DGM savunması
İfadeyle gelen itiraf
Cumhuriyet gazetesinde 26 Aralık 2001 tarihinde Sertaç Eş imzasıyla
yayımlanan haberde ‘terör örgütü kurmakla’ suçlanan Fethullah Gülen’in
DGM’ye verdiği ifadesi yer alıyordu. Haber şöyleydi
“Laik rejimi yıkarak yerine şeriat düzeni getirmek amacıyla terör
örgütü kurmakla suçlanan Fethullah Gülen, ABD’den gönderdiği yazılı
ifadesinde kendisini kutsallaştırdı. Gülen, kitaplarında
konuşmalarındaki cihat anlatımlarıyla suçlanamayacağını belirterek
aynı kavramın Kuranıkerim’de de emredildiği savunusunda bulundu.
Nurculuğun kurucusu olan Saidi Nursi ‘yi sadece bir İslam bilgini
olarak gördüğünü savunan Gülen, ”Nurculuğu anlatan kitapların yasak
olmadığını” söyledi.
Gülen, ”cumhuriyeti yıkarak yerine dini devlet kurmak amacıyla örgüt
kurduğu” iddiasıyla yargılandığı Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne,
ABD’li savcı Joann School ‘a verdiği sözlü ifadenin yanı sıra yazılı
ifadesini de gönderdi. Gülen, savunmasında ”Hizbullah’ı övdüğü”
yönündeki iddiaya yanıt vermedi. İfadesinde kendisini öven Gülen,
yaptığı savunmada, Atatürk’ün sözlerini de dayanak yaparak takıyye
yöntemine başvurdu. Kendi düşüncesinden etkilenenlerin uluslararası
alanda çalışmalar yaptığını kabul eden Gülen, ”Bu faaliyetlerin
netice itibarıyla Atatürk’ün gösterdiği ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’
hedefine hizmet ettiği anlaşılacaktır” dedi. Gülen, insanları cihada
yönelttiği savına ise kendisinin konuşmalarında ve kitaplarında savaşı
içermeyen cihadı işlediğini ileri sürdü. Gülen şu görüşlere yer verdi:
‘
‘Cihat, Kuranıkerim’de, hadisişeriflerde, bütün tefsir ve hadis
kitaplarında bahsi geçen, faziletleri anlatılan bir konudur. Hakkında
Türkiye’de de çok sayıda kitap yazılmıştır. Cihat ve faziletlerinden
bahseden, hatta onu emreden Kuran, hadis ve ilgili kitaplar ve
yazarları hakkında bugüne kadar hiçbir dava açılmamıştır.”
Televizyonlarda yayımlanan kasetinde müritlerine ”gizli, teknik ve
tedbirli olmaları” yönündeki öğüdünün nedenini açıklamakta güçlük
çeken Gülen, ”Bir insan hakkında bir iki sözüne dayanarak hüküm
verilmez” dedi.”
“İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad” kitabından alınmıştır
O’nun kaleminden cihad
Cihad ”c-h-d” kökünden türemiş, bütün gücünü kullanma mânâsına gelen
Arapça bir kelimedir. Diğer bir açıdan o, insanın güç ve takatini
sonuna kadar sarfederek her türlü meşakkati göğüsleyip belli bir
hedefe yürümesi mânâsını ihtiva eder ki, bu tarif cihadın şer’î
mânâsına daha yakındır. ”Cihad” sözcüğü, İslâmın zuhuruyla ayrı bir
hususiyet kazanarak Allah yolunda kavga vermenin adı olmuştur. Bugün
cihad denince de akla gelen mânâ budur. Allah yolunda verilen kavga,
içe doğru ve dışa doğru olmak üzere iki cephede cereyan eder.
İçe doğru verilen mücadeleyi, insanın kendi özüne erme gayreti, dışa
doğru verilen mücadeleyi de başkalarını özlerine erdirme ameliyesi
olarak tarif edebiliriz. Bunlardan birincisine ”büyük cihad” ,
ikincisine de ”küçük cihad” , denir ki, birincisiyle; insanın kendi
özüyle arasındaki engelleri aşıp nefis ma’rifetine ve neticede de
marifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanîye ulaşması, ikincisiyle
de, imanla insanlar arasındaki manialar bertaraf edilerek, herkesin
imana ulaştırılması ve ma’rifet-i İlâhî ile tanıştırılması esas
alınmıştır.
Cihad, bir bakıma insanın yaratılış gayesidir ve yeryüzünde ondan daha
önemli bir vazife yoktur. Cihad-ı asgar (küçük cihad), sadece
cephelerde eda edilen bir cihad şekli değildir. Bu şekilde bir
anlayış, cihad ufkunu daraltmak olur. Cihadın yelpazesi, şarktan garba
kadar geniştir. Bazen bir kelime, bazen bir susma, bazen sadece yüzünü
ekşitme, bazen bir tebessüm, bazen bir meclisten ayrılma, bazen da bir
meclise girme, kısacası, yaptığı her işi Allah için yapma ve bu yolda
sevgi ve öfkeyi O’nun rızasına göre ayarlama, bütünüyle İslâmî cihadın
şümulüne girer. Bu şekilde hayatın her sahasında, cemiyetin her
kesiminde, toplumu ıslah adına sürdürülen bütün gayretler bu cihad
cümlesindedir. Aile, yakın ve uzak akraba, komşu ve belde, derken
daire daire bütün dünya sathında yapılan her cihad, cihad-ı asgardır.
Cihad-ı asgar, bir mânâda maddidir. Mümin, bu muvazene içerisinde
yapacağı cihadla dirliğini ve diriliğini bulan insandır. Ve o, cihadı
bıraktığı anda öleceğini bilir.
Gülen’e göre cihad en yüksek idealdir ve mümin dünyaya hâkim olmaya
çalışmalıdır.
FETHULLAH GÜLEN’İN “İ-LÂ-YI KELİMETULLAH VEYA CİHAD” KİTABINDAN SEÇMELER:
‘İslam hayatı yaşama hâkim olmalı’
Maddi ve manevi cihad, İslami hayatın en büyük müeyyidi ve
müeyyidesidir. Müminlerin hayatında cihad ruhu söndüğü zaman, yavaş
yavaş iman ve İslam aşkı da söner. Etraflarını çepeçevre fitne
kıvılcımları, hatta fitne alevleri sarar; fitneler de hep fitne
doğurur ve neticede evleri, sokakları, çarşı ve pazarları hep birer
mel’anet yuvası haline gelir de, artık onlar bu korkunç hadiseler
karşısında bile en ufak bir reaksiyon gösterme gayreti taşımazlar.
Ayrıca, kalplerden cihad arzu ve iştiyakının silinmesi nisbetinde
vahyin bereketi, ilahi maksadı anlama aşk ve şevki de kaybolur gider.
Çünkü, kalpler artık ilham-ı ilahi’nin indiği yerler olmaktan çıkmış,
dolayısıyla kişiler de ilahi esrardan nasipsiz hale gelmişlerdir.
Böylelerinin geceleri de karanlıktır, gündüzleri de. Ferdin, ailenin
ve topyekûn bir cemaatin ma’mure olması, Allah’ın yüce adının
ufkumuzda şehbal açması istikametinde gösterilecek gayretlere
bağlıdır. Eğer bir cemaat de bu ruh ve bu aşktan mahrum ise, bugün
olmasa yarın, yarın olmasa öbür gün cemiyetleri mutlaka başlarına
yıkılacak ve kendileri bu yıkıntının altında kalacaklardır.
Şu gerçek asla unutulmamalıdır; mühim olan neticeye ulaşmak değil hak
yolda bulunmaktır. Bu yolla Allah’ın rızasını tahsile ulaşma ise
Cenâb-ı Hakk kime takdir etmişse ancak ona müyesser olur. Müminler
için de Resul-i Ekrem’den (s.a.v) kalma bir vasiyet vardır. Evet O da
ümmetine büyük bir dava ve bir yüce gayeyi emanet ölçüsünde vasiyet
etmiştir. Bu emanet, dünya ve ukba saadetinin teminatı olan İslami
hayatın hayata hâkim olmasıdır. Bu mukaddes emaneti afâk-ı âlemde
temsil vazifesi, bugün bir borç olarak bize düşmektedir. Mümin, hayatı
boyunca hep bu idealle yaşayacak ve yine bu ideal uğruna sıcak denize
de, soğuk denize de açılacak… Sibirya buzullarında, Güney ve Kuzey
Amerika’ya kadar her yerde, güç ve hâkimiyetin ağırlığını
hissettirecektir. Zira Allah (c.c), müminin, kâfirlerin hâkimiyeti
altında yaşamasına razı değildir. Bir mümin, kâfirin emri altında
yaşamaya razı olmuşsa, o, İslâm’a ve imâna ait her şeyi kaybetmiş
demektir; ve böyle birinin yaşamaya hakkı da yoktur. Zaten yaşaması da
bir mezellettir.. ahireti de mezellet olacaktır. Bu itibarla bir
müminin, bin bir ihtimamla yaşatacağı en mukaddes duygu ve düşünce,
cihana hâkim olma duygu ve düşüncesi olmalıdır. Bunun için de, önce
çevresinden işe başlamalı ve gücü nisbetinde bu daireyi genişletmenin
çarelerini araştırmalıdır. Bu mevzûda himmet öyle âli tutulmalıdır ki,
perspektife bütün cihan alınmalı ve sistem de ona göre akord
edilmelidir.
‘Uğruna can feda edilmeli’
‘Cihad hayat kaynağıdır’
Cihad, Müslümanları her zaman canlı tutan bir hayat kaynağıdır.
Maddi-manevi cihaddan mahrum bırakılan bir millet fertleri arasında
hemen dahili sürtüşmeler baş gösterir ve o millet, içten içe kokuşmaya
başlar. Osmanlı bunun son misalidir. Elbette başka milletler gibi
Osmanlı’nın kokuşması da bir kaderdir. Ama, bunun kendine göre
sebepleri vardır. Hükümdarlar, saraylarda sefil zevklerini yaşamaya
koyulup ”i’lâ-yı kelimetullah” ı ihmale uğratır ve onların bu
gevşekliği, orduya da sirayet ederse, devletler muvazenesindeki yerini
kaybetmenin yanında, ebedi bir sefalet ve ardı arkası kesilmeyen
dahili boğuşmalar sürer gider. Evet, işte bu dahili sürtüşmeler idi ki
koskoca bir devlet-i aliyyeyi yedi, bitirdi. Biz cihadı terkettiğimiz
günden itibaren içimizde fırkalar türedi ve şu anda mevcud olan bütün
fırka ve fraksiyonlar ta o devirde atılan menfi tohumların, cehennem
zakkumlarının neşv ü nema bulmuş şekillerinden başka bir şey
değildir.. ve bu öldürüp bitiren durumdan kurtulmanın bir tek çaresi
vardır, o da cihaddır. Cihad, bir müminin uğruna canını feda
edebileceği en tatlı bir mefkûre ve en yüksek bir idealdir. Zira
mümin, kendi teri içinde boğulma veya kendi kanıyla abdest alma gibi
bir payeyi ancak cihadla elde edebilir.
FETHULLAH GÜLEN KENDİNİ ANLATIYOR:
‘Cihad fiilen yerine getirilmek zorundadır’
Dünya hayatında herkese düşen bir vazife vardır; hiçbir şeyin
kararında kalmadığı, servetlerin payimal olup ümranların harabeye
döndüğü ve insanlara ötede, ancak buradan gönderdiklerinin fayda
vereceği şu dünyada herkes, kendi durumuna göre mutlaka bir şey
yapmalı ve gitmeden ötelere bir şey göndermelidir. Şu kat’iyen
bilinmelidir ki, ölümle herkesin amel defteri kapanacak ve herkes,
yaptığıyla kalacak, ancak, dinine, milletine, ırzına namusuna ve diğer
korunması gereken şeylere zarar gelmesin diye kendini Allah yoluna
adayanların ve her şeyleriyle yüce İslâm dâvâsına hizmet edenlerin
defterleri asla kapanmayacaktır. Bir hadis-i şerif bunu ne güzel izah
eder: ”İnsanın ölmesiyle her ameli kesilir; ancak Allah yolunda
mücadele edenin ameli, bundan müstesnadır: Onun ameli, kıyamet gününe
kadar nemalanır ve kabir fitnesinden de emin kılınır.” (1)
Açılan yol
Çünkü o bir çığır açmıştır ve dolayısıyla, kendisinden sonra o yolu
takip edenlerin hasenatının bir misli ona da yazılacaktır. Hem o,
kabrin fitnesinden ve dehşetinden de emin olacaktır; zira o, gerçekten
ölmemiştir ki kabir azabına düçar olsun. Sadece cismaniyeti itibariyle
yer değiştirmiş; geride bıraktıklarıyla da hâlâ insanların gönlünde
yaşamaktadır.
Hz. Muhammed (s.a.v) ‘e, Raşid Halifeler’e ve sahabeye ”ölü” diyenin
kendisi ölmüştür. Onlar öyle bir çığır açmışlardır ki, uğradığımız
yolun her girizgâhında onlara ait bir kısım eserler görürüz ve her
görüşte yüzümüzü yerlere sürer ve ”Payidâr olun. Bu yolu açtınız ve
bize rahat ve emniyet içinde yürüme imkânı hazırladınız” deriz. Bu
sebeple, onların fazilet, meziyet ve hasenâtları üst üste yığılmakta
ve tâ Arş’a kadar yükselmektedir. Zaten onlar kabir azabından da
emindirler. Çünkü kabir azabı ölü ruhlar, ceset insanları ve dini,
hayata hayat yapmayanlar; yani hakikat-ı Ahmediye’ye gönül vermeyenler
ve Kur’ân’ı Rehber edinmeyenler içindir. Bu itibarla da, hayatını
bunlarla donatmış, mamur etmiş bir insanın kabir azabı çekmesi
düşünülemez.
Yine cihadla alâkalı fahr-i kâinat Efendimiz, şöyle buyururlar:
”Kişinin kendisini bir gece Allah’a adaması, gündüzünde oruç tutulan,
gecesinde de ibadet edilen bin günden daha hayırlıdır.” (2) Bir
tarafta bin gün oruç tutacak ve bin geceyi ihya edeceksiniz; beri
tarafta ise memleketi ve milletinizin içine sızmak ve kötülük yapmak
isteyen düşman karşısında silahınız omuzunuzda nöbet bekleyeceksiniz,
işte bu, öncekinden daha hayırlı ve Allah katında daha makbuldür.
Bir kısım müminler, cihad vazifelerini doğrudan doğruya ve fiilen
yerine getirir ve neticede, yukarıdan beri arzettiğimiz faziletlere
ererler. Bir kısım kimseler de vardır ki, onların cihada fiilen sahip
çıkması söz konusu değildir. Fakat onlar da, yaptıklarının karşılığını
Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu olarak diğerleri ölçüsünde alırlar. Yani,
imâna ve Kur’ân’a hizmet istikametinde hatta sırtına bir kerpiç alıp
taşıyan insanın dahi sa’yi heba olmaz. Meşveret planında meseleye
sahip çıkandan, icraya, ondan bu hizmette ayakçılık yapana kadar
herkes niyetine göre mutlaka mükâfatını alır. Kalemiyle cihada iştirak
eden yazardan, onun yazdığı şeyleri basıp dağıtan kimseye kadar,
herkes dolu dolu hissesini alır. Öyle ise herkes, bu örfaneye Rabbin
kendisine bahşettiği imkânlarla iştirak etmeli ve umum neticeye ortak
olmaya çalışmalıdır.
1) Tirmizî, Fedâilü’l-Cihad, 2; Ebû Dâvûd, Cihad,16;0 Müsned, 6/20
2) İbn Mâce, Cihâd, 7
Fethullah Gülen’in “İ-lâ-yi Kelimetullah veya Cihad” kitabından alınmıştır.
FETHULLAH GÜLEN KENDİNİ ANLATIYOR:
‘Cihada her an hazır olmalıyız’
İnanan insanlar, gelecek adına ve endişe verici ciddi tehlikeler
karşısında daima hazırlıklı olmalı, ihtiyat akçası gibi sıhhatlerinin,
gençliklerinin bir miktarını mutlaka bu işe ayırmalı ve hayat
düzenlerini ona göre dizayn edip ayarlamalıdırlar ki, her türlü gaile
karşısında paniğe kapılmasın ve şaşırıp kalmasınlar.
Kur’an-ı Kerim’in bu mevzuata terğib ve teşviki vardır. ”(Ey
insanlar!) Onlara karşı, Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve
bunların dışında Allah’ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak
üzere, gücünüzün yettiğince kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Allah
yolunda sarfettiğiniz her şey size haksızlık yapılmadan, tamamen
ödenecektir.” (Enfâl, 8/60)
Maddi cihad
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de, günün şartları çerçevesinde şöyle buyurmaktadır.
”Kim atını Allah yoluna adar ve bir yerde beslerse; muhakkak onun
doyması, suya kanması, pisliği ve idrarı kıyamet günü sevap kefesine
konulacaktır.” (1) Hadis, maddi cihad adına hazırlıklı olmayı bu
şekilde teşvik etmektedir. Başka bir hadislerinde de efendimiz,
sahabenin ”Atlar hakkında ne buyurursunuz ya Resulallah?’ ‘ sorusuna
şöyle cevap vermişlerdir: ”Atlar üç nevi insan için üç türlüdür: At
ırkı bazı adam için sevaptır, bazı adam için (fakirlik ve
ihtiyaçlarına) bir perdedir, bazısına da boynunda bir vebaldir. At
kendisi için ecir olan kimseye gelince, o atını Allah yolunda (cihad
için) bağlamıştır ve atını da bol otlu geniş bir sahada veya bir
bahçede uzatmıştır. Bu bol otlu sahadan yahut bahçeden atın bu uzun
ipinde iken yediği her ot, at sahibi için haseneler olmuştur. Atın ipi
kopsa şahlanarak bir veya iki yükseklik veya bir iki şart koşsa, yerde
onun bıraktığı gübreleri ve izleri sahibi için haseneler olur. Bir de
hayvan bir nehre uğrayıp da ondan içerse -sahibi sulamamış olsa bile-
bu su da sahibi için haseneler olur… Bir kimse de atını övünmek için
yahut riya için ve İslam ahaliye düşmanlık için bağlarsa, bu hayvan da
onun için bir vebaldir.” (2)
‘Mesele at değil’
At, belli bir dönemin en süratli nakil ve harp vasıtası olduğundan,
hadiste mesele at bazında ele alınmıştır. Günümüzde ise bu tablo
değişmiştir. Şu anda insanımız, at yerine taksiye, otomobile
binmektedir. Öyleyse, at ile ilgili hüküm aynen günümüzün modern
vasıtaları için de geçerlidir. Araba vardır, sahibi için vizrdir;
çünkü sefahat ve günahlarda kullanılmakta, bazen de İslam düşmanlığına
vasıta yapılmaktadır. Araba vardır, sahibi için sitrdir. Kişi, onunla
hem meşru işlerini görür, icabında gelir kaynağı olarak kullanır,
fakat hiçbir zaman onun, boynunda ve üzerinde Allah’ın hakkı olduğunu
da unutmaz. Araba da vardır, Allah yoluna adanmıştır. Onunla köy köy
dolaşılır, içine mürşidler konulur ve va’z u nasihata muhtaç yerlere
gidilir. İşte bu arabanın yaktığı her damla benzin, ona harcanan her
kuruş para, egzoz borusundan çıkan gazlar, insanı rahatsız eden
gürültü ve tekerleklerin temas ettiği çamur bile bütünüyle kişinin
defter-i hasenâtına yazılır.
