Geçtiğimiz Ağustos Ayı’nda ünlü Forbes dergisi tarafından dünyanın en zengin kralları açıklandı. Forbes’in tespitine göre, Dünyanın en zengin 11 kralı içinde birinci sırayı, hiç beklenmedik şekilde, ya da bizim gibi adamların tahmin bile edemeyeceği şekilde Tayland Kralı Buhumibol Adulyadej almış. Serveti tam 35 milyar dolar. Onu BAE’den Emir Şeyh Halife bin Zayed el-Nahyan takip ediyor. Onun toplam serveti de 23 milyar dolar. Sonra sırasıyla Suudi Arabistan, Brunei, Dabui, Liechtenstein, Katar, Fas, Monako ve İngiltere kral, sultan, şeyh, prens ve kraliçeleri geliyor. Görüldüğü gibi, İngiltere dışındaki ülkelerin hemen hepsi bir monark tarafından, yani monarşi ile yönetilen ülkeler. Monako ve Liechtenstein gibi ülkelere bağımsız devlet, daha doğrusu devlet denir mi bilmem! Adı üstünde küçük prenslikler bu ikisi. İngiltere ise demokrasinin beşiği olarak bilinen bir ülke. Zaten onun kraliçesi de 11 monark içinde en fakir olanı. Serveti sadece 650 milyon dolar.
Buradan çıkaracağımız sonuç şudur; demek ki, adil bir gelir ve servet dağılımı için de demokrasi şarttır. Diğer bir deyişle, demokrasinin önemli bir faydası da, toplumdaki gelir ve servet dağılımında monarşilere göre çok daha adil bir ortam sağlaması, servet birikimini şeklen ve kâğıt üzerinde de olsa kuvvete değil, çalışmaya dayandırmasıdır. En azından iyi işleyen, yani tüm kurum, kural ve kurullarıyla çalıştırılan bir demokrasiden beklenen şey, budur. Demokrasinin zaaflarından istifade ederek haksız gelir elde eden ve haksız servet edinenler elbette vardır. Ancak bunları istisna olarak kabul etmek zorundayız.
11 Monarktan oluşan dünyanın en zengin monarkları listesinde ilginç olan taraf, bu 11 monarktan 7’sinin Müslüman ülke monarkları olmasıdır. Zira İslam Dini, “Komşusu aç iken tok yatanın Müslüman olamayacağını”, “Kendi nefsi için istediğini Müslüman kardeşi için de istemedikçe gerçek mümin olunamayacağını”, “Herkesin bir çoban ve herkesin maiyetindekilerden sorumlu olduğunu”, ayrıca “Gerçek Müslüman’ın, diğer Müslümanların onun elinden ve dilinden zarar görmeyen kişi olduğunu” söyleyen bir dindir. Oysa Forbes dergisinin 11 kişilik listesi, İslam ülkelerindeki kuralların, İslam Dini’nin öngördüğü biçimde işlemediğini göstermektedir. Zira söz konusu liste gösteriyor ki; İslam ülkelerini tam bir demir yumrukla yöneten kral, şeyh, sultan ve emirler, yönetmiş oldukları halkın zararına olmak üzere, şahsi çıkarlarını gözeterek aşırı servet biriktirmişlerdir. Dolayısıyla bu durum, Hz. Peygamber’in “Küllü küm râin ve küllü küm mes’ûlün an raiyyetihi” yani “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğü sürüden sorumlusunuz” şeklinde dile getirdiği düstura aykırı bir durumdur. Zira bu hadisin devamında Hz. Peygamber, devlet başkanlarının da birer çoban olduğunu ve yönetmiş oldukları halktan sorumlu olduklarını dile getirmektedir.
II. Abdülhamit Yaşasaydı Dünyanın En Zengin Monarkı (Padişahı) Olurdu:
Geçen hafta televizyonların birinde tarihçi Murat Bardakçı tarafından hazırlanıp sunulan “Son Osmanlılar” isimli bir belgesel program vardı(1). Doğrusu bu programı içimizin yağı eriyerek izledik. Zira programda Osmanlı hanedanına mensup bazı kişilerin yaşadıkları trajedilerden ve yaşamış oldukları zor hayat şartlarından bahsediliyordu. Hanedan üyelerinden bana en sevimli ve asil geleni, son halife Abdülmecit Efendi olmuştur. Zira adı geçen, sürgüne giderken saraydaki hazineye hiç elini sürmemiş ve Fransa’daki sürgün hayatı boyunca resim yaparak ve yaptığı resimleri satarak ailesini geçindirmiştir. Halifenin kabrinin, halen, geçmişe, özellikle de mezarlıklara hiç saygısı olmayan Vehhabi öğretisinin yönetimindeki Medine’de bulunan Cennet’ül Bakî mezarlığında bulunduğu söylenmekktedir. Ancak şimdilerde orada böyle bir mezar bulunuyor mu bilmiyoruz. Çünkü Suudi yönetimi, elinden gelse Hz. Peygamber’in mezarını da yok edecek! Ne çare ki; Hz. Peygamber’in kabri, şu anda Suudi yönetimin ekmek kapısı ve bunun için şimdilik bu kabre dokunmuyorlar/dokunamıyorlar…
Son İslam Halifesi Abdülmecid Efendi’nin gayet vakur ve son derece asil bir ruha sahip olduğu anlaşılıyor. Bunda muhtemelen Abdulaziz gibi pehlivan yapılı yiğit bir padişahın oğlu olmasının da etkisi vardır. Bilindiği gibi, Abdulaziz yüzü batıya dönük bir padişah idi ve aydın bir şahsiyetti. İslam Halifesi Abdülmecit Efendi’nin, aslında İslam Dini’nin yasakladığı ya da en azından hoş görmediği ifade edilen resim sanatını öğrenmesini, daha sonra da resim yaparak geçimini sağlamasını, ancak babası Abdülaziz ile yani onun çocuklarına aldırmış olduğu eğitimin etkisiyle açıklamak mümkündür.
Dediğimiz gibi Murat Bardakçı’nın “Son Osmanlılar” isimli belgeselini izlerken son derece duygulandık. “Keşke bütün bunlar yaşanmasaydı” diye düşündük. Ancak 14 Aralık 2008 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Soner Yalçın’ın yazdıklarını okuyunca, “İyi ki de bütün bunlar yaşanmış! Mustafa Kemal ve arkadaşlarının büyüklüğü bir kere daha ortaya çıkmış oluyor…” şeklinde bir düşünceye kapıldık. Yani kısa sürede bir düşünce evrimine uğradık. Zira Soner Yalçın, “Ekonomik krizden zengin çıkan bir padişah: II. Abdülhamid” başlıklı araştırma yazısında II. Abdülhamid’in servetinin sadece bir bölümünü açıklıyordu. Soner Yalçın’ın yazdıkları eğer doğruysa (ki; doğru olduğuna inanıyoruz); Osmanlı saltanatı şu anda devam ediyor olsaydı ve II. Abdühamid de Halife-Padişah olsaydı, dünyanın en zengin monarkı herhalde o ulurdu! Zira eğer Osmanlı saltanatı devam ediyor olsaydı, herhalde, Forbes dergisinin dünyanın en zengin kralları listesinde gösterdiği ve toplam servetleri 87.4 milyar dolar olan 7 Müslüman monark belki olmayacaktı ve onların sahip olduğu servetlerin büyük bölümü belki de II. Abdülhamid’in elinde bulunacaktı. Bu arada listeye giren Tayland, Brunei, Monako ve Liechtenstein gibi kıytırık ülkelerin esamisi bile okunmayacaktı.
Bu tür olmayacak duâya amin cinsinden varsayımlara dayalı absürt düşünceleri bir tarafa atalım; bugün Türkiye’yi II. Abdülhamid’in soyundan ve onun mirasına sahip bir lider yönetiyor olsaydı; eminim ki dünyanın en zengin kralı, sultanı ya da ne bileyim devlet başkanı yine o olurdu. Hem de Forbes dergisinin dünyanın en zengin kralları olarak açıkladığı 11 monarkın 2008 itibarıyla sahip oldukları yaklaşık 130 milyar dolardan daha fazla servete sahip olarak! Atatürk’ün büyüklüğü burada bir kez daha karşımıza çıkmış oluyor. Zira o, ülkemizi, cumhuriyete ve demokrasiye kavuşturmakla, özellikle devleti yönetme yetkisini elinde tutanların, bu yetkilerinden doğan güçlerini kullanarak haksız çıkar elde etmelerini de büyük ölçüde engellemiştir. Günümüzde bu tür yetkilerini kullanarak zengin olanlar elbette vardır. Ancak onların zenginlikleri, II. Abdülhamid’in serveti karşısında çerez parası gibi kalmaktadır.
Soner Yalçın’ın vermiş olduğu bilgiye göre; II. Abdülhamid’in şahsi serveti içinde yer aldığı iddiasıyla mirasçıları tarafından dava konusu yapılan gayrimenkullerden bur bölümü şöyledir:
– İstanbul Sultanhamamı’ndaki İzmirli Hanı.
– İstanbul Direklerarası’nda Letafet Apartmanı.
– İstanbul Gedikpaşa’daki tiyatro arsası.
– Eyüp Kopçageçidi’ndeki 21 dönüm tarla.
– Eyüp’te 18 dönümlük Bahariye Kışlası.
– Káğıthane’de 20 dönüm arazi.
– Káğıthane’de Silahtarağa çiftliği.
– Bakırköy’de 70 dönüm arazi.
– Bakırköy Veliefendi çayırı.
– Dolmabahçe’de 30 dönüm bostan.
– Küçükçekmece’de Burunsuz Mandıra Çiftliği, mera ve çayırları.
– Nişantaşı’nda A Celalettin Paşa Konağı, Kamil Paşa Konağı.
– Teşvikiye’de bir dönüm arsa.
– Beşiktaş Serencebey’de 2 dönüm bağ, Ihlamur’da 3 dönüm arsa.
– İstanbul Horhor’da konak ve 5 dönüm arsası.
– Arnavutköy Akıntı Burnu’nda gazino ve müştemilatı.
– Ortaköy’de Dalyan Mahallesi ve Ali Saip Paşa Yalısı ile müştemilatı.
– Kuruçeşme önündeki (Galatasaray) ada.
– Kartal Soğanlık Köyü’nde köşk ve 3 dönüm arazisi.
– Kartal’da Alemdağı Çiftliği, Çakmak Çiftliği ve 21 parça tarla.
– Paşabahçe İrcirli Köyü’nde 40 dönüm arazi ve şişe fabrikası.
– Beykoz’da 40 dönüm bostan, üç bahçe, 6 tarla, 2 çayır, 3 arsa, 1 bağ, 1 dükkán ve – yalısıyla Tokat Çiftliği, Yalnız Servi Çiftliği.
– Beykoz’da Abraham Paşa’dan alınan 38 dönüm arazi ve üzerindeki müştemilat ve teferruatıyla çiftlikler.
– Fenerbahçe’de tarla, çayır, kahvehane.
– İzmit’te 3 dönüm bahçe, İzmit Çiftliği.
– Geyve’de 26 dönüm Balabal Çiftliği.
– Şişli’de İzzet Paşa Çiftliği.
– Çatalca ve Çekmece’de; Filifos Çiftliği, Kaparya Çiftliği, Safra Çiftliği, Kılıçali Sagır Çiftliği, Silivri Çiftliği, Bosna Çiftliği, Sazlı Bosna Çiftliği, Haraççı Çiftliği, Papas Bergos Çiftliği, İzzettin Çiftliği, Tozalak Çiftliği ve Yahya Bey Kışlası.
– Yalova 11 odalı han, hamam, 17 odalı otel, 7 odalı misafirhane, dükkán, fırın, 2500 dönüm orman.
– Mihalıç’ta; Çeribaşı Çiftliği, Melda Çiftliği, Cambaz Çiftliği, Ekmekçibaşı Çiftliği, Kayseri Çiftliği, Orta Çiftliği, Keçifdere Çiftliği, İskele Çiftliği, Kızıllar Köyü’nde 24 parça gayrimenkul, Akköprü Köyü’nde 280 dönümlük Paris Bey arazisi, yine aynı köyde 308 dönümlük Hızır Bey arazisi.
– Burdur Ağlasun’da Çeltikçi Çiftliği.
– İzmir’de Hayrettin Çiftliği.
– Tire’de Meşhet Çiftliği.
– Akhisar’da Rahime Çiftliği.
– Nazilli’de 7 bin dönüm arazisiyle Bilare çiftliği.
– Keşan’da Türkmen Çiftliği.
– Babaeski’de Keçili merası.
– Havza’da Pavli Köyü arazisi vs. vs. vs.(2).
Türkiye’de, bunca servetin hesabını yapabilecek bir babayiğit var mı bilemem. Belki de her şeyi haraç-mezat ve babalar gibi satanlar yapabilirler. Valla benim kafam bunlara basmaz ve olan aklım da zaten çoktan karışmış durumda! İşte size, başta Necip Fazıl Kısakürek olmak üzere; Siyasal İslamcıların “Ulu Hakan Abdülhamid Han” diye yücelttikleri II. Abdühamid’in aynası. Zira onlara göre; II. Abdülhamid, İslamcı siyasetin dünyadaki en büyük uygulayıcısı ve Müslümanların en büyük hamisi bir padişahtı. Evet, II. Abdülhamid, belki de siyaset icabı İslamcılığın bayraktarlığını yapmış ve üzerinde bulundurduğu Halife unvanının kendisine sağladığı yetkileri sonuna kadar kullanmıştır. Bunda az çok başarılı da olmuştur. Ancak II. Abdülhamid’in sadece bu yönüne bakarak onu evliyalar ve melekût âlemine yükseltmeye çalışmanın hiçbir anlamı yoktur. Hele hele onun sırf bu yönüne bakarak, onu tahtından indirenlere buğuz etmenin ve onun izlemiş olduğu siyaseti terk edenlerin, imparatorluğun yıkılmasına sebep olduklarını iddia etmenin hiçbir mantıklı açıklaması bulunmuyor. Mühendis olmakla akılcı düşünceye sahip olduğu anlaşılan torunu Ertuğrul Osman bile şu anlamda laflar ediyor; “Avusturya-Macaristan ve Rusya başta olmak üzere; bütün imparatorlukların bir bir yıkıldığı bir ortamda, Osmanlı da yıkılmaya mahkûmdu ve yıkıldı. Bu konuda suçlu aramaya gerek yoktur.”(3)
II. Abdülhamit Bir Spekülatör ve Tefeci miydi?
Yukarıda sadece bir bölümü zikredilen servetin çalışmakla kazanıldığını herhalde hiç kimse söyleyemez. İçlerinde miras yoluyla elde edilenler elbette vardır. Ancak tamamının bu yolla elde edildiği de herhalde iddia edilemez. Zaten edilmiyor da. Soner Yalçın’ın belirttiğine göre; bu konuda incelemeleri ve “Osmanoğullarının Varlıkları ve II. Abdülhamid’in Emlaki” adında bir kitabı bulunan Vasfi Şenözen, II. Abdülhamid’in servetinin haksız ve gayrimeşru yollardan elde edildiğini söylüyor(4).
Yukarıdaki listeden de görüleceği üzere; II. Abdülhamid’in serveti içinde, han, hamam, köşk, saray, arsa, arazi, çiftlik ve orman gibi hanedana uygun ve miras yoluyla gelmesi muhtemel büyük ölçekli emlakin yanı sıra, birkaç dönümlük küçük arsa ve araziler, fırın, dükkân, kahvehane gibi sıradan insanların sahip olacağı sabit varlıklar da mevcut. Öte yandan, sahip olduğu malvarlığı içinde, Mihalıç, Ağlasun, İzmir, Tire, Akhisar, Nazilli, Keşan, Babaeski, Havza gibi, taşra diyebileceğimiz yerlerde ve İstanbul’un bazı köylerinde de çiftlik, arazi ve arsaları mevcuttur. Peki, koskoca Osmanlı Padişahı, Payitahtı İstanbul’u bırakıp da İstanbul’a bir hayli uzak yurt köşelerinde ne arıyor? Haydi, oralarda mülk edindi diyelim, acaba oralara hiç gidip de arazi ve arsalarını görmüş müdür? Bu arsa ve arazileri eski sahipleriyle pazarlık yaparak mı satın almıştır? Buna elbette ihtimal vermiyoruz. O zaman geriye kalıyor bir tek sebep; o da İrade-i Seniyye ve Emr-i Şahâne! Yani “İradem odur ki; buraları benim ve ailemindir…” anlamına gelen bir ferman!
Adanalı tarihçi Cezmi Yurtseven’in,”Padişah II. Abdülhamit ’Çiftlikat-ı Hümayun’ adıyla kurduğu devlet çiftliği sayesinde yabancıların Çukurova’da geniş araziler satın almalarının önüne geçmiş, bir yerde devletin devamında önemli bir görevi yerine getirmiştir.”(5) şeklindeki sözleri, II. Abdülhamid’e ait olduğu gerekçesiyle mirasçıları tarafından dava konusu edilen gayrimenkullerin nasıl iktisap edildiği konusunda az çok bir fikir vermektedir.
Bugün Bursa’nın Karacabey İlçesi’nde kurulu bulunan, TİGEM(Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü) Karacabey Harası olarak bilinen ve II. Abdülhamid’in mirasçıları tarafından dava konusu yapıldığı belirtilen Mihalıç çiftlikleri konusunda ise şu bilgiler verilmektedir: “Bugünkü İşletmenin bir parçası olan Orta çiftlik mevkii Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş yıllarında önceleri Bizans Tekfurlarından olan Köse Mihail’in çiftliğidir. Köse Mihail kendi ismini taşıyan bu çiftliği kızının çeyizi olarak damadı Sultan Orhan Gazi’ye hediye etmiştir. Böylece bugünkü İşletmenin ilk nüvesini bu kısım teşkil etmiş ve o zamanlar Mihail Çiftlikat-ı Hümayunu ismi ile müteakip Osmanlı Sultanlarına intikal etmiştir. Osmanlı Sultanlarından Murat Hüdavendigâr zamanında İşletmenin Gerdeme mevkii, Sultan Mahmut devrinde Kayzer ve Kabaağaç mevkileri, Sultan Aziz devrinde Çörekli ve Haremağalı mevkileri, Sultan ikinci Abdülhamit devrinde Gönü, Çeribaşı, Melde çiftlikleri mübaya edilerek İşletme genişletilmiştir. Bu çiftliklerin ilavesi ile Mihail Çiftlikat-ı Hümayunu ismi kaldırılarak Çiftlikat-ı Hümayun ismi ile adlandırılmıştır. İşletmenin bağlı olduğu Mihaliç ilçesinin ismi daha sonra bu kazayı fetheden Fatih Sultan Mehmet’in Beylerinden Dayısı Karacabey’in ismine izafeten Karacabey olarak değiştirilmiş, İşletmenin adı da bu doğrultuda Karacabey Çiftlikat-ı Hümayunu olmuştur. Cumhuriyetin ilanına kadar bu isimle faaliyetlerini sürdürmüştür. Cumhuriyetin ilk yıllarında Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifleri doğrultusunda ve 1926 yılında çıkarılan 867 sayılı Kanunla İşletme Karacabey Harası adıyla Ziraat Vekâletine verilmiştir…”(6).
II. Abdülhamid’in “Çiftlikat-ı Humayun” adı altında hanedanın mülkiyetine geçirdiği araziler, elbette sadece Karacabey (Mihaliç) ve Çukurova ile de sanırlı değildi. O, aynı şekilde Anadolu’nun muhtelif yerlerinde, Balkanlarda, Irak ve Filistin’de de benzer uygulamalar yapmıştı. İnternet ortamında yayınlanan “Sultan 2. Abdülhamid’in Tapusu” başlıklı bir yazıda şu bilgilere yer verildiği görülmektedir:
“Sultan 2. Abdülhamid kendi adına mülk sahibi olan ilk Osmanlı padişahı idi. Musul, Kerkük, Filistin, Doğu Anadolu, Çukurova ve Balkanlar’da kimi ’Çiftlikat-ı Humayun’ olarak adlandırılan çok sayıda araziyi yayımladığımız 1892 tarihli tapuda da görüldüğü gibi ’erkek ve kız evlatlarına eşit olarak’ miras kalmak koşuluyla kendi üzerine geçiriyordu. Nitekim 1930’larda Musul ve Kerkük’teki arazileri için hukuk mücadelesi veren Osmanlı hanedan üyelerinin elinde bazı kaynaklara göre 50.000 adet tapu bulunuyordu. 2. Abdülhamid dönemi, Osmanlı’nın sınırlarının daralmaya başladığı, Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmaya çalışıldığı, Irak petrollerine İngilizlerin göz diktiği bir dönemdi. Pek çok tarihçiye göre 2. Abdülhamid’in tapuları, aslında ülke topraklarını güvence altına alma çabasını göstermektedir.”(7).
Anlaşılacağı üzere; özellikle taşrada bulunan ve “Çiftlikat-ı Hümayun” olarak isimlendirilerek Osmanlı Hanedanı’nın özel mülkiyetine geçirilen çiftliklerin büyük kısmı, devlet otoritesini temsilen ve bedelsiz olarak tesis edilmişlerdir. Mubayaa edildiği, yani satın alındığı söylenen benzeri tesis ve gayrimenkullerin de ne şekilde satın alındığı az çok tahmin edilebilir. Anadolu köylüsü, halifesi, padişahı, velinimeti ve tabiî ki sahibi (çünkü Osmanlıda özgür ve eşit haklara sahip vatandaşlar değil, padişahın kulları vardır) olan bir kişi ile oturup arsa, arazi ve tarla pazarlığı yapacak öyle mi? İşin ucunda maazallah Fizan’a sürülmek, kürek ve kalebentlik cezaları almak da vardır! Bu konudaki satın almaların, genelde Emîr’ül Müminîn olan Halife Padişah’ın, cömertliğine bağlı olarak şekillendiği muhakkaktır. Hele de bu padişah cimriliği, pintiliği, hafiyeciliği ve aynı zamanda müstebitliği (istibdat-otorite) ile nam yapmış II. Abdülhamid ise!
Yine öğreniyoruz ki; II. Abdülhamit, siyasi İslamcılarımızın dedikleri gibi sadece bir Halife-Padişah ve iyi bir marangoz değil, aynı zamanda bir iş adamıdır. Belki de bugünkü anlamda paradan para kazanan bir tefeci, bir emlak spekülatörü ve borsa simsarıdır. Evet, karşımızda hem de bir sürü uzman ve danışmanla iş ilişkisi bulunan bir emlak spekülatörü, tefeci ve borsa oyuncusu bulunuyor. Hem de bu oyuncu, bugünkü George Soros örneğinde olduğu gibi uluslar arası çapta iş yapan bir oyuncu ve spekülatör. Üstelik bu spekülatörün elinde, bir dünya imparatorluğunu yönetmenin vermiş olduğu bir siyasi güç ve yüzlerce milyon Müslüman’ın halifesi olmaktan kaynaklanan dini bir güç bulunmaktadır. Öyle ki; bu spekülatör, isteyince Musul ve Kerkük petrollerini hiçbir bedel ödemeden şahsi servetine katıverecek kadar güçlü ve büyük! Varın gerisini siz düşünün…
Soner Yalçın’ın anlattığına göre; II. Abdülhamid, henüz şehzade iken ziraat işlerinin yanı sıra, hububat ve koyun tüccarlığı yapıyor. Kayda değer bir servet edindikten sonra bu kez borsaya merak sarıyor ve Galata bankerleriyle ilişki kuruyor. Rum Banker Yorgo Zarifi’yi kendisine ekonomik ve mali danışman yapıyor. Şehzadeliği sırasında kurmuş olduğu bu ilişkiyi Padişahlığı zamanında da devam ettiriyor. Soner Yalçın, “Abdulhamid’in şehzadeliği döneminde o kadar parası vardı ki; cülus bahşişi olarak dağıtılan 60 bin altını kendi cebinden verdi. Servetinin kaynağı, 1864 yılında Havyar Han’da faaliyete başlayan kambiyo ve menkul kıymetler borsasında Banker Zarifi aracılığıyla esham (hisse-borç senedi) alıp satmasıydı… O dönemde sıkça yapılan borsa spekülasyonlarından Banker Zarifi aracılığıyla yararlandı. Örneğin; 1873’ten başlayarak Avrupa’yı etkileyen mali krizden tutun da, Güney Afrika’da bulunan altın madenlerine kadar çeşitli spekülasyonlardan haberdar oldu…” demektedir(8).
Cülusunda 60 bin altını kendi şahsi hesabından dağıtacak kadar zengin olan bir padişahın, kurmuş olduğu hafiye ve jurnal sistemini nasıl çalıştırdığı, başta Şerif Hüseyin ve Libya’daki Sunûsi şeyhlerini nasıl kendisine bağladığını keşfetmek o kadar da zor olmasa gerekir. Bunu sadece Halifelik unvanını ve İslamcılık siyasetini kullanarak yaptığını söylemek bir hayli zordur. II. Abdülhamid, muhtemelen bu tür işler için hem şahsi hesabını, hem “Tahsisât-ı Mestûre”yi, yani günümüz diliyle söyleyecek olursak, devletin Örtülü Ödeneği’ni kullanmış olmalıdır. Zira Arap’ın en çok sevdiği şey para ve altındır, o da en çok Halife-Padişah II. Abdülhamit’te bulunmaktadır. 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’ten sonra Mekke Şerifi ve Hicaz Valisi olarak atanan Şerif Hüseyin’in, İstanbul’da doğduğu, Şurâyı Devlet (Danıştay) gibi bazı yüksek dereceli memurluklarda istihdam edildiği ve hatta saray çevresinden küçük bir kızla evlendirildiği biliniyor ki; oğlu prens Ali, bu eşinden doğmuştur. Yani II. Abdülhamid, ayrılıkçı siyasetinden şüphelendiği Şerif Hüseyin hainini İstanbul’da gözünün önünde tutmak için her türlü tedbirden istifade etmek istemiş, onu saray çevresinden evlendirdiği gibi, para ve altınlara da gark etmiştir! Aman yeter ki ayaklanıp devleti zor durumda bırakmasın! II. Abdülhamid’in bu konuda ne kadar haklı olduğu daha sonra ortaya çıkmıştır. Zira Şerif Hüseyin, İngilizlerin daha fazla altın vermesi ve halife yapılmak gibi çok daha büyük vaatlerde bulunmaları üzerine onların safına geçmiş ve velinimeti devletine ve padişahına karşı ayaklanmıştır…
Bilindiği gibi ve Soner Yalçın’ın, “G. Tubini, Mihran Düz Bey, Köşeoğlu Agop, J. Lorando, Mısırlı Andon Bey ’Credit General Otoman’ ile Zarifi, Baltazzi, Boğos Mısırlıoğlu, Zafiripolos, Oppenheim, S. Sulabch, Kristaki, J. Kamondo ’Societe Generale Ottomane’ ile Osmanlı Devleti’nin iki kasası durumundaydılar”(9) şeklinde izah ettiği üzere; Galata Bankerleri, Osmanlı Devleti’nin kasası durumundaydılar. Bankerler, yurtdışından kredi bulmanın yanında bazen yüksek faiz karşılığı devlete borç para bile veriyorlardı. Dolayısıyla, II. Abdülhamid, Galata Bankerleri vasıtasıyla kendi yönetmiş olduğu devletine borç para veriyor ve bu borç karşılığında devletin vermiş olduğu yüksek faizden kendisine şahsi gelir sağlıyordu. Yine öğreniyoruz ki; II. Abdülhamid, bir yandan amcası Abdülaziz zamanında zenginleşen bürokratların paralarını yurtdışındaki (yabancı) bankalara yatırmalarını ağır dille eleştirmiş, öbür yandan Deutsche Bank, Barclay Bank ve Credit-Lyonnaise gibi bankalarda şahsi hesaplar açtırmıştır(10).
İnsider Trading ve II. Abdülhamit
Anlaşılacağı üzere; II. Abdülhamid, koyun ve hububat tüccarlığı, arsa spekülatörlüğü, borsa oyunculuğu gibi ticari işlere ilave olarak, üzerinde taşıdığı İslam Halifesi unvanına rağmen, İslam Dini tarafından yasaklanan faiz işine de bulaşmıştır. Galata bankerlerinin, sadece yasal çerçevede bankacılık yaptığı elbette söylenemez. Onların en önemli faaliyet alanlarından birisi de tefecilik olmalıdır. Soner Yalçın, yazısında Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’nın hatıratında “Mösyö Zarifi, Abdülhamid Efendi’nin iskonto ettiği maaşlarını gene kendi nezdindeki hesab-ı carisine kaydeder ve bunlara bir faiz yürüterek, gerek bunun hâsılını ve gerekse çiftliğinden ve diğer bazı emlak ve akarından aldığı gelirleri kârlı işlerde kullanırdı” şeklinde bilgiler bulunduğunu söylüyor(11). Bu, II. Abdülhamid’in şehzadeliğinden itibaren parasını faiz karşılığı kullandırdığı ve bu tutumunu Osmanlı Padişahı ve İslam Halifesi iken de devam ettirdiği anlamına gelmektedir. Zira şehzadeliğinde sadece Banker Yorgo Zarifi ile iş yapan II. Abdülhamid’in, Padişah ve Halife olduktan sonra, Deutsche Bank, Barclay Bank ve Credit-Lyonnaise gibi uluslar arası boyutta iş yapan Alman, İngiliz ve Fransız bankalarıyla içli dışlı olduğu anlaşılıyor. Banker Zarifi, II. Abdülhamid’in muhtemelen belli bir yüzde karşılığı iskonto ettiği, daha açık deyimle kırdığı maaşlarına yürütmüş olduğu faizleri ve diğer bazı gelirlerini hangi kârlı işlerde kullanıyordu? Acaba bu paraları sanayi kuruluşlarına ticari kredi olarak mı veriyordu? Oysa Osmanlı Devleti bir sanayi devleti değildi ki. O zaman geriye bir şey kalıyor, o da tefecilik! II. Abdülhamid’in malvarlığı arasında görülen dükkân, fırın, arsa ve apartman gibi küçük çaplı gayrimenkullerin bir kısmı, muhtemelen Banker Zarifi kanalıyla yapılan tefecilik işlemlerinden elde edilen varlıklardır…
Görüldüğü gibi, karşımızda bir tarafta “Faiz haramdır” diyerek, Müslüman halkın elindeki sermayenin erimesine sebep olan bir İslam Halifesi, öbür tarafta da servetinin kaynaklarından birisi faiz ve dolaylı tefecilik olan bir Osmanlı Padişahı durmaktadır. Necip Fazıl’ın tabiriyle; adı “Ulu Hakan II. Abdülhamid Han”dır sözüm ona bu dindar ve İslamcı padişahın…
Kim bilir, belki de uluslar arası boyuttaki önemli ekonomik gelişmeleri birlikte iş yaptığı bankalar kanalıyla, yurt içindeki gelişmeleri ise Galata bankerleri vasıtasıyla öğreniyor ve servetine ona göre yön veriyordu II. Abdülhamid. Belki de onay makamı olarak alınacak ekonomik kararları önceden öğrenme imkânından istifade ederek veya maazallah belki de elindeki güce ve kudrete dayanarak kendi ekonomik çıkarları için yasalar çıkartmak suretiyle servetine servet katıyordu. Bir anlamda “İnsider Trading”, yani “İçeriden öğrenme” yapıyordu sevgili padişahımız.
Gazi Erçel’den II. Abdülhamit’e Lanetli Servetler
Merkez Bankası Eski Başkanı Gazi Erçel olayını hatırlar mısınız bilmem. İsterseniz kısaca hatırlatalım: 1996 yılında Merkez Bankası Başkanlığı’na getirilen Gazi Erçel, 24 Şubat 2001 günü istifa ederek bu görevi bıraktı. İstifa ettiği gün Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Recep Önal’ın bankacılarla bir toplantısı olmuş, ancak Gazi Erçel bu toplantıya katılmamıştı. Dönemin Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun suç duyurusu anlamına gelen başvurusu üzerine yapılan incelemelerde anlaşıldı ki; hükümetin almış olduğu bir kararla dövizde dalgalı kur uygulamasının başladığı 22 Şubat 2001’den hemen önce, yani 20-21 Şubat 2001 tarihlerinde, Gazi Erçel yönetimindeki merkez Bankası tarafından talepte bulunan bankalara eski (tabiî ki düşük) kur üzerinden yaklaşık 4 milyar dolar satılmış, Gezi Erçel ise 19 Şubat 2001’de Halk Bankası’ndaki şahsi birikimi olan 52 milyar TL’yi dolara çevirdikten sonra yakınlarını da bu konuda bilgilendirmiştir. Yani bir anlamda önceden sahip olduğu “gizli devlet bilgilerini önceden açıklamak ve kendi menfaatine kullanmak suretiyle görevini suistimal etmişti”(12).
İddialara göre Gazi Erçel’in yaptığı bir anlamda İnsider Trading’ti ve adı geçen, dövizde dalgalı kur sistemine geçilmesiyle doların Türk parası karşısında aşırı değerleneceğini ve Türk parasının devalüe edileceğini önceden öğrenmiş ve şahsi serveti ile ilgili olarak gerekli tedbirleri önceden almıştı. Nitekim o tarihten sonra Türk ekonomisi büyük bir krizin içine girmiş ve Gazi Erçel’in 52 milyar TL’lik parası, kısa sürede tam 83 milyar TL. olmuştu. Adı geçen, bu durumu “Talihsizlik” olarak açıklamış ve 31 milyarlık döviz getirisini bağışlamak için bir hayır kurumu aramış, ancak birçok hayır kurumu, bu parayı muhtemelen lanetli bir para olarak algılamış ve bağış olarak kabul etmek istememişti(13).
II. Abdülhamid’in servetinin önemli bir bölümü de muhtemelen Gazi Erçel’in 31 milyar TL’si gibi lanetli paralardan ve muhtemelen içinde mazlumların âhı bulunan haksız gelirlerden oluşuyordu. Onun için de, aheste aheste çıkmayı beklemeden, güm diye ve aniden II. Abdülhamid’in elinden çıkıvermiştir. Soner Yalçın’a göre; II. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra tapuya kayıtlı malların çoğu hazineye intikal ettirilmiş(31 Mart 1909), ancak Vahideddin 8 Mart 1920’de çıkarmış olduğu bir kararnameyle bu malları (belki de yabancılarca el konulmaktan kurtarmak için) tekrar Hazine-i Hassa’ya iade etmiş, ancak işgal güçleri, Sevr anlaşmasıyla (md.240) bu mallara el koymuştur(14).
Şimdi düşünüyorum da; Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel hakkında demediğini bırakmayan medya, acaba hemen hemen aynı şeyleri yapan II. Abdülhamid hakkında acaba tek kelime laf edebildi mi? Sanmıyorum. İşte size demokrasi ile monarşinin fazilet farkı. Bu durumda şahsen, Türkiye’ye demokrasiyi ve düşünce özgürlüğünü getiren insanlara bir kez daha şükran borçluyuz demekten kendimi alamıyorum. O demokrasi ki; onun sayesinde Başbakanın mal varlığının kaynağını veya Cumhurbaşkanı’na verilen hediyelerin akıbetini rahat rahat sorabiliyoruz. Onun sayesindedir ki; Deniz Kuvvetleri komutanlığı yapmış bir Oramiral’in mal varlığına el koyup, onu er rütbesine indirebiliyoruz. Onun sayesindedir ki; Silivri’de koca koca paşaları yargılayabiliyoruz.
Sırf bunun için bile Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarına şükran borçluyuz. Oysa biz ne yapıyoruz; Mustafa’yı karga bekçisi olarak gösterip aşağılayan, Mustafa Kemal’i silik, sıradan ve kör bir subay olarak gösteren, Mustafa Kemal Atatürk’ü ise sigara tiryakisi, sürekli sarhoş, gayet yalnız ve dinsiz bir adam olarak gösterenlere prim veriyoruz. Onların hazırlamış olduğu yayınlara destek veriyor, onları sürekli âbât ediyoruz. Bu anlamda bir film yapan Can Dündar’ın “Mustafa” filmine bütün sinema salonlarını açarken, Mustafa Kemal’in silah arkadaşlarını anlatan “Son Buluşma” isimli Nesli Çölgeçen filmini bir anlamda yasaklıyoruz!(15).
Dipnotlar:
1- Bu satırlar, 17 Aralık 2008 tarihinde yazılmaya başlanmıştır.
2- Soner Yalçın, “Ekonomik krizden zengin çıkan bir padişah: II. Abdülhamid” başlıklı araştırma yazısı, Hürriyet, 14.12.2008, s. 19.
3- Ertuğrul Osman bunları, Murat Bardakçı’nın geçen hafta yayınlanan “Son Osmanlı Belgeseli” programında söyledi. Ayrıca Ertuğrul Osman, geçmiş yıllarda, katıldığı bir televizyon programında dedesi II. Abdülhamid’in, hilebaz, ayak oyunlarına meyyal ve desiseci bir siyasetçi olduğunu da söylemiştir. Dedesi II. Abdülhamid’in, halkın gözünde çok yücelmiş ve milletin ümidi haline gelmiş olan Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’nın karizmasını nasıl çizdiğini kahkahayla anlatmıştır Ertuğrul Osman. Anlattığına göre; İstanbul halkının gözü önünde ve Yıldız Sarayı’nın önündeki denizde Gazi Osman Paşa ile sandal sefasına çıkan II. Abdülhamid, kürekleri Osman Paşa’ya vermiş, sonra da terden sırılsıklam olan Osman Paşa’ya üzerindeki üniformasını çıkarabileceğini söyleyerek çıkarmasını sağlamış, böylece manzarayı izleyen İstanbul halkının gözünde Osman Paşa’nın da padişahın elinde oyuncak olduğu imajının doğmasına sebep olmuştur.
4- Soner Yalçın, aynı yazı.
5- bkz. Cezmi Yurtseven, “Çukurova’ya Yönelik Fransız Emperyalizminin Tarihi ve Kültürel Görünümü” başlıklı tebliğ metni(http://turkoloji.cu.edu.tr/CUKUROVA/sempozyum/semp_3/yurtsever.)
6- bkz.
7- bkz.
8- Aynı yazı.
9- Aynı yazı.
10- Aynı yazı
11- Aynı yazı.
12- bkz. 13.04.2001 tarihli Hürriyet gazetesinde bulunan “Erçel’e ’neden dolar aldın’ soruşturması” başlıklı ve Oya Armutçu/ANKARA imzalı haber.
13- bkz. Aynı haber.
14- Soner Yalçın, aynı yazı.
15- Bu satırların yazıldığı 17 Aralık 2008 günü itibarıyla “Son Buluşma”, Ankara’da sadece 4 sinemada gösteriliyor. Bu sinemalar ise, Atakule’de, Oran’da, Bilkent’te ve Eryaman’da bulunuyor. Ankara’nın merkezi olan ve insan yoğunluğu, özellikle de gençlerin yoğunlukta bulunduğu Kızılay-Ulus-Cebeci-Kurtuluş-Tandoğan-Beşevler-Kavaklıdere gibi semtlerde bulunan sinemalarda “Son Buluşma” yok. Bu bölgedeki sinemalarda “Mustafa” gösteriliyor. İşte size sansür, işte size geçmişe saygı ve işte size milli tarih şuuru.
Bir yanıt yazın