türk Tarih Kongre zabıtları, yabancı ilim adamlarını  şahit göstererek  Buğday’ı, bizim atalarımızın bulduğunu  ortaya koymaktadır.. Eğer bizim atalarımız  gerek tarih öncesinde ve gerek tarih devrinde, hep göçebe idiler  ise, bu buğdayı  at üzerinde sandıklarda mı yetiştirmişlerdir….  Bize baştan sona  göçebe  diyen  bu mantıksız  iddiadan  sadece  utanılır.  Bu iddia   hele asla bir Türk’ün olamaz.

Türk Tarih Kurumu’nun , 1932 de, tamamen bilim  metotları içinde  samimiyet içinde  yazdığı ve okullarda  okuttuğu, ama Atatürk’ün vefatından sonra nedense, değiştirilerek  ortadan  ortada kaldıran Tarih kitabında bakın şöyle demektedir: ” Bundan yedi asır evveline kadar Garbi (batı) Türkeli ile  Kırgız  steplerinin cenubi (güney) kısmında da bir çok şehirlerin mevcut olduğunu Çin ve İslam müverrihlerinin (tarih yazarlarının) eserlerinden öğreniyoruz. Bu şehirlerden bir çoğunun yerini kum ve toprak kaplamıştır. Şehirlerin yerini bulmak, ancak bazı bina bakıyeleri (kalıntıları) yahut kum topraklar arasında bulunan çinili  tuğlalar, nefis çömlek kırıkları, su yolları gibi  medeniyet  eserleri sayesinde  mümkün olmaktadır Bazı tarihi şehirlerin yerleri bu güne kadar tayin edilememiştir. Bu gün Kırgız- Kazak Türklerinin oturdukları sahanın bir  çok yerleri şehir harabeleri ve medeniyet bakıyeleriyle (kalıntılarıyla) doludur.

Bu harabelerin bir kısmı tarihe (tarih aracıyla) malum (bilinen) şehirlerin enkazıdır (kalıntısıdır) Mesela; OTRAR, CENT, YARGIKENT, SAĞNAK  harabeleri gibi.Diğerleri tarihin isimlerini zaptedemediği şehirlerin harabeleridir. Diğer bir çok şehirlerde  vardır ki, tarih isimlerini kaydetmiş olduğu halde yerleri tayin edilememiştir; ATLAK, ATBAŞ, ALMALIK, BALASAGUN, TALAS, KULAN, BARSHAN, SUS (Elam’ın başkenti değil),SUYAP, NÜZKET, SÜTKEN, İLİ BALIK, ŞELCİ gibi Türk şehirlerinin de  bazılarının yerleri bulunamamıştır Bu gün vaktiyle  büyük birer Türk  medeniyet merkezi olan şehirlerden bir çoğunun yerlerinde kum ve rüzgardan başka bir şey yoktur.

Son zamanlarda  yapılan hafriyat (kazı) neticesinde Çin Türkeli’nde kum altından  elliden ziyade (fazla) şehir harabesi bulunmuştur.”

Bu tarih kitabının ne derecede ciddi ve  inanılır olduğunu, Atatürk’ün  önünde yapılan  Birinci Türk Tarih  Kongresi ortaya koymaktadır…. O halde  bize hala tümden  “Göçebe diyebilenlere  şaşmaktan başka elden bir şey gelemez….

Türkler,Asya’dan önce buzul erimesi neticesi oluşan  sel felaketleri dolayısıyla, sonra da  Asya’nın  kuraklaşması ve  çölleşmesinden sonra, ya oradan göçmüşlerdir, ya da oraya  ayak uydurarak kalmışlardır. Ayak uyduranlardan bile  bu gün ancak bir kısmı  göçebedir. Göçenler göçebe  değil, göçmendirler ve gittikleri yerlerde,  – ki, buraları ASYANIN BATISI VE GÜNEYİ, ORTA DOĞU, ANADOLU, AVRUPA’NIN BÜYÜK BİR KISMI’ dır, –  çoğunlukla yerleşiktirler.

Bu gün yapılan  kazılar, incelemeler, coğrafya etütleri, gelişmiş etnolojik  ve antropolojik araştırmalar ve en nihayet gen teknolojisi, o eski  ve sömürgecilik  devrinden  kalma,  sadece  birkaç Yunan ve  Romalı  tarihçi ve coğrafyacıya dayalı, Avrupa yanlı, Dünya Tarihi  anlayışı,  artık  bir mazi olmuştur. Bizim tarihimizin   buna ters düşmemesi fikri  ve  bilinçsiz çabası da, bu gün  artık  büsbütün  değerini kaybetmiştir. Şimdi  kendimize güvenme zamanıdır.    Açık açık belli halde olan  tarihimizin azameti, tarihçilerimizin ve  diğer araştırmacı insanlarımızın, araştırma, sorunları çözme, hissetme  ve mantıki nazariyeler üretme kabiliyetleri,bizim artık   başkalarına muhtaç olmamıza  ihtiyaç  hissettirmeyecek düzeydedir . Bu ülke evlatları,bizim tarihimizi,  en doğru ve en tarafsız  şekilde yazacak durumdadırlar.  Zaten bu gün  böyle gayret gösteren, görevi gereği  bu işe baş koymuş   akademisyenlerimiz  olduğu kadar, diğer  insanlarımız da vardır. Akademisyenlerimiz kendi  branşları  içerisinde  bilim dünyamızca ve  herkesçe  bilinir haldedirler.  Ancak diğer insanlarımızı da   bu işe ısındırmak ve ısınmış olanları onurlandırmak  çok  önemlidir. Mesela  onurlandırılması gereken   insanlarımızdan  biri  Kazım MİRŞAN Bey’dir. Bu insanımız,  Asya, Avrupa  ve Anadolu’da olmak üzere,  atalarımıza ait olduğu açıkça görülebilen, sayısı dört yüz sekseni  geçen, ama bu gün dili unutulmuş  diye kasten ve  hata ile, Avrupalı bilim adamlarınca kenara itilmiş ve yok  sayılmış ve yok olmaya terk edilmiş,  Yazılı Taş Kitabeleri  okumuştur. Okuma tekniği ve okumuş olduğu ifadeler çok mantıklı görünmektedirler.  Ama Avrupa’ da  ve  hatta ülkemizde   bilim camiasında  her  nedense  bu Türk çocuğunun  bu oldukça akla yakın   gayreti  sıcak karşılanmamaktadır.  Bahane  olarak da, akademisyen olmaması  ileri sürülmektedir.  Bu bahaneyi samimi bulmak  pek mümkün değildir.Biz ve bizim insanımız, bu ülkemizin  çocuğuna , böyle   akademisyen olmamasını bahane ederek,soğuk  bakamayız . Bir gayret içindedir ve üstelik de başarılı olduğu  yadsınamayacak   emarelerle  doludur. Yukarıda adı geçen Haluk TERCAN Bey de kendisiyle ortak hareket eder haldedir. Haluk Bey’in dip notta da  gösterilmiş olan kitabı, Kazım MİRŞAN Bey’in okuduğu taş kitabelere  dayanarak  tarihte  ve MÖ  9000 lerde  kurulan  bir ilk  Türk İmparatorluğunu anlatmaktadır. Eser  Bölgenin  o zamanki coğrafyası ve  sonra yapılan arkeolojik kazılar  muvacehesinde  çok mantıklı  görünmektedir.

Bu açıklamalar  bize bir ülkenin çocuğu için, ve yine  yukarıda  işaret edildiği gibi, hele  bu ülke bizim gibi mazisi eski ve zengin ise, kendi  tarihinin doğru ve tarafsız  öğrenilmesi ,fevkalade  önemli olduğunu göstermektedir. Ama önemli olan bir  şey daha vardır, o da  bu tarihi,  bu millete  başkası  yazamaz. Bir tarih yazılacaksa o tarih  o ülkenin çocukları tarafından  ancak doğru ve  tarafsız yazılabilir … Sadece burada bir  nokta vardır ki o da  çok önemlidir.  Ülkesinin tarihini yazacak bir ülke  çocuğu,  sadece kendi ırki, milli ve ilmi bilgisine, birikimine,ve nihayet  ilmi ve tarafsız  bir dürüstlük içinde, ama biraz   kendi hissettiklerine  dayanarak bunu yapmalıdır, başka ülkelerin tarihçilerinin hayranı ve  esiri olmamalıdır.  Bu gün ülkemizin tarihi ile  gördüğümüz  aleyhimize sapmalar  ihtimal ki bu noksanlıklardan kaynaklanmaktadır. Tarih yazmak, hele Türk tarihini yazmak, benim ona  şu küçük  yönelişim  ve bu hususta bulduklarımı okumaya başlayışım bile göstermiştir ki, asla kolay değildir. Bizim tarihçimiz işte bu zor görevi üstlenmek, bu zoru başarmayı göze almak zorundadır.

Bu gün  tanıştığımız tarihçilerimize ben ümitle yaklaşıyorum. Hemen konuyu tarihe aktararak ondan bir şeyler öğrenmeyi fırsat sayıyorum. Ama ne yazık ki, bu güne kadar  tanıştığım  bu  hocalarımız hep yakın çağ tarihçisi olup, eski tarih hakkında bilgilerinin olmadığını söyleyen kişiler oldular. Benim anladığım kadarıyla da  ilim  merkezlerinde  de bu hususta  bir yönlendirme yoktur. Halbuki bu gün eski çağ Türk tarihi, fevkalade  önemlidir.  Çünkü bu gün eski çağ, biz  bu çağın baş aktörü olduğumuz halde, bizden başka  ülke evlatlarının tekeli altındadır. Onlar ne derse biz onu kopya eder haldeyiz . Oysa ki, onlar ise,  büyük bir  çoğunlukla  bu konuda, ilmi falan  bir taraf atmışlar, politik prangalar içinde,  zaten sevmedikleri Türk’ü, tarihin içine bile açıkça sokmamak gayreti  göstermektedirler. “Kör, kör gözüm parmağına” darbımeseli içinde Türk’le ilgili her konuyu , ya tamamen bir başkasına mal etme eğilimi sergiliyorlar  veya “Sibirya güneyindeki  halk”   veya  sanki o devirde Rusya varmış   gibi  “Rusya’nın güneyindeki topluluklar ” gibi  müphem  ifadelerle  Türk ismini,  ağızlarına almamak suretiyle  olayları ve  toplumları   adlandırmaya çalışıyorlar .

Atatürk, Afet İnan Hanım Efendinin söylediğine göre, kendi  ırkımızı  öğrenmeye pek özen gösterirmiş, Bu özen her insanımızda olmalıdır. Tarihçiler de ise bu, sadece  bir özen olamaz , bu, onlarda bir milli görevdir.

Hasan  SATIR

Emekli General


Mustafa Kemal Atatürk

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir