Seyh Sait’in Sonu
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Döneminde Atatürk ve Kürtler / Gökçe FIRAT
Yıllardır Atatürk’ü olduğundan farklı göstermeye kalkışan ihanet şebekelerine bakılırsa Atatürk, aslında Kürtlere özerklik verecekti.
Kürtçü akım bu tez üzerinde durarak Atatürkçülere ve milliyetçilere, Kürtçülük aşılamaya yeltenmektedir. İşin garibi bu tezlerin hiçbir gerçek yanı yoktur ama tarih bilgisinden yoksun kimi Türkler Kürtçülerin bu oyununa gelmektedir. Bu yazımızda Kürtçülerin Kurtuluş Savaşımız, Cumhuriyetimiz ve Atatürk üzerinde yarattığı tahrifata karşı gerçekleri ortaya koymaya çalışacağız.
Kürtçülerin en önemli tezi Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle Kürtlerin birlikte verdikleridir. Öyle bir tarih uydurulmuştur ki Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk Kürt ağalarla birlikte vermiştir.. Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’mıza katıldıklarıysa en büyük uydurmaların başında gelir. O halde Kurtuluş Savaşımız boyunca Kürtlerin gerçekte ne yaptığını ortaya koyalım.
Kürt Elebaşı Şeyh Sait
Kurtuluş Savaşımızın başlangıcında, Milli Güçleri idare etmek üzere Erzurum’da bir Heyet-i Temsiliye oluşturulur. 24 Ağustos 1919’da oluşturulan Heyet-i Temsiliye Mustafa Kemal Paşa başkanlığında 9 kişiden oluşur. Öbür temsilciler, eski Bahriye Nazırı Rauf Bey, eski Trabzon milletvekili İzzet Bey, eski Erzurum milletvekili Raif Efendi, eski Trabzon milletvekili Servet Bey, Erzincan’da Nakşi Şeyhi Fevzi Efendi, eski Beyrut Valisi Bekir Sami Bey, eski Bitlis milletvekili Sadullah Efendi ve Mutki aşireti lideri Hacı Musa Beydir.
Kurtuluş Savaşımızın bu ilk önder kadrosundan sadece Rauf ve Bekir Sami Beyler Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar yola devam etmişlerdir. Yani denildiği gibi Kurtuluş Savaşı’mız ağaların ve şeyhlerin desteğiyle verilmemiştir.
Ama burada çok daha önemli bir gerçeği de ortaya koymamız gerekmektedir. Mutki Aşireti reisi Hacı Musa Bey sözde Kurtuluş Savaşımızın ilk önderlerindendir. Belgeleri inceleyenler bunun böyle olduğunu kabul etmek zorunda kalırlar. Ancak gerçek bambaşkadır.
Hacı Musa Bey, 1923 yılı Mayıs ayında Erzurum’da kurulan Kürt Azadi Cemiyeti’nin de lideridir. Azadi Cemiyeti’nin üyelerinden biri de Şeyh Sait’tir. Azadi Cemiyeti İngilizlerle, Fransızlarla ve Sovyetler Birliği ile temas kurarak Bağımsız Kürdistan için destek aramıştır. Daha sonra bu örgüt İngiliz desteğiyle başlayan Nasturi Ayaklanması’na katılır. Nasturi Ayaklanması’nın bastırılmasından sonraysa İran’a kaçarlar.
Mustafa Kemal de Nutuk’ta bu konuya şöyle değinir:
“Beyler, tarih söz götürmez bir biçimde ortaya koymuştur ki büyük işlerde başarı için yeteneği ve gücü sarsılmaz bir başkanın varlığı çok gereklidir. Bütün devlet büyüklerinin umutsuzluk ve güçsüzlük içinde, bütün ulusun başsız olarak karanlıklar içinde kaldığı bir sırada ‘yurtseverim’ diyen bin bir çeşit kişinin, bin bir türlü davranış ve inanç gösterdiği kargaşalı bir zamanda danışmalarla, birçok saygın ve erkli kişilerin sözlerine uyma zorunluluğuna inanmakla; sağlam, esaslı ve özellikle sert yürünebilir mi? Tarihte buna ulaşmış bir topluluk gösterilebilir mi? İkincisi beyler; ulus, ülke, siyaset ve ordu yöneticiliğinde hiç bulunmamış ve bu alanda değeri belirmemiş ve denenmemiş gelişigüzel kişilerden, örneğin Erzincanl ıbir Nakşi Şeyhi ve Mutkili gibi zavallılardan da kurulabilecek herhangi bir temsilciler kuruluna, söz konusu durum ve görev bırakılabilir miydi?”
Mustafa Kemal’e İdam Kararı Veren de Kürt’tü!
Kürtlerin ağaları bunu yaparken milletvekilleri de boş durmaz. Bitlisli Kürt milletvekili Yusuf Ziya Bey de Azadi örgütünün içindedir. Yusuf Ziya Bey aynı zamanda İngiliz ajanıdır. Mustafa Kemal Paşa, Yusuf Ziya Bey’den kuşkulanmakta ve onu takip ettirmektedir. Gerçekten de Mustafa Kemal’in kuşkuları gerçek çıkar ve Yusuf Ziya Bey Nasturi İsyanı’na katılır.
İşin daha da vahimi Yusuf Ziya Bey’in askeriye içinde de adamları vardır. Nasturi İsyanı’nı bastırmakla görevli birlikten Fırka Komutanı İhsan Nuri, Vanlı Rasim, Tevfik Cemal ve Teğmen Ali Rıza da Kürt örgütünün üyesidir ve isyan sırasında 270 askerle birlikte karşı tarafa geçerler!
Görüldüğü gibi Kurtuluş Savaşı’mıza katılan ve Türklerle savaşan Kürtlerle değil Kurtuluş Savaşı’nın içine sızan ancak kendi Kürt örgütlenmesini devam ettiren; İngiliz, Fransız işgalcilerle işbirliği yapan ve en sonunda da Türk askerine karşı cephe açan Kürtleri görüyoruz. Bu örgütün İngiliz desteğini sağlamak için Nasturi isyanından üç yıl önce 1920 yılında yine Hakkari’de başka bir isyan
çıkarttığını da kaydedelim.
Peki Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’mız Sırasındaki Tek İhanetleri Bu mudur?
Aslında Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren Mustafa Kemal’in karşısındadır Kürtler. Mustafa Kemal’in idam emrini veren Kürt Mustafa Paşa’dır!
Aynı Kürt Mustafa Paşa’nın eniştesiyse Kürt İzzet Bey’dir ve İstanbul Hükümeti’nin İçişleri Bakanı’dır. Kürt İzzet Bey de İngiliz ajanıdır.
Kürt İzzet Bey’in bir de yeğeni vardır : Şerif Paşa. O da Kürdistan Teali Cemiyeti’nin Paris temsilcisidir.
Damat Ferit Paşa’nın (fesli) Sevr Antlaşmasını imzalamak üzere diğer Osmanlı delegeleriyle birlikte Paris Barış Konferansına giderken İtilaf Devletlerine ait bir savaş gemisinin güvertesinde çekilmiş fotoğrafı. Sağında Şura-yı Devlet Reisi Rıza Tevfik, solunda Maarif Nazırı Bağdatlı Hadi Paşa ve Bern sefiri Reşat Halis yer alıyor. Bu dört Osmanlı görevlisi İstiklal Savaşı’ndan sonra Ankara tarafından diğer 150’liklerle birlikte Türk vatandaşlığından çıkarılacaklardı.
İstanbul Hükümeti’nin ve İngilizlerin Mustafa Kemal hareketini engellemek için kullanmayı düşündükleri kütle de kürtlerdir. Damat Ferit, Kürdistan Teali Cemiyeti’yle görüşerek onlara özerklik karşılığında Mustafa Kemal’e karşı savaşmayı teklif eder. Damat Ferit Yüksek Komiser De Robeck ile görüşerek Sevr koşulları gereğince 15 bin kişilik bir Kürt ordusu kurulmasını ve Kürtleri Mustafa Kemal’e saldırtmayı teklif eder.
Bu yönde en önemli girişim Ali Galip olayıdır. İngiliz ajanı Binbaşı Noel, Ali Galip ve Kürdistan Teali Cemiyeti liderleri Malatya’ya geçerler. Burada bir Kürt birliği kurarak Sivas yolunda Mustafa Kemal’i öldürecekler ve Kongre’nin toplanmasına engel olacaklardır.
Ancak Mustafa Kemal girişimi haber alır ve tedbir alır. Malatya’da Türk birlikler İngiliz ajanı, Ali Galip ve Kürdistan Teali Cemiyeti liderlerini kıstırırlar. Tutuklama emri vardır. Noel, İngilizlerden yardım ister. Saraya baskı yapılır fakat baskı sonuç vermez. En sonunda kaçmak zorunda kalırlar.
Görüldüğü üzere daha Sivas Kongresi öncesinde bile Kürtler
İngilizlerle, İstanbul Hükümeti ile birlikte Mustafa Kemal’e karşıdır.
İngiliz gizli belgeleri de bunu doğrulamaktadır. 28 Kasım 1919’da Mr.
Kindson’un Londra’ya gönderdiği raporda şöyle yazılıdır :
“Kürtlere her ne kadar inanmasak da onları kullanmamız çıkarlarımız gereğidir.”
9 Aralık 1919 tarihli Yüksek Komiser Robeck’in Lord Curson’un
raporundaysa şunlar yazılıdır:
“Kürtler bütün umutlarını İngiliz hükümetine bağlamış durumdalar. Bu
ara Mustafa Kemal gittikçe tehlikeli olmaya başlıyor. Kuvvetler,
Kürtleri Mustafa Kemal Paşa’ya karşı kullanmak için para ödemeye
hazırdırlar.”
Yunan Ordusundaki Kürtler
Ama Kürtler bununla da yetinmemektedir. İngiliz Gizli Belgeleri’nin
verdiği bilgiye göre Kürtler aynı zamanda Yunanlılarla da temas
halindedir. Amasya’da Yunan temsilcisiyle görüşün Kürtler, Yunanlılara
Türk ordusunda ele geçirilen Kürt esirlere iyi davranılmasını ve bu
esirlerin Türk ordusuna karşı kullanılmasını önerir. Teklif kabul
edilir ve esir Kürtler Yunan ordusunun hizmetine girerler.
Kürt-Yunan işbirliğinin en büyük sonucu ise Koçgiri İsyanı’dır. Yunan
ordusu büyük ilerleyişe geçmeden hemen önce Kürtler isyan eder. Yunan
ordusu Bursa’ya doğru ilerlerken Kürtler Sivas’a doğru yürümeye
başlar.
Amerikan Askeri Ateşesi durumu şöyle rapor eder:
“… Yunanlılar önemli bir zafer kazanırlarsa Kürt isyanı Türkiye’nin
arkasını ciddi bir şekilde tehdit edebilir. Ancak Batı’daki savaş
Türklerin lehine gelişirse Türkler, ellerindeki yarım düzine yetenekli
önderden biriyle Kürt sorununa son verebilir. İngilizler kuşkusuz bu
durumu bilmektedirler. Yine de Kürt sorunuyla meşgul olduğu sürece
Mustafa Kemal’in Musul’a el koyamayacağını düşünmektedirler.
Dolayısıyla Kürt akımına yardımcı olmaktadırlar.”
Koçgiri İsyanı’nın başlangıç tarihi sadece Yunan ilerleyişine değil
aynı zamanda Londra ve San Remo Konferansları’na da denk gelir. Ankara
Hükümeti böylece sıkıştırılmaktadır.
Koçgiri İsyanı’nın liderlerinden Baytar Nuri isyan programını şu
şekilde açıklar:
“İlk önce Dersim’de Kürt istiklali ilan edilecek, Hozat’a Kürdistan
bayrağı çekilecek, Kürt milli kuvveti Erzincan, Elazığ ve Malatya
istikametlerinden Sivas’a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti’nden
Kürdistan istiklalinin tanınmasını isteyecekti. Türkler bu isteği
kabul edeceklerdi. Çünkü isteğimiz silah kuvvetiyle desteklenmiş
olacaktı.”
Ayaklanma büyür ve isyancılar Ankara Hükümeti’ne bir muhtıra
yollarlar. Telgraf yoluyla iletilen muhtıra şu maddelerden
oluşmaktadır:
1- İstanbul Hükümeti’nce kabul edilen Kürdistan özerkliğinin Ankara
Hükümeti’nce de tanınıp tanınmayacağının açıklanması.
2- Kürdistan özerk yönetimi konusunda Mustafa Kemal hükümetinin ivedi
yanıt vermesi.
3- Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtlerin hemen
salıverilmesi.
4- Kürt çoğunluğu bulunan illerden Türk memurlarının çekilmesi.
5- Koçgiri yöresine gönderilen birliklerin geri alınması.
