Hepimiz Filistinli mi olacağız, yoksa İsrail mi olduk?


İçim öfke dolu… Yazı adabını falan bir kenara bırakıp, sadece öfkemi boşaltmak istiyor canım bu günlerde…Taş taş üstünde kalmayan Gazze’de yerde yatan ölü bebek bedenlerini gördükçe, annelerine, babalarına, kafes gibi bir Gazze’de bile olsa tozlu sokaklarda oyunlarına daha doyamadan ölecek çocukları düşündükçe, çaresizliğimi, çaresizliğimizi; Filistin halkıyla dayanışmak, İsrail’in terörünü lanetlemek için katıldığımız imza ve yardım kampanyalarının, sokaklarda ve meydanlarda telin haykırışlarımızın acziyetini gördükçe, koskoca bir yanan ateş ve enerji topuna dönüşmek ve yok olmak; yok olurken de yok etmek istiyorum insanın insana gazabını yaşatan o insan müsveddelerini…

Bir avuç toprak parçası üzerinde, açlık ve yoksulluk içinde kapana kısılmış gibi yaşayan -ne yaşaması!- sadece hayatta kalmak için direnen bir avuç insana, o masum çocuklara nasıl kalkan olunabilir? O insanlara bütün kibir ve güçleriyle vuranlar nasıl engellenir?

Engelliyemiyoruz! Ve öfke ve nefret kaplıyor içimizi…

Yazmak anlamsızlaşıyor; Yazmak ne kelime, konuşmak anlamını kaybediyor… Sadece nefretimizi haykırıyoruz… Ama istedikleri tam da bu… Çünkü “gel gel” yapıyorlar… Ölüme, ölümün diline çağırıyorlar bizi… Ve biz gidiyoruz onların çağırdığı felaket diline…

O şiddet dili bir anafor gibi içine çekiyor bizi, dünyayı dolaşıyor, sokaklarımıza, evlerimize, ta içlerimize siniyor… Kırılganlaşıyoruz, korkuyoruz ve o dilin esiri haline geliyoruz.

“İsrail ve Hamas arasında savaş”tan bahsediyorlar mesela Gazze’de… “Savaş mantığı”ndan, “savaş kuralları”ndan, İsrail ordusunun savaşa “üç saatlik” ara vermesinden bahsediliyor… Hangi savaş? Ne savaşı? Savaş değil ki bu! Dev gibi bir ordu, saldırıyor! Gerekçeler üretiyor; yıllardır ambargo altında hapishaneye çevirdiği bir toprak parçasında yaşayanları “ama önce onlar saldırdı; bana atılan füzelere karşı güvenliğimi sağlıyorum” diye suçluyor ve sadece saldırıyor ve kadın, çoluk, çocuk ayırdetmeden yokediyor…

Güç, kibir, kin ve nefret dili
Ve bu model, bu mantık, bu dil alınıp taşınıyor bizim buralara… Hem taşınıyor, hem de oradaki durumdan burada dibine kadar faydalanmak, buradaki nefretlere meze yapabilmek için işlev kazanıyor.

Birileri Gazze felaketinden vazife çıkarıp, ırkçı kinlerini boşaltmak için fırsat yakalamışlar. Eskişehir’de bir takım “sivil toplum örgütleri” Filistin’e saldıran İsrail’i protesto eylemlerinde hedef olarak araya Ermenileri, Yahudileri ve Ermenilerin acılarını paylaşan, suskunluk karşısında özür dileyen 26 bin insanı da sokuşturmuşlar. Bir kapının önünde durup, “Bu kapıdan Yahudiler ve Ermeniler giremez, köpeklere giriş serbesttir” yazılı pankart asmışlar. Ermenistan’da bazı işyerlerine “Türkler ve Köpekler Giremez” yazılarını asanları taklit ederek, düşman belledikleri ülkenin ırkçılarıyla aynı nefret gemisine binmişler. İsrail devletinin Filistinli ve Arap kanına duyduğu nefrette, onları maruz bıraktığı aşağılamada olduğu gibi…

Bu dil sayesinde, İsrail’e olan nefret Yahudilere yöneliyor. Antalya’da İsrail yıldız voleybol takımını protesto gösterisinde bazıları kendilerini kaybediyorlar; “Yahudileri bize teslim edin”, “Müslüman polis Yahudiyi koruma” sloganlarına kadar vardırıyorlar işi…

Her taraf silah dolu… Vatan topraklarını kazdıkça altından silah, bomba, mermi fışkırıyor… Vatanı birbirine düşürdükten sonra kullanmak üzere sakladıkları silahlar… Silaha tapıyor bu mantığın sahipleri… İsrail’de olduğu gibi… İsrailli çocuklara Lübnan’a fırlatacakları füzeleri “sevmeleri” için, o füzelerle fotoğraf çektirip, üzerlerine “Lübnanlı çocuklara mesaj” yazdıran mantıkta olduğu gibi… O süper güçlü, savaş makinası “kahraman Tsahal ordularıyla” gurur duymayı öğrettikleri gibi…

Sözde vatanseverler yaratıyor bu dil… Bir internet sitesinde parçalanmış PKK’lıların cesetlerini “İşte PKK leşleri” diyerek, adeta pornografik bir zevkle sunuyorlar bazı “vatanseverler”… Yarattığı ceset manzaralarından insan olarak zerre kadar rahatsız olmayan, ölüm makinası haline gelmiş, insanlığını kaybetmiş İsrail ordusunun katılığında olduğu gibi…

Bu dil sayesinde, kullandıkları her cümlede en az bir-iki tane Fransızca kelime kullanan, nezih ve seçkin yaşam tarzlarına, markalarına pek düşkün, gayet “Batılı”, okumuş yazmış bazıları da “vatan-millet” dendiği zaman mangalda kül bırakmıyorlar. Her ağızlarını açtıklarında şiddet, nefret, kin ve kibir dolu ırkçı söylemler kusup, tehditler savuruyorlar. Her türlü Ermeni-Yahudi-Kürt-başörtü düşmanlığını yapıp, aynı vatan toprağını tepe tepe kullanabilecekleri ve kirletebilecekleri bir çöplük gibi görüyorlar…

Bu mantığa bir kere düşüldüğü zaman, “Ülkemin savaş suçlarının parçası olmayacağım”, “Irkçı soygun politikasının parçası olmak istemiyorum” diyen İsrailli genç vicdani redçileri, İsrail’in her yerinde sokaklara dökülen, polisin toplu tutuklamalarına aldırmadan azgın İsrail polisine karşı direnen onbinlerce kadın erkek insanı görmek de mümkün olmuyor…

O kadar yalan ve dolan üzerine kurulmuş bir mantık ve dil ki bu… Bizim sözde vatanseverlerin “vatan haini” ilan etme mantıkları bile İsrail usülü… İsrail devletinin terör politikalarına alet olmak istemeyen vicdani redçiler de İsrail’in “vatan hainleri”… Onlar da Gazzeli çocukların öldürülmesini istemedikleri için “vatan haini” yaftasına maruz kalıyorlar. Ve bizimkiler onları görmek istemiyorlar.

Acımasızlık içinde araçsallaştırılan acılar
Bu mantığa girenler gördükleri acılar karşısında acı bile duymuyorlar; onlar sadece etraflarında gördükleri acıları kendi acımasızlıkları için araçsallaştırabilme gibi müthiş bir kabiliyet kazanmış durumdalar…

Bu körleştiren dilleri yüzünden, bu memleketin demokrat ve vicdan sahibi insanlarının bir kısmının imzaladığı “Ermeni vatandaşlarının acılarını paylaştıkları” bildiriyi ihanetle suçlayıp, “ama önce onlar bizi kesti, arkadan vurdu” dedikten sonra, “neden Filistin için bir şey yapmıyorsunuz!” diye bağırıyorlar… Ve Filistin’in acılarını paylaşan, bundan insanlık adına utanan, sokaklara taşan, eylemler yapan aynı vicdanlı insanları görmüyorlar; mantıklarını bozacağı için -tabii ki- görmek işlerine gelmiyor…

Bu memlekette, demokrasinin ve adaletin bir-iki adım atabilmesi, insan hayatının biraz olsun kıymet kazanabilmesi yönündeki faaliyetleri için bazı sivil toplum örgütlerinin AB’den aldıkları fonları duyduklarında, herkesi kendileri gibi kişisel nema peşinde zanneden sözde vatanseverler “ihanet! ihanet!” diye bağırıyorlar. Ancak bunlar, gene bu memleketin devletinin, hükümetinin gene aynı AB’den, ABD’den, İMF’den aldıkları kredi ve hibeleri; TSK’nın sınır ötesi operasyonlarını Amerikan radarlarıyla yaptığını, Konya ovasının bizim devletimizin izni altında İsrail uçaklarının eğitim sahası olduğunu görmezden geldiler. Terör örgütü Ergenekon’un “vatanseverleri” İsrail’den aldıkları silahlarla “vatanseverlik” yaptılar. Gazi mahallesini Gazze’ye çevirdiler… Daha önce 1 Mayıs 1977’yi, Maraş’ı, Güneydoğu’yu kana buladıkları gibi; arkalarında binlerce “faili meçhul” cinayet bıraktıkları, Mumcu’yu, Hablemitoğlu’nu, Kışlalı’yı öldürüp, Danıştay cinayetini işleyip, Cumhuriyet gazetesini bombalayıp, sonra da yarattıkları kurmaca “İslamcı failleri” gösterip bu memlekette habire düşman inşa ettikleri gibi…

Ergenekon davasında devletin içindeki pislikleri temizleme konusunda şimdiye kadar şahit olunmamış adımlar atılırken, toprağı kazdıkça silah fışkırırken, Baykal gibi İsrail mantığının temsilcileri, kaybettikleri meşruiyeti yeniden ele geçirmeye zemin hazırlamak üzere “rejim tehlikesi!” ve savaş çığlıkları atıyorlar…

Bugün hâlâ birileri ABD-İsrail gizli servis modellerinden devşirme bu Ergenekon terör örgütünün şimdiye kadar bu memlekete yaptığı koskoca tahribatı görmezden geliyorlar… Terör örgütü Ergenekon’un şimdiye kadar işlediği cinayetler bir yana, belki de en büyük ‘başarısı’ tam da burada: insanı insana düşman ettiler, şimdiye kadar her darbe öncesinde becerdikleri gibi iç savaş kışkırtıcılığı ve insanın insana duyduğu nefret ve kin tohumlarını serpilttiler.

