21 Şubat 2009 tarihli gazetelerin hemen tamamında ortak bir haber vardı. Genel Kurmay Başkanlığı İletişim Dairesi Başkanı Tuğ. Metin Gürak’ın 20 Şubat günü yapmış olduğu basını bilgilendirme toplantısında yapmış olduğu açıklamalara dayanan habere göre; İsrail Genel Kurmay Başkanı Korg. Gabi Aşkenazi, 16 Şubat 2009 günü Genel Kurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’u arayarak, İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı Avi Mizrahi’nin Türkiye’yi hedef alan sözlerinden dolayı özür dilemiş. Türk Genel Kurmay’ının tarihe belge bırakmak maksadıyla telefon özrünü yeterli bulmaması üzerine de telefon özrünü bir mektupla teyit etmiştir…
Gabi Aşkenazi, kendi Kara Kuvvetleri Komutanı Avi Mizrahi’nin, Sayın Başbakan’ın, Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e yapmış olduğu “Siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz!” temalı çıkışı üzerine, Kıbrıs’ı, Ermenileri ve Kürtleri diline dolayarak söylediği “Bize, -Siz öldürmeyi yi bilirsiniz- diyen Türk Başbakanı, aynaya baksın…” şeklindeki ithamları üzerine açmış olduğu telefonda ve yazmış olduğu mektupta; “TSK ile ilişkilere önem veriyoruz. Kara Kuvvetleri komutanının ifadeleri kişisel görüşleridir ve İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin görüşlerini temsil etmemektedir. Hayal kırıklığına uğradım ve gerekeni yaptım…” anlamında laflar etmiştir(1).
21 Şubat 2009 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’nde bulunan ve Musevi asıllı Türk iş adamı Jak Kamhi’nin açıklamalarına dayanan “Peres Türkiye için Obama’yı Aradı” başlıklı haberde verilen bilgiler ise çok daha ilginç ve önemliydi. Habere göre; Davos gerginliğinden sonra İsrail’e gittiğini ve öteden beri zaten irtibatta bulunduğu İsrail devlet adamlarıyla görüştüğünü ifade eden Jak Kamhi şunları söylüyordu;
“Şimon Peres’le yaptığım görüşmede Başbakan Erdoğan’ın Davos’u terk etmesinden sonra ABD Başkanı Obama’yı aradığını zannediyorum. Peres’in konuşmasından Türk-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi için Obama’dan yardım istediğini anladım. Peres’in ‘Türkiye bizim için önemli. Türkiye olmazsa İsrail olmaz. Türkiye’yi kaybedemeyiz. Türkiye’nin desteğini bizden kesmesi felaket olur’ dediğini sanıyorum. Çünkü aynı şeyleri bana da söyledi. ‘Türkiye bizim için önemli. Türkiye olmazsa İsrail olmaz. Türkiye’yi kaybedemeyiz. Türkiye’nin desteğini bizden kesmesi felaket olur’ diyor”.
Habere göre Jak Kamhi, İsrail’e gitmeden önce ABD’ye giderek üst düzey görüşmeler yaptığını da söylemiş. Aynı haberde, Barack Obama’nın ABD Başkanı seçilmesinden sonra Ankara’ya resmi ziyarette bulunan ilk ABD yetkilisi olan Temsilçiler Meclisi Türkiye Grubu Eş Başkanı Demokrat Robert Weksler de Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan ile yapmış olduğu görüşmelerde; “Türkiye ve İsrail’in birbirinden uzaklaşmamasını, iki ülke ilişkilerinin daha da güçlenmesini beklediklerini” dile getirmiştir.
Eğer yazmış olduklarımı sürekli okuyan okuyucularım varsa onlar mutlaka hatırlayacaklardır. 2 Şubat 2009 günü, yani Davos gerginliğinin hemen ertesinde kaleme almış olduğum “Van Minıt Peres ve Teres” başlıklı yazımda şöyle demiştim:
“… Dikkat ettim, nakil ve alıntı adı altında İsrail’e demediğini bırakmadı. ‘Barbar’ dedi, ‘zalim’ dedi, ‘katil’ dedi, ‘haydut devlet’ dedi. Hatta ‘İnsanlık suçlusu’ bile ilan etti. Hızını alamayıp salondaki seyircileri de aynı suça ortak etti. Yine hızını alamayıp, hiçbir ayırıma tabi tutmaksızın bütün diplomatlarımızı ‘Monşer’ ilan etti. Özetle kaş yapayım derken büsbütün göz çıkardı Başbakan. Sahnede Türk Milleti’ni onurunu korumaya matuf cümleler yerine, sanki bir Filistin ve Arap temsilcisi gibi davrandı. Hiç gereği yokken Türkiye’yi tam da Gazze olaylarının merkezine oturttu. Haksız yere Türkiye’yi İsrail ve ABD ile karşı karşıya getirdi…
Bu bakımdan Başbakan’ın en kısa zamanda öfke kontrolü ve diplomasi eğitimi alması şart gözüküyor. Tabi en önemlisi de asgari seviyede de olsa yabancı dil eğitimi. Yoksa “Olmaz! Van minıt, van minıt” şeklindeki tarzancası ile sürekli David R. Ignatius gibi teresleri pataklamak suretiyle konuşmak zorunda kalacaktır. Bu da hoş bir durum olmasa gerekir. Öte yandan, bölgede yalnızları oynayan İsrail, Türkiye’ye muhtaç bir ülkedir. Bu yüzden Başbakan, değil parmağını Şimon Peres’in gözüne sokarcasına konuşmak, daha başka şeyler de yapsa, İsrail Türkiye’yi gözden çıkaramaz…”(2). Daha başka şeylerden maksadımın, fiili saldırı, yani tekme tokat olduğunu herhalde tahmin etmişsinizdir(3).
Bu görüşlerime mesnet olarak da aynı yazımda İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in, Gazze Oturumu’nun ertesi günü bazı gazetecilere yapmış olduğu “Türkiye ile sorun istemiyoruz. Bizim Filistinlilerle (yeterince) sorunumuz var. Bunu kişisel veya ulusal bir sorun olarak görmüyorum. İlişkiler olduğu gibi kalabilir. Ona olan saygım değişmedi. Bu bir görüş alış verişiydi ve görüşler görüştür. Türkiye, İran’a bir cevap olmalı. Ortadoğu’ya bir seçenek sunuyorlar. Umarım bunu yapmaya devam edecekler” şeklindeki açıklamalarını göstermiştim.
3 Şubat 2009 günü kaleme aldığım “Sahne-2-Cekim-1 Motor” başlıklı yazımda ise Davos olayı üzerine İran tarafından Türkiye’ye verilen desteği konu edinerek şunları dile getirmiştim:
“… İran’ın bu desteğine karşı İsrail hariciyesinin hemen devreye girdiği ve Türkiye ile gerilen ilişkileri tamir etmeye hazır olduklarını Türk Dışişleri Bakanlığı’na ilettikleri söyleniyor. BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un konuya ilişkin açıklamaları da bir hayli yumuşak. Bütün bunlara sebep, elbette Başbakan’ın Davos’taki tavrı değil, Türkiye’nin coğrafi konumu, tarihi ve bugünkü misyonudur(Keşke vizyonumuz da coğrafi konumumuza ve tarihi misyonumuza uygun olabilseydi). İsrail, Türkiye’nin İran’a ve Arap dünyasına yakınlaşmasını istemezken, İran ve Suriye gibi Arap ülkeleri ise Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinin bozulmasını dört gözle bekliyorlar. Oysa her iki tarafın menfaati, Türkiye’nin hem İsrail ile hem de İran ve Arap dünyası ile iyi ilişkiler içinde olmasını gerektiriyor. Tabi Türkiye’nin menfaati de…”(4).