Devamlı sevap yazan kalem
Tekerlekler, onun hasenâtı hesabına çalışan fabrika çarkları gibi
devamlı hasenât imal eder. Bu da, kişi için ecir olacaktır. Arabanın
içine giren de, dışına çıkan da ve arabanın yolda bıraktığı iz de,
devamlı sevap yazan bir kalem vazifesi görür. Bu sebeple, aldığı
arabayı hizmete vakfeden, hiç olmasa ayda bir-iki defa sağa sola gitme
vazifesini onun sırtına yükleyen ve ”Bu arabanın alınmasının asıl
gayesi neşr-i hak yapmaktır” diyen kutlu insanı, cidden takdir,
tebrik ve tebcil ederiz. Bu bir hazırlıktır ve bu hazırlığın,
geleceğin teminatı bakımından taşıdığı ehemmiyet ise her türlü izahtan
varestedir.
(1) Buhârî, Cihâd, 45; Nesâî, Hayl 11. (2) Buhârî, Cihâd, 48, İ’tisâm
24; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 10. Fethullah Gülen’in “İ-lâ-yi
Kelimetullah veya Cihad” kitabından alınmıştır.
FETHULLAH GÜLEN KENDİNİ ANLATIYOR:
‘Gerçek diriliş cihadla gerçekleşir’
Müminde uyarılması gereken en yüce duygu, cihad duygusudur. Cihad
duygusuna sahip olmayan insanlar, mezar taşlarından farksız
sayılırlar. Evet onlar, başka değil, sadece ölülerin
temsilcileridirler. Böylelerine, Allah’ın kat’iyen nazar-ı merhametle
bakması düşünülemez. Kendini Cenâb-ı Hakk’ın yüce adını anlatmaya
adamamış bir insan, hedefsiz sayılır ve camidlerden farkı yoktur.
İnsan, cihad ruhu ve mücahedesi nispetinde canlılık kazanır. Zira o,
ancak cihadla kendini, ailesini ve milletini ihya edip koruyabilir.
Gerçek diriliş, ancak cihadla gerçekleşir. Ve insanın attığı en büyük,
en kudsi, en verimli, en semereli adım, mücahede ve mücadele
istikametinde attığı adımdır.
Rasûl-i Ekrem’ in (s.a.v), genel ıslahatları arasında ölümden
korkmayan, hak bildiği yoldan dönmeyen, olabildiğince zinde bir
cemaati ve aktif bir kadroyu yetiştirmiş olması, O’nun en dikkat
çekici hususlarındandır.
Bu cemaat sürekli mefkûreleri uğrunda mücadele vermeyi düşünüyordu ve
hatta ölümsüzlüğün sırrını onlar bu şekilde çözüyorlardı. Cihad
sayesinde kıyamete kadar defterleri kapanmayacak ve böyle ebediyen
yaşamış olacaklardı. Maddeten ölüp gitmiş olsalar bile, İslam uğruna
katlandıkları, göğüs gerdikleri mehâlikten (tehlikelerden) ötürü,
bizler ve bütün gelecek nesiller onları hep hayırla yâd edecek
olduktan sonra, onlara nasıl ”öldü” diyebiliriz ki?
İnsan ötelere inanınca cihad en yüksek bir mefkûre, en tatlı bir ideal
ve en yüce bir düşünce olur. İşte sahabede gelişen duygu ve düşünce de
buydu. Bedir’e gidebilmek için birbiriyle yarışıyor.. Çocuklar sırf
harbe iştirak edebilmek için parmaklarının ucuna dikilip büyük
görünmeye çalışıyor ve geride kalanlar harbe katılmadıklarından dolayı
müteessir oluyordu (1). Teknik, teknoloji ve sanayide kat edilen
terakki, tek başına Müslümanları içine düştükleri çukurdan çıkaramaz.
Cihad, bir farz-ı kifayedir. Ancak bu vazife günümüzde olduğu gibi
sistemli olarak hiç kimse tarafından yapılamaz ve bütün bütün ihmale
uğrarsa, işte o zaman farz-ı ayn haline gelir ve her fert teker teker
ondan sorumlu olur. Devlet de sistemli olarak cihad yapmalıdır. Bazen
cihad vazifesini ordu yüklenir; bazen de emniyet kuvvetleri ve her
ikisi de harici ve dahili tecavüzlere karşı cihad yapar. Asker bir
milletin cihadı ise cihanşümuldür. Zira o, yeryüzünde muvazene
unsurudur. Allah, ona bu misyonu yüklemiştir.
Ancak onun yeryüzünde muvazene unsuru olabilmesi de bu işi en kudsi,
en büyük vazife bilmesine bağlıdır. İşte böyle bir vazifeyi üzerine
alan bir millet bulunmadığı takdirde, yeryüzünde muvazeneden bahsetmek
de mümkün değildir. Ne acıdır ki 2-3 asırdan beri müminler,
başkalarının muvazenesinin piyonları haline gelmiş ve bir türlü
muvazenedeki gerçek yerlerini yakalayamamışlardır. Müminin camisi,
uyuşukların, miskinlerin yeri olmuş, tekkesi, zaviyesi aşktan mahrum
insanların yatıp kalktıkları izbeler haline gelmiş, medresesi,
skolastik Batı kültürünün tedris edildiği yer durumuna düşmüş ve
müminler, bu halleriyle meselelerini, eski çağların dehlizlerinde
anlatan insanlar durumuna düşmüş.. ve tabii, devrini idraktan mahrum
insanlar olarak da dünya muvazenesinde ortaya herhangi bir ağırlık
koyamamışlardır. Modern teknik ve teknolojide asrın önüne geçemedikten
aşk-vecd içinde Sahabe seviyesinde bir hayat yaşamadıktan, Allah’la
irtibat açısından tabiinin ibadet ü taatı ölçüsünde bir kulluk
sergileyemedikten sonra, Müslümanlık adına yapılacak pek bir şey olmaz
zannediyorum. Zira, asrını yaşamayan, problem ve dertlerine, kendi
asrına göre mualece ve müdahalede bulunamayan insanın, Müslümanlık
adına bir iş yapması da asla söz konusu değildir.
İslâmi onur ve gurur taşıyan her fert ve millet, mutlaka kendini cihad
vazifesiyle vazifeli olarak görmelidir. Zaten kendinde böyle bir
mesuliyet hissetmeyen fert ve milletlerin, İslâmi onur ve gururdan
nasipleri olduğu da söylenemez.
Cihad, öyle bir mükellefiyettir ki, bir cemaatin mutlaka kendisini bu
işe vakfetmesi ve ”ribat” yapması gerekmektedir. Böylece, iç ve dış
düşmanlardan gelebilecek maddi-manevi her türlü saldırı önlenecek ve
bu uyûn-u sahire (uyanık gözler) vasıtasıyla bütün bir millet, her
türlü felâket ve helâketten kurtulmuş olacaktır. Bu gayret içinde olan
insanların saniyeleri seneler, seneleri ise asırlar kadar bereketli
sayılır. Onlar daha dünyada iken ebediyeti yakalamış talihlilerdir.
(1) Bkz. Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6/69; Yusuf Kandehlevi, Hayâtü’s-ƒ
Sahâbe, 2/93-94.
Fethullah Gülen’in “İ-lâ-yi Kelimetullah veya Cihad” kitabından alınmıştır.
FETHULLAH GÜLEN KENDİNİ ANLATIYOR:
‘Cihad iç ve dış huzurun garantisidir’
Her millet, belli bir güce sahiptir. Eğer millet kendisindeki bu
potansiyel gücü dışa karşı harcamaz ve cihan hâkimiyeti uğrunda
kullanmazsa, iç bünyede anarşi ve huzursuzluklar başlar. Ferdlerin
birbirine düşmesi kaçınılmaz olur. Sokaklarda oluk oluk kan akar; her
köşe başında birkaç cenaze ile karşılaşılır. Artık bu ülkedeki
evlerde, ya ölen evladına gözyaşı döken dertli analar veya ölen
kocasına ağıt yakan gözü yaşlı dul kadınlar vardır. Anarşi, milletin
ırz ve namusuna kadar el uzatmıştır. Halbuki, gayesi yeryüzü
hâkimiyeti veya en azından yeryüzünde güçlü bir denge unsuru olmak
olan bir milletin, dahili sürtüşmelere vakit bulması sözkonusu
değildir. Ayrıca fertler arasında harici düşmana karşı birleşme gibi
bir dostluk bağının temin ve tesisi de bu yolla mümkündür. Bu da,
dahili sürtüşmeleri en alt seviyeye indiren vesilelerden biridir.
Bizim asıl gaye ve hedefimiz, ne mücerred manada dünya hâkimiyeti, ne
de dünya hâkimiyeti vesilesiyle dahili huzur ve sükunetin teminidir.
Belki bunlar, bizim asıl gaye ve hedefimizle irtibatlı semerelerdir.
Bizim asıl gayemize gelince o, yeryüzünde cenab-ı hakkın yüce ve
yüksek adının şehbal açmasıdır. Fakat bu neticeye ulaşabilmek için
milletçe güçlü, kuvvetli ve önüne çıkan manileri ortadan
kaldırabilecek kapasitede olmamız şarttır ve zaruridir. Esasen bu iki
şeyi birbirine karıştırmamak gerekir. Biz güç ve kuvveti hakkın
emrinde kullanmak için isteriz. Yoksa Müslümanın duygu ve düşüncesinde
hiçbir zaman tagallüp ve tahakküm için güç ve kuvvet talebi olmamıştır
ve olmaz da.
‘Dünyaya hâkim olmamız şart’
Kendisi mezellet içinde kıvranan bir milletin yüce hakikatleri temsil
etmesi imkânsızdır. Hele onun eliyle takdim edilecek hakikatlerin
başkalarınca kabullenilmesi hiç mi hiç mümkün değildir. Bu açıdan da,
bir milleti ayakta tutan bütün temel dinamiklerde en ileri seviyede
kuvvetimizi isbat etmemiz gerekmektedir. Ordumuz en modern silahlarla
mücehhez olmalı, maarifimiz, en yeni buluş ve bilgilere beşiklik
yapmalı; emniyet kuvvetlerimiz, üç-beş sergerdana teslim olmak bir
yana, adı anıldığında bütün dünya anarşistlerinin kalplerine korku
salacak derecede güçlü olmalı ve başka devletler dahi altından
kalkamadıkları anarşiyi bizlerle bertaraf etmek için devletimize
müracaatta bulunmalıdır. Maliyemiz, başkalarına ulufe dağıtacak
seviyeye yükselmelidir. Evet, cihanla hesaplaşabilmek için bunlar
şarttır. Yüce hakikatleri temsil edebilmemiz için de dünyaya hâkim
olmamız, ayrı bir şarttır. Bu şartın yerine gelmesi ise, ancak cihadla
mümkün olacaktır.
Fethullah Gülen’in “İ-lâ-yi Kelimetullah veya Cihad” kitabından alınmıştır.
FETHULLAH GÜLEN KENDİNİ ANLATIYOR:
‘Mümin cihada harç yapmalı’
Mümin, olabildiğince şefkatli ve mürüvvetlidir. Onun başkalarının
kurtuluşu için çırpınıp durmasının manası da işte budur. Hatta o, bu
uğurda başını kaldırım taşı gibi muhataplarının ayaklarının altına kor
ve onlardan gelecek her türlü hakarete sabır ve müsamaha ile
mukabelede bulunur. Fakat, içte anarşi ve huzursuzluk çıkaran
mütevacizlerin karşısına da tunçtan bir abide gibi dikilir ve ölümü
pahasına da olsa her türlü tecavüze sed çekmeye çalışır. Kur’an onu bu
vasfıyla tebcil eder ve ”Kâfirlere karşı alabildiğine onurlu ve
izzetlidir” (Maide, 5/54) der.
Mümin gerektiği zaman izzet ve onurunu maddi cihada harç yapar ve
kadınıyla, erkeğiyle, ihtiyarıyla, genciyle, hatta gerektiğinde
çocuğuyla devletin yanında yer alarak iç bünyeyi saran fesad
şebekesini ortadan kaldırıncaya kadar cihad ve kavgasını devam
ettirir. Çünkü mümin, firasetiyle de bilir ki, bugün kobralaşmış ve
insanlık sıfatını başka yerlerde bırakmış bir anarşiste veya teröriste
en küçük taviz vermek, yarın ardı arkası gelmeyen taleplere kapı
açmaktır. Bugün birinden, küçük dahi olsa bir talepde bulunan ve bu
talebinin kabul edildiğini gören anarşist, katiyen bununla tatmin
olmayacak ve her geçen gün çok daha başka tavizler koparmaya
çalışacaktır. Her taviz, bir başka talebe davetiyedir. Eğer bir gün
ırz, namus ve vatan dahi, bütün mukaddeslerimiz pazarlık masasına
getirilirse, bu verilen ilk tavizin acı fakat gerçek bir neticesi
olacaktır. Öyle ise mümin işin başında taviz vermemeye çok dikkat
etmeli ve bu mevzuda olabildiğine kararlı davranmalıdır. Mesela,
anarşistler ”Bugün dükkânlar kapanacak, kepenkler çekilecek” diye
ültimatom gönderseler, mümin, o gün bir başka mazeretinden dolayı
dükkânını kapatacak dahi olsa, her türlü mazereti bir tarafa atacak ve
gidip dükkânında oturacaktır. Bunu yapmak, onun için cihadların en
büyüğüdür. Bu, zulmün karşısına dikilip, fiilen zalimin yüzüne
tükürmek demektir. Bu, onun için açılan şehadet kapısıdır. Zira Allah
rasûlü, ”Malını müdafaa ederken öldürülen şehiddir” (1)
buyurmaktadır.
Diğer taraftan, bir anarşist elinde silah kapına dikilse ve anarşi
hesabına senden bir arpa tanesi dahi istese, vermemek için diretecek,
canını verecek, fakat o bir arpa tanesini vermeyeceksin. Çünkü, onun
ilk talebini yerine getirdiğinde bileceksin ki, aynı şahıs bir başka
zaman yine kapını çalacak ve seni ömür boyu yere baktıracak taleplerde
bulunacaktır. İşte o zaman, ilk defa kapının çalındığında, ne pahasına
olursa olsun diretip ölümü tercih etmediğine bin pişman olacaksın. Bu
mezellete meydan vermemenin çaresi, yine sensin. Sana ahirette ebedi
bir saadet ve mutluluk temin edecek olan şehadeti, üç günlük dünya
hayatına, hem de zillet içinde geçecek olan bir hayata tercih
edeceksin.