Kürtler bununla da kalmaz, 25 Kasım 1920 tarihinde Batı Dersim
Aşiretleri Reisleri adına TBMM’ye şu şekilde başvurur:
“Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde
bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu
oluşturulmalıdır. Yoksa bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur
kalacağımızı beyan ederiz.”
Yunanlar Bursa’ya Kürtler Sivas’a Saldırıyor
Ankara Hükümeti, Batı’da Yunanların Bursa’yı ele geçirmesine rağmen
Kürtlere karşı geri adım atmaz. Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa
isyanı bastırmak için bir plan hazırlar. Topal Osman komutasındaki
Giresun alayı da Nurettin Paşa’nın emrine verilir. Türk Ordusu 11
Nisan 1921 günü Kürtlerin üzerine yürüyüş başlatır. 45 bin kişilik
Kürt milisleri ile çarpışmalar 3 ay sürer. 17 Haziran 1921 günü
isyancılar teslim alınır.
Koçgiri isyanının bastırılmasından sonra TBMM’deki Kürt
milletvekilleri Ordu Komutanı Nurettin Paşa’nın halka zulmettiği,
gereksiz yere kan döktüğü gerekçesiyle olağanüstü ve gizli bir oturum
talep ederler. Kürtler isyanı bastıran Nurettin Paşa’nın kellesini
istemektedir.
Mustafa Kemal Olayı Daha Sonra Nutuk’ta Şöyle Anlatacaktır :
“Nurettin Paşa merkez bölgesinde bir yıla yakın bu görevi yaptı ama
yetkisi dışında kimi yurttaşların haklarına el uzatıyor diye
milletvekillerinin yakınmaları ve İçişleri Bakanlığı’na soru
yöneltmeleri, Bakanlığın da yakınmaları yerinde görmesi üzerine
Meclis’in isteğiyle Kasım 1921 başlarında görevden el çektirildi.
Meclis, Nurettin Paşa’nın yargılanmasına da karar verdi. Bu iş,
benimle Bakanlar Kurulu arasında bir sorun çıkmasına da yol açtı. Ben,
Nurettin Paşa’ya uygulanmak istenen işlemi kabul etmedim. Fevzi Paşa
Hazretleri de benim görüşüme katıldı. İkimizle, Bakanlar Kurulu
arasında çıkan anlaşmazlık Meclis’çe bir çözüme bağlandı. Meclis’te
Nurettin Paşa’yı savundum, kendisini ağır bir işleme uğramaktan
kurtardım.”
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, sadece Kürt isyanını bastırmakla
kalmamış, isyanı bastıran komutanı da sonuna kadar savunmuştur.
Mustafa Kemal’in, Meclis’te tek kalmasıysa son derece öğreticidir.
Gerçekten de Birinci Meclis’te, Mustafa Kemal Paşa, Şeriatçılara ve
Kürtçülere karşı tek başına kalmaktadır. Ama tek kalmak pahasına kendi
komutanını savunmuştur!
Görüldüğü üzere, daha Sivas Kurultay’ının toplanma hazırlıklarından
itibaren Kürtler, Kurtuluş Savaşı için çalışmamış, tam tersine hep
Kurtuluş Savaşı’na karşı savaşmışlardır. Koçgiri Ayaklanması da bunun
en büyük kanıtlarındandır.
Genelkurmay Başkanlığı da bu isyanı şu şekilde değerlendirmektedir:
“Siyasi bakımdan büyük bir önem taşıyan bu harekat dolayısıyla, Kürt
bağımsızlık davasının ilk basamağının Koçgiri olayları ile kurulmak
istendiği, bu dış etkilerin en açık ve kesin delilidir.”
Bu değerlendirmeden de anlaşılacağı gibi, olay münferit bir isyan
değil, bir davanın ilk adımıdır! Ardından gelecek olan Kürt isyanları
da bunu kanıtlayacaktır. Nitekim isyanın liderleri de olayı böyle
değerlendirmektedir:
“Koçgiri, “Kürt İstiklal Savaşı”nın bir merhalesidir, onunla bir
meydan muharebesi kaybettik fakat harp bitmedi. Biz son zaferi
kazanacağız.”
Kürtlere Özerklik Mustafa Kemal’in Değil Damat Ferit’in Projesidir
Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’na ne şekilde katıldıklarını gördükten sonra
şimdi de Mustafa Kemal’in Kürtlere özerklik vereceği yalanının nasıl
uydurulduğuna geçebiliriz.
12 Eylül 1919’da İstanbul Hükümeti ile İngiltere arasında gizli bir
antlaşma imzalanır. Sekiz maddelik anlaşma maddelerinden üçüncüsü
şöyledir:
“Türkiye bağımsız bir Kürdistan kurulmasına karşı çıkmayacaktır. ”
Anlaşmanın altında Damat Ferit’in imzası vardır. Anlaşma’nın esas
önemi Damat Ferit’in Mustafa Kemal hareketine yani Türk milli
hareketine karşı Kürt ayrılıkçılarıyla uzlaşması ve Kürtleri Mustafa
Kemal’e karşı kullanmasını kanıtlamasıdır. Yukarıda bu kullanmanın ne
şekilde hayata geçirildiğini görmüştük.
İstanbul Hükümeti’nin bu tür bir yola girmesi aslında Damat Ferit
Hükümeti’nin sonunu getirir. Kabine değişikliği olur ve Ali Rıza Paşa
Hükümeti kurulur. Bu değişiklik son derece önemlidir çünkü Kürt
milliyetçiliğinin ve ayrılıkçılığının önü kesilecektir.
Amasya Görüşmeleri bunun ilk aşamasıdır. Kürtlere özerkliğin ilk
belgesiymiş gibi yansıtılmak istenen Görüşmeleri’nde şu karar
alınmıştır:
“Beyannamenin 1. maddesinde Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul
edilen sınırı Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve
Kürtlerin Osmanlı topluluğundan ayrılması imkansızlığı izah edildikten
sonra, bu sınırın asgari bir istek olmaz üzere elde edilmesinin
temininin lüzumu müştereken kabul edildi. Bununla beraber, yabancılar
tarafından görünüşte Kürtlerin bağımsızlığı maksadı altında yapılmakta
olan tezvirlerin önüne geçmek için de bu hususun şimdiden Kürtlerce
bilinmesi uygun görüldü.”
Tutanaktan da anlaşılacağı üzere Ankara ile İstanbul’un yeni hükümeti,
Kürt ayrılıkçılığına karşı ortak bir karar almışlar ve kurulacak ya da
kurtarılacak devletin sınırlarının Kürtlerin oturduğu araziyi de
kapsadığını belirtmişlerdir. Bu tutanaktan çıkacak biricik sonuç,
Kürtlerin oturduğu arazide ayrı bir devlet ve özerklik hakkının bu
tutanakla reddedildiğidir. Ama ne hikmetse gördüğü her Kürt kelimesini
özerkliğe yoran tarih heveslisi Kürtçüler bunu tam tersine
yormaktadır.
Amasya Görüşmeleri’nin teyidi ise Misak-ı Milli’dir. Misak-ı Milli
ise, özerklik değil ulusal bir devlet programıdır. Kuvayı Milliye’nin
bu ilk belgesinde ve aynı zamanda İstanbul Meclisi’nin son kararında
Kürtlere özerklik yoktur! Dahası Misak-ı Milli için çalışan bir
harekete katılan herkes de ulusal devleti kabul etmiş demektir.
Milli Mücadele’nin Kürtlere özerklik vereceğini söyleyenlerin iddiası
aynı zamanda son derece de komiktir. Kürtler bağımsızlık ve özerkliği
zaten Sevr ile kazanmışlardı. Sevr’e karşı çıkan bir hareketin Sevr’de
dayatılan bir maddeyi savunması olacak şey değildir!
Kaldı ki Erzurum ve Sivas Kurultayları’nda da bu yönde alınmış bir
karar yoktur. TBMM’nin bu yönde aldığı bir karar da yoktur. Özerkliği
savunan bir hareketin bunu bir karar olarak duyurması gerekmez miydi?
Komik olmayı bırakın.: Mustafa Kemal sizin gibi gizli bir Kürtçü
değildi! Sizin gibi hem tek bayrak hem de Kürtler kendi kendini
yönetsin diyecek hain değildi.
İngilizlerin Kürtlere Özerklik Uydurması
Mustafa Kemal’in Kürtlere özerklik vereceği uydurmasının kaynağıysa
doğrudan İngilizlerdir! Yukarıda bahsettiğimiz gibi Koçgiri İsyanı’nın
bastırılmasından sonra Meclis’te Kürt milletvekilleri isyancılara
destek çıkarlar. Uzun süren tartışmalardan sonra Mustafa Kemal’in
isyanın bastırılmasını savunan konuşması üzerine tartışma kapanır.
