|
Kıbrıs’taki sorunun ‘çözümü’ amacıyla sürdürülen görüşmeler ve hazırlanan ortam, geri adımlarla sürüyor. Rum kesimi cazibe merkezi haline getiriliyor, Türk kesiminde yaşam zorlaştırılıyor.
Rumlar, sorunun her unsurunu taktiğe ve takvime bağlayan planlarını milim milim uyguluyorlar.
Kıbrıs’ta “çözüm yılı” olarak ilan edilen 2008, ancak yeni bir sürecin başladığı yıl olarak anılacak.
Diğerlerinden çok daha şaşaalı bir umut yüklemesi ile başlamış olsa da kapsamlı, kalıcı ve adil bir çözüm yönünde en ufak ilerlemenin sağlanamadığı bir süreç söz konusu olmasına rağmen “Çözümsüzlük çözüm değildir” yaklaşımının ürettiği “statükoya son vermek” idealinin büyük ölçüde gerçekleştiği ise kesin.
Aslında son dönem bir yönüyle her zamanki senaryonun yeniden sahneye konulmasından ibaretti: Güçlendirilmiş, desteklenmiş ve abartılmış bir “son şans” vurgusu ile toplumlar psikolojik olarak yönlendirildi.
Rum Yönetimi’nde Dimitris Hristofyas’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle de Şubat 2008’de “yeniden müzakere” dönemi başlamış oldu. 2008 yılına damgasını vuran müzakere sürecinin diğer tüm uzlaşı çabalarından bir farkı da vardı.
Bu sefer süreç çok hızlı biçimde Rum perspektifinin etkili olduğu bir zemine kaydı. Yani aslında bir yönüyle de bu kez “çözüm” adına “büyük ilerleme” kaydedildi; ideal olarak belirlenen adil çözümdense oldukça uzaklaşıldı.
Her nasılsa masada Türk tezleri hızla eridi, belki tüm yıl boyunca dile getirilen “şimdi” çözüme daha yakın olunduğu yönündeki söylemlerin satır arasına gizlenen gerçek de buydu. Özellikle “çözümsüzlük çözüm değildir” mantığının hakim olmasından bu yana Türk tezlerinin Rum taleplerine uyumlaştırılabileceği mesajı veriliyordu.
Nihayet Türklerin “olmazsa olmaz”ları bir nevi “olmasa da olur”lar haline geldi. 2003’ten bu yana çeşitli dönemlerde, çeşitli büyüklükte atılan “adım”lar, Rum perspektifiyle hareket etmeyi ve Rumların çözüm için ileri sürdüğü şartları karşılamayı kabul etmek anlamına geliyordu ve 2008 bu konunun zirve yılıydı.
Öyle ki, “Rumların öne sürdüğü her türlü şartı kabul etmemize rağmen Rumların yine de görüşmeleri terk edeceği konusunda dünya kamuoyunu ikna edip ardından alternatif politikayı yani KKTC’nin tanınmasını gündeme getireceğiz” şeklinde politik bir oyunun yürütüldüğü iddiasına artık inanılmayacağı bir noktaya gelindi.
Ancak çok daha önemlisi müzakere sürecinin sonuçsuz kalmasının dahi Rum perspektifindeki bir çözümün gelmekte olduğunu değiştirmiyor oluşudur.
KENDİLİĞİNDEN ÇÖZÜM
Hristofyas’ın şu sözleri son derece önemli: “Şurayı algılamak zorundayız ki Kıbrıslı Türklere yönelik iyi niyet jestleri yapmazsak, o zaman onları Türkiye’nin ve işgal bölgelerindeki çeşitli Denktaşların kucağına atacağız. Acaba istediğimiz bu mu?”(1)
İşte bu, aslında Kıbrıs’ta “kendiliğinden çözüm” çarklarının sistemli bir politikanın ürünü olduğunu açık bir biçimde gösteriyor. Rum tarafındaki alkol ve sigara satışlarına uygulanan verginin sistemli olarak Türk tarafına göre birkaç puan aşağıda tutulması da aslında bu yönde alınmış önlemlerden.
Sağlık hizmetleri için kendi “öz” vatandaşlarının ücretlerinden yüzde 10’luk kesinti yapan Rum yönetiminin, “Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti” kimliğini alan Türklere hastanelerini tamamen ücretsiz açması ve ilaç giderlerini karşılaması da şüphesiz aynı minvalde değerlendirilmeli.
Eğitim olanaklarının Güney’e geçebilen Türklere açılması ve bununla eş güdümlü biçimde KKTC’deki tarih kitaplarında yeni “barışçıl” değişikliklerin yapılması da enteresandır.
KKTC’de “sivil itaatsizlik” eylemine dek varan hükümete yönelik sistemli biçimde kamu açıklarının büyütülmesi ve fahiş zamlarla bu açığın kapatılmaya girişilmesi ile bilinçli bir ekonomik kriz yaratarak, bezdirilmiş halkın her türlü çözümü kabul eder hale getirilmesi politikasının güdüldüğü suçlaması da esasen bu çerçeveye oturuyor.
Nitekim Lokmacı barikatının açılmasını izleyen günlerde KKTC’deki dükkan ve marketlere erken saatlerde kapanma ve Pazar günleri açılmama yönünde düzenleme getirilmesi de 24 saat canlı olan Rum tarafındaki marketlere yönlendirme amacı olarak değerlendirilmişti.
Elektronik eşyaların daha ucuz olması bir tarafa ayakkabı ve özellikle tekstil ürünlerinin KKTC’ye oranla çok ucuz olması da Kıbrıs Türklerini güneye çeken bir yöntem.
Bunlara ilaveten Hristofyas’ın Kıbrıs Türküne ambargo uygulandığını reddederek dileyenlerin Güney’deki “yasal limanları” kullanabileceği çağrısına uyarak patates ve kimi gıda ürünlerinin Rum limanlarından ihraç ediliyor olması, KKTC’li işadamlarına Rumlarla ticari ortaklık kurma tavsiyeleri de kendiliğinden çözüm çarklarının ekonomideki diğer bir boyutu.
Tüm bunları tamamlayan ise güneyde mülklerini bırakarak Türk kesimine kaçmış olan ve Rum Yönetimi’nin öncelikli “vatandaş” olarak gördüğü Türklere Güney’de yaşama kararı almaları halinde kendilerine eskiden bıraktıkları evin arsası üzerinde çok daha güzel bir ev ve iş vaadinde bulunulmasıdır.
Açık biçimde Güney, elbirliğiyle cazibe merkezi haline getiriliyor. Buradaki en önemli konu ise Türkiye’nin mevcut durumdaki politikasının açık olmaması.
“Akılcı politikalar üretilmezse Kıbrıslı Türkler, Rum’un kucağına atılmış olacak. Acaba istediğimiz bu mu?”
TÜRKİYE’NİN GARANTÖRLÜĞÜ
Rum Yönetimi, çözümün önündeki en büyük engel olarak gördüğü Türkiye’nin Garantörlüğü meselesini ise Türkiye-AB müzakerelerinin bir parçası haline getirmek istiyor. Rumlar, yine AB üzerinden dayatılan “Avrupa Ortak Hava Sahası” uygulamasıyla havadaki egemenliğini, petrol arayışlarıyla ise denizlerdeki egemenliğini genişletmeyi planlıyor.
Rum Yönetimi, Ada içerisinde yürürlüğe soktuğu kendiliğinden çözüm politikasını, Rum tezlerine üçüncü ülkelerin desteğini alarak güçlendiriyor.
Bu anlamda İngiltere ile imzaladığı memorandumda yer alan “Tek egemenlik, tek uluslararası kimlik ve tek vatandaşlık” yaklaşımının müzakerelerin esası haline gelmesi, bugüne dek üzerinde ısrarla durulan temel Türk tezlerinden geri dönüş anlamına geliyordu.
Hristofyas’ın Rusya ile imzaladığı memorandumda 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “üniter” olarak nitelendirilmesi de Türklerin azınlık olduğuna dönük Rum tezinin kabulünden başka bir şey değil.
KKTC Hükümeti’nin erken seçim kararı alması ise 2009’un seçim yılı olması nedeniyle bu konunun müzakerelerin parçası halini alması önündeki şimdilik en büyük engel. Kapsamlı müzakerelerin bir parçası olmasına rağmen Rumların bireysel davalarla mülkiyet konusunda edindiği kazanımları da yabana atmamak lazım.
2009’a daha güçlü hazırlanan Rum yönetimi, mülkiyet haklarının ihlali konusunda İngiltere aleyhine de dava açma hazırlığında ve uzmanlardan görüş alıyor.
Bunlardan AİHM’deki eski Rum Yargıç Lukis Lukaidis uluslararası hukuk temelinde; bir ülkenin, doğrudan ihlalde bulunan başka bir ülkeyle suç ortağı olması halinde, insan hakları ihlallerinden sorumlu tutulabileceği görüşünü ortaya koyuyor. Buna göre şu unsurların oluşması gerekiyor(2):
a)Suç ortağı devletin ihlalleri gündeme getiren faaliyetleri engellemedeki özel sorumluluğu ve
b)Suç ortağı devletin; yalnız hukuki, siyasi, diplomatik ve diğer barışçıl faaliyetler olsa bile; ihlallerin engellenmesi veya bunlara son verilmesine yardımcı olabilecek faaliyetlerde bulunmayı görmezlikten gelmesi.
Doğrusu Lukaidis’in önerisi “ciddiye alınacak olursa”, Irak işgalinde yer alan tüm ülkelerin, Gazze’de süren katliama göz yuman devletlerin, Hocalı ve Bosna-Hersek’teki soykırım işbirlikçisi ve Darfur, Ruanda ile Somali soykırımlarının destekçisi tüm devletlerin yani ABD’nin ve neredeyse tüm Avrupa’nın savunma dosyalarını hazırlaması gerekecek.
Eğer bu bölgelerdeki mazlum insanlar da Rumların kendi katliamlarının üzerini örterek haksız oldukları davalardaki ısrarcı tutumlarını ve organize çalışmalarını kendi haklı davalarına örnekleyebilirlerse dünya dengelerinin değişmesinden söz edilebilir.
Dipnotlar:
1- Haravgi (Rum) Gazetesi, 27.12.2008
1- Volkan Gazetesi, 29.12.2008
gyasin@tusam.net
Gözde Kılıç YAŞIN
TUSAM Balkan Araştırmaları Masası
Cumhuriyet/Strateji
5 Ocak 2009
Bir yanıt yazın