ABD’nin ve İsrail’in başardığı şey bu… Bush’un kişiliğinde somutlanan “silah bendeyse, güç bendeyse benim şiddetim doğrudur! Haklılığımı kabul edeceksin!” mantığıyla ekilen ve beslenen bir nefret…

Sıfır vicdanlı İsrail devlet dilini aşmak
Kimse bana “İsrail başka bizim buradaki meseleler farklı” demesin… O çok değer verdiğimiz ‘sayılar’, bağlamlar farklı olsa da, bugün hem dünyada hem Türkiye’de ‘gücün ve şiddetin mantığı’ aynı… Her durumda bir grup insan daha zayıf ve bunlar ‘kötülük’ etiketini yemiş durumdalar… İsrail mantığını kullananlar ise hem daha güçlüler hem de hep haklı olduklarını dayatmak için her türlü araca sahipler…

Esas mesele bizim büzüğümüz yemediği için zayıftan yana olamayışımızda… Sayımızın ve silahlarımızın gücüne güvenerek haklı olduğumuza ve “en kahraman” olduğumuza sıfır vicdanla inanıyor olmamızda… Ve tabii ki o zayıfların durumuna düşmemek için, o “sefillerin” aşağılanmış durumlarına düşmemek ancak daha da sefilane maddi ve zihinsel konforumuzdan zerre taviz vermemek için, tehcir edilmemek için, cop, tank mermisi, işkence, füze vs. yememek için zalimin, celladın, katilin yanına geçmemizde… onun koltuklarının altına sığınıyor olmamızda… Bunu da her türlü sahtekarlığı saklamak için adeta sıradan bir araç haline gelen vatan, millet edebiyatının güvencelerine, dokunulmazlığına sığınarak yapmamızda…

İşte hem İsrail mantığına, İsrail’in katliamlarına, hem de bundan fırsat çıkartmaya çalışan ırkçı, milliyetçi, militarist söylemlere karşı inatla yazmaya, konuşmaya devam etmek ve Filistinliliği anlamak ve yaşamak gerekiyor. Nefretin tuzağına, kin kuyularına düşmemek için, direnmek ve umudu yaşatmak için, tüm insanların insanca yaşama hakkını savunmak, kulaklarını tıkayanlara mazlumun, altta kalanın, sömürülenlerin sesini duyurabilmek için ve özgürleşmek için konuşmak ve yazmak gerekiyor.

“Gücün” dokunulmazlık zırhını en azından kendi dünyalarımızda kaldırmak için yazma ve yeni bir dille konuşma özgürlüğümüzü yaşamaktan başka çare yok… Ve bu konuşma bütün nefret ve kin tacirlerine rağmen, her şeye rağmen, bu memlekette de yol alıyor… Şu geçtiğimiz birkaç haftalık zaman süresinde bile en azından ‘TRT Şeş’ vesilesiyle “Kürt realitesinin” tanınması az şey mi? Ya da insanların “acıya karşı isyan” için toplandıkları Saadet Partisi’nin Çağlayan mitinginde, İsrail buldozerlerine karşı Filistinlilerle birlikte direnirken öldürülen o gencecik ve vicdan sahibi Yahudi Rachel Corrie’ye sahip çıkan Numan Kurtulmuş’un İsrail mantığını yenmesi az şey mi?

Bunu becerebilirsek, bu adımları çoğaltabilirsek yani İsrail’i içimizde yenebilirsek, o zaman gücün politikasının sıkışmışlığından kurtulacağız. Esir alan mantığın ve onun dilinin kabuğunu kaldırmaya cesaret edebildiğimizde altından bütün sıradanlığıyla, mütavazı hikayeleriyle insan çıkacak…

12 Ocak 2009, Pazartesi

İçim öfke dolu... Yazı adabını falan bir kenara bırakıp, sadece öfkemi boşaltmak istiyor canım bu günlerde...Taş taş üstünde kalmayan Gazze’de yerde yatan ölü bebek bedenlerini gördükçe, annelerine, babalarına, kafes gibi bir Gazze’de bile olsa tozlu sokaklarda oyunlarına daha doyamadan ölecek çocukları düşündükçe, çaresizliğimi, çaresizliğimizi; Filistin halkıyla dayanışmak, İsrail’in terörünü lanetlemek için katıldığımız imza ve yardım kampanyalarının, sokaklarda ve meydanlarda telin haykırışlarımızın acziyetini gördükçe, koskoca bir yanan ateş ve enerji topuna dönüşmek ve yok olmak; yok olurken de yok etmek istiyorum insanın insana gazabını yaşatan o insan müsveddelerini... - gazze gaza

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir