Sabrın taştığı noktalar vardır bir insanın yaşamında. Yapılan her türlü haksızlığa, atılan her türlü iftiraya karşı, “it ürür kervan yürür” dersiniz, tepki vermemek için direnerek… Sonra bir an gelir, öyle yeni bir alçaklık yapılır ki, o andan itibaren susmanız mümkün olmadığı gibi, sessiz kalmanızın tam tersine, ülkenize, tarihinize zarar veren bir “iç saygısızlık” olduğunu fark edersiniz… İşte öyle bir an yaşıyorum. Bugün size yurtdışından karşıma örülen bazı duvarları anlatacağım. Ama esas bardağımı taşıran “yerel yüzsüzlükleri”, haftaya konuşacağız.
Yıl 1983’dü… California’daki en parasız ve en güzel günlerimdi. Tual resmi yapacak param yoktu. Kağıt resimler yapmaktan artan zamanda, her gün gittiğim “Cafe Roma” da tüm gün kitap okurdum. Genç kızlarla flört, günü bir kahve bir sandviçle geçiştirmek, o günkü öğrencime tenis dersini vermek, olağan akışın diğer parçalarıydı.
ABD’nin en ilerici kenti olan Berkeley’in sokaklarında 83 yazının bir günü gezinirken, biraz ileriden gelen mistik bir müzik sesi beni mıknatıs gibi çekti. Yanımda yıllar sonra hakkımda belgesel yapacak olan Makedonyalı arkadaşım Stefan Svetiev vardı. Adının Michael Masley olduğunu sonradan öğrendiğim, sakallı, gözlüklü, biraz hippi kılıklı sokak müzisyeni, kendi icat ettiği formülle, parmaklarına bağladığı küçük sopacıklarla Macar kökenli bir enstrüman olan “Cymbalom” u inanılmaz bir uzay müziğine geçiş aracı olarak kullanıyordu. Birden büyülenmiştik. Bir saat ayakta izledik ve bu genç adamla arkadaş olduk. Sinema, resim, müzik konuşuyorduk. Parasızdık ama hayallerimiz vardı. Elimizde de buz gibi biramız olunca sohbetler koyulaşıyordu.
1980’ler bu Berkeley sokak kültürünün işçiliği ve kardeşliğiyle geçti. Michael Masley hemen bizi beraber çalıştığı Barry Cleveland’la tanıştırdı. Yıllarca onların müziği, beni resim yaparken en az Pink Floyd ve Depeche Mode kadar besledi. Ben onların müziğiyle resim yaptım, onlar ise benim atölye ve resimlerimden etkilenip bunu müziklerine ve yaptıkları plakların kapaklarına taşıdılar. Biz, sanatın kan kardeşleriydik…
Yıllar geçti. Sanat, siyaset, geçim, tüm mücadelelerimiz için o günden beri devam ediyor. Ben her zaman olduğu gibi, bu eski arkadaşlarımla dost kalmayı başardım, bizi ayıran iki kıta ve bir okyanusa rağmen… Birbirimizden beslenmeye ve haberleşmeye devam ettik. Michael türlü imkansızlıklarına rağmen Bush aleyhine site kurdu. İki yıl kadar önce Barry İstanbul’a geldi ve bir hafta kaldı. Son gün ise, benimle yarım saatlik bir film çekti, “Michael hakkında bir belgesel film yapılıyor, onda tabii senin de olmanı istiyorlar.” diyerek. Keyifle kabul ettim ve nefis anekdotlar aktardım.
Aylar sonra, kim bilir hangi yobaz çıkartmayla ilgili hangi dertle uğraşırken, Michael’in filmini çeken Martin Y.’den bir mail aldım. “Filme beni dahil etmek istediğini ama Ermeni Soykırımını tanıyıp tanımadığımı” soruyordu. Yanıtım uzun olacağı için, kendisini biraz bekleteceğimi söyleyip, iki ay sonra, içeriğini tahmin edeceğiniz mektubu, üslubumu, dostluğumu bozmadan, sorduğu sorunun konuyla ilişkisizliğini vurgulayarak aktardım. Dönen yanıt sinirli ve gülünçtü. Uzatmamayım, yine tahmin edeceğiniz gibi yanıtı, bu sefer haddini bildirerek verdim. Bunun ardından da sorduğu sorunun içeriğiyle ilgili bir polemik yaşadık. Sonuçta bu şekilde yer almayı reddettim ve bu filmin kaybı oldu.
Kaybedeceğim şey, 100 milyon dolar olsa, yine de görüşüm değişmezdi. Bu konularda bana etki yapabilecek bir tehdit veya bir ödüllendirme bulmak kimse için mümkün değildi. Michael
“canım, azıcık ucundan kabul etsen ne olur” gibisinden şeyler söyleyerek durumu kurtarmaya çalıştıysa da tabii ki başarılı olamadı. “Ermeni Soykırımı” iddiacıları, 25 yıllık bir kardeşliğin orta yerine, en gülünç şekilde nifak tohumlarını yerleştirmişlerdi. Tabii ki beni üzen esas konu buydu.
Aklıma 1990’larda Fransız eleştirmen Francis P.’ nin Paris’te bir kahvede söyledikleri geldi: “Sen bu kafayla, Türkiye’yi Ermeni, Kürt ve Kıbrıs konularında böyle savunmaya devam edersen, buralarda hiçbir noktaya gelemezsin.” Bende kendisine “konu buysa, bu şekilde bir yere gelmemeyi tercih ederim” dedim.
Şimdi düşünüyorum da… Batının ısrarla kimleri adam yerine koyduğunu, kimleri ödüllendirip, yüceltip, kimlerin önünü kestiğini, Francis’in söylediklerine de bakıp daha iyi anlıyorum. Bu dünya düzeni, açıkça ruhumuzu, geçmişimizi, inançlarımızı satmamızı veya “değiştiğimize” inanmamızı istiyor… Bu örneklere ekleyeceğim daha pek çok konu var ama bu kadarı yeter.
Bu hafta sizlere Türkiye Cumhuriyeti karşıtı yabancıların, Atatürkçü, ulusalcı sanatçıların önünü nasıl kestiklerini aktardım. Ama ne yazık ki haftaya makalem çok daha korkunç olacak. Bu ülkenin kendi yetiştirdiği bazı “sanat insanları”nın onurlarını nasıl kaybediyor olduklarını göreceksiniz…
Bedri Baykam
Bir yanıt yazın