(1) Buhari, Mezalim, 33, Müslim, İman, 226.
Fethullah Gülen’in “İ-lâ-yi Kelimetullah veya Cihad” kitabından alınmıştır.
FETHULLAH GÜLEN KENDİNİ ANLATIYOR:
‘Ölüm Müslümanı sindiremez’
Günümüzde her türlü anarşi ve terör, dış mihraklıdır. Dış güçler bu
vesile ile bu cennet vatanı bir kaos cehennemine çevirmek
istemektedirler. Anarşi ve terörle zaafa uğratılan bir devlete her
türlü teklife boyun eğdirmekten daha kolay bir şey yoktur. İşte, dış
güçlerin arzu ettikleri de budur. Onlar, bu memleketi bir sömürü
ülkesi haline getirmek istemektedirler. Bütün anarşistler de onlara
uşaklık yapmaktadırlar. Ama inşallah onlar, istediklerini elde
edemeyeceklerdir. Ne var ki, sürekli olarak iç anarşi ile terör
mihraklarıyla uğraşmak, bizi varmak istediğimiz esas nokta açısından
geciktirebilecektir. Zaten düşmanlarımızın ikinci derecede arzuları
budur. Onlar, Müslümanın kendisine gelip güçlenmesinden, Kuran’da
ifade edilen, arslan önünden kaçan yaban eşeği korkusu ile
korkmaktadırlar. (1) Anarşi ve terörün hiçbir meşru yönü yoktur. Bazen
de anarşi ve terörü bizzat devletler yapar; Amerika’nın, Rusya’nın,
Çin’in yaptığı gibi… İşte o zaman da mümine düşen vazife, elindeki
bütün imkânları en son hududuna kadar kullanıp, onların karşısına
dikilmek olur. Mümin, her zaman ve her zeminde izzetle ölmeyi zilletle
yaşamaya tercih eden insandır. Ölüm, onu sindirip korkutamaz. Dış
güçler ve terörist devletler de bunu böyle bilmeli, böyle
bellemelidir.
(1) Bkz. Müddessir, 74/50-51.
Fethullah Gülen’in “İ-lâ-yi Kelimetullah veya Cihad” kitabından alınmıştır.
FETHULLAH GÜLEN KENDİNİ ANLATIYOR:
‘Cihad huzurun garantisidir’
Bir belde halkı zulüm ve işkence altında inlerken, zayıflar, kadınlar
ve çocuklar orada dua dua kurtuluş talep ederken, Kur’an mümine,
kendinse yakışan davranışı ve izzete giden yola şöyle talim
etmektedir. “size ne oluyor da, ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu
şehirden çıkar, katından bize bir veli (dayanak) gönder, katından bize
bir yardımcı lütfet’ diyen zayıf düşmüş (güçten, kuvvetten kesilmiş)
erkekler, kadın ve çocuklar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?”
(Nisa,4/75) Bu nasıl bir duadır ki, bu dua kendi yurt ve yuvalarından
çıkarılmak için yapılmaktadır. Zira orada Müslümanlar zayıf düşmüştür.
Hakkın kuvveti kesilmiş, parya muamelesi görmektedirler.
Halbuki o vatan, onların vatanıdır. O yurt ve yuvalar, onlara aittir.
Buna rağmen, oradan çıkarılmak isteniyorlar. İşte bu, bir mezellet ve
meskenettir. Ve işte bu, bir el-etek öpmektir. Tablo bu iken, durum bu
feci manzarayı sergilerken, Kur’an-ı Kerim: “Ne oluyor ki, siz hâlâ
Allah yolunda cihad yapmıyorsunuz?” diyerek muhatabı olan mümini
sarsmakta ve oma tevbihler üstüne tevbihler yağdırmaktadır. Biz, hakka
sahip ve arka çıkamadık. Kur’an’a yardım edemedik; dünyanın dört bir
yanında, onun bayraklaşması için gayret göstermedik. Maalesef, bugün
topyekün bir İslam cemaati olarak böylesine sefil, böylesine perişan
ve böylesine ser gerdanız. Sanki bütün çareler yok olmuş da, bizler
yapayalnız ve çaresiz kalmışız gibi bir durum sergilemekteyiz.
Ama hayır hayır! Mümin için, kendi sayinden ve kendi gayretinin
getirdiği semereden başka bir şey yoktur. Görülüyor ki, ister içten
içe kokuşmanın hasıl edeceği huzursuzluk, ister dahili anarşi ve
terörün getirdiği kaos, ister dıştan gelen tecavüzlerin getirdiği
ızdırap ve sıkıntı ve isterse Müslümanlara arız olan daha başka
dertler, evet, her türlü meselenin halledilmesi için tek bir çare
vardır. Oda, maddi-manevi cihad yapmaktır. Kısaca cihad, bizim dahili
ve harici huzur ve sükûnumuzun yegâne garantisidir.
Fethullah Gülen’in “İ-lâ-yi Kelimetullah veya cihad” kitabından alınmıştır.
Bir yanıt yazın