Birinci sınıfa girenler cesurdurlar. Fırsatları iyi değerlendirip, milletlerinin makus talihini yenmeye veya uluslar arası pastadaki payını büyütmeye çalışırlar. Dünyayla çatışmak pahasına bile olsa kendi milli menfaatlerini her şeyin üstünde tutarlar. Aynı pastada gözü olan dünyanın diğer ülkeleriyle çatışmaktan veya dünyayı tümüyle karşılarına almaktan korkmazlar. Arkalarında müthiş bir halk desteği ve kendilerine inanmış bürokratlar vardır. Günümüz liderleri arasında, Vladimir Putin, bu sınıfa güzel bir örnektir.
İkinci sınıflandırmaya tabi olan liderlerin, lider ruhlu olup olmamaları bir şeyi değiştirmez. Seçilmiş olmaları yeterlidir. Güçlü ülkelerinin planlı ve oturmuş devlet yapısını idare ederler. Aslında sadece “temsil” etmeleri kafidir. Devlet sistemi öyle planlıdır ki, liderin müdahale şansı da pek yoktur. Yönetimi, sınırlı olarak, kendi siyasi görüşleri çerçevesinde şekillendirebilirler. Ama temel değerler ve amaçlar hep aynı kalır ve hedefe daha önceden planlanmış olan şekilde yürünür. Planların her zaman mükemmel sonuçlar getirmesi beklenmese de, liderin kendi kafasına göre plan değiştirme şansı yoktur. ABD’nin tüm başkanları bu sınıfa girerler.
Üçüncü sınıflandırmaya tabi olan liderler ise, seçildikleri günden itibaren etliye sütlüye karışmazlar. Bağlılık duydukları egemen devletlerce önlerine konan kanunları çıkarıp, planları uygulamaya koyarlar. Böylece milli olmasa bile, göreceli olarak, şahsi istikballerini garanti altına almış olurlar. Daha çok mandacı zihniyete sahiptirler. Küreselleşmeye yaptıkları hizmete karşılık, dışarıdan aldıkları destekle, ülke kaynaklarını kendilerine ve yandaşlarına aktarırlar. Kahraman olmak adına kendi başlarına aldıkları maceraperest inisiyatiflerle ülkelerini felakete sürükleyebilirler.Gürcistan Cumhurbaşkanı Mikail Saakaşvili de, bazı özellikleriyle, bu sınıfa örnek olarak gösterilebilir.
* * *
Bugün dünyada egemen ve güçlü olarak bilinen devletlerin geçmişlerine kısaca göz atmakta fayda var:
Amerika Birleşik Devletleri’nin tam anlamıyla bir devlet olması 1865’te sona eren “İç Savaş”la olmuştur. Yani ABD, sadece 144 yıllık bir devlettir.
Türkiye, I. Dünya Savaşı’ndan ve 26 Ağustos 1922’deki Büyük Taarruz’dan sonra bir daha topraklarında savaş yüzü görmezken; şimdi yine dünya gücü olarak karşımıza çıkan Almanya, Fransa, Japonya ve Rusya 1945’te sona eren II. Dünya Savaşına girmişlerdi. Savaş bittiğinde bu ülkelerde adeta taş üstünde taş kalmamıştı. Ekonomileri dibe vurmuş; fabrikalarıyla, insan, beyin ve iş güçleri savaşlarda telef olmuştu.
Bugün, Filistinli sivil halka karşı, sindirmek amaçlı, bilinçli olarak yürüttüğü acımasız katliamlarla ve insan hakları ihlalleriyle dünyayı meşgul eden İsrail’in kuruluşu ise bundan sadece 42 yıl önce, yani 1967 yılında olmuştur.
Bu milletlerin yoktan bir devlet kurarak dünyada söz sahibi olmaları veya yıkılan bir devleti kısa sürede yine dünya gücü haline getirmelerinin arkasındaki sır nedir?
Türk milleti ve seçtikleri “liderleri” bunu derinlemesine düşünmelidir!
* * *
Türkiye’nin, yukarıda saydığımız 1. sınıf liderler arasında sayılan Mustafa Kemal Atatürk tarafından verilen bağımsızlık mücadelesindeki düşmanları, bugün, düşmanlıklarını muhafaza etmekle birlikte, başka sıfatlar altında yine etrafında gezinmektedirler.
Yeni bir Türk devletinin kurulmuş olduğu 1923 yılından Atatürk’ün öldüğü 1938 yılına kadar hızla sürdürülen bir “devletleşme” hareketinden sonra, “milli bir iç ve dış politika” oluşturma konusunda rehavete düşülmüştür.
Bugün gelinen noktada, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının menfaatinin, egemen devletlerin menfaatleriyle örtüştüğü gibi bir algılama ortaya çıkmaktadır ki, bu eşyanın tabiatına aykırıdır.
Kaynakları sınırlı olan bir dünyada, her millet ancak elinde tuttuğuyla veya başkasının elinden kaptığıyla ayakta kalabilme şansına sahiptir.
İyi-kötü işleyen devletinize egemen devletlerce müdahale edildiğinde başınıza gelenleri görmek için Irak’ın veya Filistin’in gösterilen yüzüne değil ama iç yüzüne bakmanız kafidir.
* * *
Ermeni diasporasının 1960 lardan beri bir Ermeni soykırımı tezi geliştirdiğini, bu tezi gündeme getirmek için terör de dahil olmak üzere her yolu denediğini, planlı olarak gittiklerini ve artık sonuç almak üzere olduklarını; Türkiye’nin bu konudaki istihbarat raporlarını bile dikkate almadığını ve ciddi bir karşı hazırlık yapmadığını daha önceden yazmıştık.
Sanıyoruz ki, Türkiye’nin bu konuda rahat hareket etmesinin sebebi, Ermeni soykırımı iddiaları ile mücadele konusunu tamamen İsrail’e bırakmasındandı!
İsrail bu işe zaten “gönüllü” olarak katılıyordu.
Çünkü İsrail, Birleşmiş Milletler tarafından soykırıma uğradığı resmen kabul edilen dünyadaki tek millet olan Musevilerin kurduğu bir ülkeydi.
Yahudiler, soykırıma uğramış bir millet olarak tanınmanın, ironik olarak, dünya üzerinde kendilerine sağlamış olduğu avantajların farkındaydılar ve bu avantajı, soykırıma uğradığı tescillenen bir başka milletle paylaşmaya hiç niyetleri yoktu.
Öte yandan, İran’ın ezeli ve ebedi düşmanlığına muhatap olan ve etrafı Araplarla çevrilmiş olan Filistin’deki “vaad edilmiş topraklarda” yeni bir devlet kurarak bu devleti yaşatmaya çalışan İsrail’in bu bölgede, Türkler’den (ve şimdi artık bağımsız devlet kurmaya doğru giden Kürtler’den) başka destek bulacağı ve stratejik ortaklık yaparak gerekirse “güveneceği” başka bir millet yoktu.
Ermenilerle Yahudiler arasında, Osmanlı tarihinden kaynaklanan bir “soğukluk” vardı. Yahudiler, Osmanlı’ya karşı ayaklanan ve ihanet içinde bulunan Ermeniler’e karşı Osmanlı’yı desteklemişti.
O yüzden de Ermeni diasporasının soykırım tezleri, bugüne kadar, başta ABD olmak üzere, dünyanın güçlü ülkelerinde, Yahudi lobilerinin duvarlarına toslamıştı.
Güçlü Ermeni lobisinin bastırdığı ABD Kongresi’nde, Türkiye, soykırım konusunda ne zaman sıkıştıysa, diğer yandan güçlü Yahudi lobileri devreye girmiş ve soykırım tasarıları rafa kaldırılmıştı.
* * *
Filistin’de İsrail’e karşı savaşan çeşitli örgütler var:
Bunlardan en güçlüleri, Arap destekli El Fetih, liderleri Yaser Arafat’ı kaybettikten sonra etkinliği azalan Filistin Kurtuluş Örgütü ve İran destekli Hamas.
Hatırlanacak olursa AKP Hükümeti, bundan birkaç yıl önce Hamas liderlerini Ankara’ya davet edip doğrudan irtibata geçerek, İsrail’le olan ilişkileri germişti.
İsrail’in, Hamas’ın aralarındaki ateşkes süresi biter bitmez roketlerle topraklarına saldırdığını bahane ederek Gazze’ye saldırması üzerine, Başbakanımız Erdoğan, dindaşlarımıza yapılan bu haksızlığa isyan ederek, diplomatik üslubun da dışına çıkarak, bizlere yaptığı gibi, İsrail’i de bir güzel azarlayıverdi.
Aslında belki de bir yönden de haklıydı?
İsrail, terörü bahane ederek Hamas’a karşı düzenlediği saldırılarda, sivil halkın da ölüyor olmasına aldırmıyordu!
Ama bu mazeret, PKK terörüyle yıllardır mücadele eden bir ülkenin başbakanının, Hamas’a karşı yapıldığı ilan edilen bu saldırıları “kendimize karşı saygısızlık addederiz” şeklindeki açıklamasının talihsizliğini de ortadan kaldırmıyordu.
Sayın Başbakan; Suudi Arabistan, Lübnan, Ürdün gibi diğer Arap ülkeleri bile İsrail’i değil de Hamas’ı “barış sürecine zarar vermemesi konusunda” ikaz ederlerken, din kardeşliği ekseninde hesapsız hareket ederek, İsrail’i doğrudan karşısına almak suretiyle iki önemli sürece zarar verdiğini fark etmiyordu:
1- Türkiye’nin PKK ile haklı mücadelesindeki uluslar arası destek.
2- Ermeni diasporasının Obama’dan aldığı sözle Amerikan Kongresi’ne getireceği soykırım tasarısı.
Yıllardır süregelen basiretsizlikler ve ihmaller sonrasında maalesef işbirliğine muhtaç olduğumuz İsrail’in kendisini Hamas’la bir gören Türkiye’ye PKK konusunda destek vermesi artık onların insafına kalmıştır.
ABD Kongresi’nde Ermeni lobisine karşı arkamızda duracak bir Yahudi lobisini tekrar ikna etmek için kim bilir ne gibi yeni tavizler verilmek zorunda kalınacaktır?
Son söz: Keskin sirke küpüne zarar.