Bugün gelinen noktada gerek İsrail Genel Kurmay Başkanı Korg. Gabi Aşkenazi’nin Genel Kurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’a açmış olduğu özür telefonu ve bunu teyit eden mektubu, gerekse Jak Kamhi ve ABD Temsilçiler Meclisi Üyesi Robert Wexler’in açıklamaları, bizi haklı çıkaran verilerdir. Özellikle Robert Wexler’in konu hakkındaki görüşleri bizim için önemlidir. Çünkü o, hem ABD Temsilciler Meclisi Türkiye Grubu Eş Başkanı, hem de ABD Başkanı Barack Obama’nın en yakınında olan kişilerden birisidir. Dolayısıyla onun görüşleri, aslında Hüseyin Barack Obama’nın ve ABD’nin resmi görüşü olarak algılanmalıdır.
Bu bakımdan genel olarak Anadolu’yu bize yurt yapan atalarımıza, özelde de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları olan Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarına minnet borcumuz vardır. Bu sebeple içimden, tıpkı Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Şehitleri’nin değerini anlatırken;
“Öyle büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi,
Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi.” şeklinde dile getirdiği gibi haykırmak geçiyor atalarımız için;
“Öyle büyüksünüz ki; hâlâ kurtarıyorsunuz itibarımızı,
Size borçluyuz ceddim, ilimizi, töremizi, küllü varımızı” demek geçiyor.
Ben Başbakanı Davos’ta ve Diyarbakır’da Seviyorum!
Geçenlerde yaşı benden küçük olan bir arkadaşım;
– “Üstad” dedi, “Başbakana karşı biraz ön yargılı davranıyorsun. Yazılarınızda biraz bunu seziyorum…”.
Arkadaşıma dedim ki;
-“Yanılıyorsun. Benim kalemim, parmaklarım ve göz nurum kıymetlidir! Üstelik gözlerim ameliyatlı olduğu için çok daha kıymetlidir. Bu yüzden ben kalemimi, parmaklarımı ve göz nurumu sadece değer verdiğim kişileri tenkit etmek ve önemli gördüğüm olayları yorumlamak için kullanırım. Tıpkı, debbağın sevdiği deriyi yerden yere vurması gibidir bu. Davos’taki Başbakan’ı kim sevmez ki? Ah keşke orada dik duruşla dikleşmeyi birbirine karıştırıp, sonra da ‘Benim tepkim moderatöreydi’ şeklinde özür içeren laflar etmek zorunda kalmasaydı…” dedim.
Arkadaşım ikna oldu mu bilmiyorum. Ancak ben yine aynı görüşteyim. Ben Sayın Başbakan’ı Davos’ta ve Diyarbakır’da seviyorum. Hele hele 21 Şubat günü Diyarbakır meydanlarında Türk bayraklarının dalgalandığını görünce kendisine olan sevgim bir kat daha arttı. Protesto amacıyla Diyarbakır sokakları boşalmışmış, dükkânların kepenkleri kapalıymış! Adam sende. O gün Diyarbakır sokaklarında terör örgütü Pkk ve onun siyasi taşeronu DTP değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti vardı. Türk Bayrağı ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı vardı. Bu gururu bize yaşatan ise Başbakan Erdoğan’dı. Ben böyle bir başbakanı hiç sevmem mi? “Ne demek, Diyarbakır sokaklarında Türk Bayrağı’nın dalgalanmasından sevinç duymak. Bu, olağan bir şey. Orası da Türk vatanı değil mi?” diyebilirsiniz. Elbette öyledir. Ancak, olsun. Ben yine de Cumartesi günü Diyarbakır’daki Başbakan’la gurur duydum. Hükümetin, hem de başbakanın ağzından “Aynı güvenlik tedbirlerini sizin için de uygularız” taahhüdüne karşı bir türlü Gâvur Dağı’ndan öteye gidemeyen muhalefeti görünce, inanın her geçen gün Sayın Başbakan’a karşı saygım biraz daha artıyor. Bu, tıpkı, Mehmet Akif’in, “20 yüzlü adamları gördükçe ikiyüzlü insanlara karşı saygım artıyor” demesi gibi bir şeydir.
Ancak benim Sayın Başbakan’a olan saygım, kendisini eleştirmeyeceğim anlamına da gelmiyor. Kamu araç ve gereçleri ile kamu görevlisi olan Devlet Memurlarını kullanmak suretiyle siyasi amaçlı geziler ve mitingler düzenleyen Başbakan’ı elbette tenkit ederim. Çünkü bu durum, siyasi rakipleri karşısında kendisine bir üstünlük sağlamaktır. AKP’nin siyasi şovlarının masrafını devletin ve vatandaşın sırtına yüklemektir. Adıyaman meydanını Türk bayraklarıyla donatan Başbakanla elbette gurur duyarım. Ancak meydanın ortasına yerleştirilen T.P.A.O’na ait bir vincin üstüne dev ekran asarak siyasi şov yapan Başbakanı ve AKP’yi elbette tenkit ederim. Başbakanlığın resmi araçlarıyla; ANA uçağı ve OBA helikopteri ile seçim gezileri yapılmasını, aklı başında her Türk vatandaşı gibi elbette ayıplarım. TOKİ’nin anahtar teslimi ve temel atma törenlerinin siyasi miting günlerine isabet ettirilmesini elbette hazmedemem. Seçim öncesinde, halka yapılan yardımlardaki gözle görülür yoğunlaşmada elbette bit yeniği ararım. Bu, vatandaş olarak benim en doğal hakkımdır(5).
Görmediğin Bir Dosyası Olmuş Çekmiş Telini Koparmış!
Yazmış olduğum yazılarda Başbakan’a karşı ön yargılı olduğumu söyleyen bir arkadaşım olduğunu yukarıda söylemiştim. Aynı arkadaş, Deniz Baykal ve CHP hakkında neden yazmadığımı da söylemişti. O gün ona şu anlamda laflar ettiğimi hatırlıyorum: “Deniz Baykal hakkında yazı yazmamam, ona değer verdiğimden değil, aksine hiç değer vermediğimdendir. Deniz Baykal ve CHP, haklarında yazı yazılacak hangi işi yapıyorlar da yazmaya değer bulayım? Kemal Kılıçdaroğlu da olmasa, hepten bitikler. Allah’tan Kılıçdaroğlu, Nemçelü’ye karşı yalınkılıç akınlar yapan Kara Murat misali kılıcını çekti de ortalığa bir hareket ve bereket geldi. Keşke bu tip adamların meclisteki sayıları biraz daha fazla olabilseydi…”
Deniz Baykal’a bakar mısınız lütfen: Eline almış kırmızı bir klasör, her önüne gelen yerde “Al sana dosya!” deyip sallayıp duruyor. TBMM kürsüsünden sonra Adana ve Kocaeli mitinglerinde de salladı bu klasörü. Bu klasörü gayrimeşru yollardan olmak üzere; Almanya’dan mı getirtti, yoksa adamlarını gönderip kırtasiyeciden mi aldırdı emin değilim. Çünkü bizim kırtasiyecilerde bu kırmızı klasörden çok var! Bu bakımdan Sayın Deniz Baykal’ın her önüne gelen yerde “Al sana dosya” diye boğazını yırtarcasına avaz avaz bağırmasını doğru bulmuyorum. Bu durum tam da “Görmediğin bir oğlu olmuş çekmiş çükünü koparmış” biçimindeki Türk atasözünü hatırlatıyor bize. Bununla birlikte, Deniz Baykal’ın bu klasörü olur olmadık yerde sallamasını nasıl doğru bulmuyorsak, RTÜK Başkanı Zahid Akman’ın fukara sümüğü gibi koltuğuna yapışıp kalmasını da o derece doğru bulmuyoruz. Zira bize göre de Zahid Akman, artık Zaid Akman olmuş durumdadır. Yani zühd ve takva sahibi (Zahid) bir adam olmaktan çıkıp, fazlalık ve gereksiz (zâid) bir adam pozisyonuna düşmüş durumdadır. Bundan sonra onun RTÜK’de geçen her anı, AKP’nin millet nezdindeki hesap defterine yazılan zarardır.
Partiler Safralarını Boşaltıyorlar Ya Millet Ne Yapsın?
Özel işlerinde ve ilişkilerinde bazı usulsüzlüklere ve yolsuzluklara bulaştıkları gerekçesiyle bazı milletvekillerinin partilerindeki pozisyonlarında vuku bulan değişmeler demokrasimiz adına iyi bir gelişme gibi görünüyor ise de, bu tam bir siyasi göz boyacılığından ibarettir. Örneğin AKP’li Şaban Dişli ve Mir Dengir Mehmet Fırat ile CHP’li Mehmet Sevigen’in, partilerindeki pozisyonlarının değişmesi, yani partilerinin etkili ve yetkili organlarından istifade ettirilerek sıradan vekil durumuna düşürülmeleri, belki ilk bakışta göze ve kulağa hoş geliyor. Ancak bu adamların milletvekillikleri ve tabiî ki yasama dokunulmazlıkları hâlâ sürmektedir. Tabi milletin bu adamlara ödemek zorunda olduğu yüksek dereceli maaşlar da. E o zaman ne anladık biz işten.
Öyle ya; madem bu adamlar, partilerindeki etkin görevlerden uzaklaştırılacak derecede kusurlu görüldüler, o zaman millete karşı da kusurlu davranmışlardır. Milletin, kendilerine verdikleri vekâlet görevini ve milletin kendilerine duydukları güveni kötüye kullanarak kendilerine şahsi menfaat sağlamışlardır. O takdirde Türk Milleti’nin itibarı, CHP’nin veya AKP’nin itibarından çok daha önemsiz midir ki; bu adamlar sadece partilerinin yetkili organlarından istifa etmekle iktifa ediyorlar. Madem bu adamlar, milletin güvenini kötüye kullandılar, o zaman milletvekilliğinden de istifa etmelidirler. Çünkü siyasi etik ve genel ahlak kuralları, bunu emretmektedir. Madem AKP ve CHP, bu adamları pasifize ederek bir anlamda bağırsaklarındaki safrayı dışarı attılar, o zaman milletin de bu insanlardaki vekillik sıfatını gere alarak bir anlamda bağırsaklarındaki ifrazatı kusarak veya başka bir yolla temizlemesi gerekmez mi? Umarım, Türk Milleti, bir gün gelir bu imkânı da yakalar. İnanıyorum ki; işte o gün, Türkiye tam olarak demokrasiye geçmiş demektir…
_____________
1- bkz. 21 Şubat 2009 tarihli Yeni Şafak Gazetesi, “İsrail Genelkurmay Başkanı Özür Diledi” başlıklı haber, s.12.
2- bkz.
3- Bizim bu cümleleri yazmamızdan yaklaşık 20 gün sonra Başbakan’ın ağzından dökülen cümleler, bizim aklımıza gelenin, az kalsın milletin başına geleceğini göstermektedir. Çünkü Başbakan, 21 Şubat günü Diyarbakır’da yapılan parti mitinginden dönüşte uçakta gazetecilerin “Davos’ta moderatöre omzunuza dokunduğu an vurmayı düşündünüz mü?” şeklindeki sorusu üzerine şöyle demiş: “Öyle bir şey geçti içimden. Gittim geldim yani. Omzuma elini attığı anda orada denge değişti. Çünkü böyle bir edepsizlik, böyle bir terbiyesizlik olmaz. Moderatör, Başbakan’ın omzuna el atacak…”(bkz. internet adresinde bulunan 23.02.2009 tarihli, “Ergenekon’un bedeli gelecekte çıkacak” başlıklı ve İsmail Küçükkaya imzalı haber).
4-
5- Bu konuda daha geniş bilgi için bk. tr. isimli internet sitesinde bulunan Abdullah Karakuş imzalı ve “Kamu araçlarıyla AKP mitingine gidilir mi?” başlıklı haber, 23 Şubat 2009.
Bir yanıt yazın