Ancak İngiliz raporlarına göre bu görüşmeler sırasında Kürtlere
özerklik verilen bir karar alınır.
Maddeler şunlardır:
1-Uygarlığın gereklerine uygun olarak Türk milletinin ilerlemesini
sağlamayı hedefleyen TBMM, ulusal gelenekleriyle uyum içinde, Kürt
milletinin özerk yönetimini kurmayı üzerine alır.
2-Çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu bu topraklar için Kürt ileri
gelenleri tarafından bir Genel Vali, Vali Yardımcısı ve bir Müfettiş
seçilebilir.
4-Kürt Ulusal Meclisi Doğu vilayetlerinde kurulacak ve 3 yıl için
oluşturulacaktır.
5-Özerk yönetim Van, Bitlis, Diyarbakır vilayetleri, Dersim sancağı,
bazı nahiye ve kazaları içine alacaktır.
…
Toplam 9 maddelik kanun tasarısı İngilizlere göre kabul edilmiştir!
Ancak İngiliz raporlarının gösterdiği 10 Şubat 1922 tarihinde anılan
gizli oturum yoktur! TBMM Gizli Celse Zabıtları yayınlanmıştır ve
orada böyle bir gün yoktur! Olması da son derece saçma olurdu. Çünkü
anılan 9 maddenin Sevr’den bir farkı yoktur. Kaldı ki Koçgiri
İsyanı’nı bastıran bir Meclis’in bu kararları alması da mantıksızdır.
Çünkü bu kararları alacak Meclis, mantıken isyancılarla anlaşır ve
istenilen bu hakları verirdi..
Atatürk “Kürt Sorunu” Tanımlamasını Şiddetle Reddediyor !
Atatürk 16/17 Ocak 1922 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde
gazetecilerin sorularını yanıtlar. Dönemin Vakit Gazetesi başyazarı
Ahmet Emin Yalman’ın “Kürtlük Sorunu nedir? Bir iç sorun olarak
değinmeniz iyi olur” sorusuna Atatürk şu yanıtı verir:
“Kürt sorunu, bizim yani Türklerin çıkarı için kesinlikle söz konusu
olamaz. Çünkü bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt unsurları öylesine
yerleşmişlerdir ki pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu
yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir
sınır oluşmuştur ki Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türkiye’yi
mahvetmek gerekir. Bu nedenle başlı başına bir Kürtlük düşünmekten çok
Anayasa’mız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır.. O halde
hangi bölgenin halkı Kürt ise kendi kendilerini özerk olarak idare
edeceklerdir…”
Teröristbaşı Apo, Atatürk’ün bu demecini Atatürk’ün özerkliği
savunduğunun sözde kanıtı olarak verirler. Oysa Uğur Mumcu’nun da
belirttiği gibi Mustafa Kemal “özerklikten” değil “Anayasa’mız
gereğince oluşacak bir çeşit özerklikten” bahsetmektedir. Buysa 1921
Anayasası’na göre illerin manevi kişiliğe ve özerkliğe sahip olmaları
maddesiyle uyum içindedir.
1921 Anayasasının 21. maddesi şöyledir:
“İl yönetimi yerel işlerde manevi kişilik sahibidir ve özerktir..”
Buradan da anlaşılacağı üzere Atatürk, Kürtlerin kendi kendilerini
yönetmesinden değil illerin kendilerini yönetmesinden bahsetmektedir.
Zaten Kürtlerin yoğunluğundan bahsetmesi de bu nedenledir.
Aslında Atatürk’ün bu açıklamasının özerklik için değil tam tersine
Kürt sorununun kabul edilmemesi için bir dayanak olarak gösterilmesi
gerekmektedir. Gerçekten de bu açıklamasında Atatürk, Kürtlüğü
reddetmekte, dahası Kürt sorunu diye bir tanımlamayı kabul
etmemektedir!
Dahası açıklamaların devamında Lozan’da tartışılan Musul meselesi ele
alınmakta ve Atatürk tarafından şu ifade edilmektedir:
“İngilizler orada bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Bunu yaparlarsa
bu düşünce bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır. Buna engel
olmak için sınırı güneyden geçirmek gerekir.”
Yani Atatürk bizim sınırlarımız içindeki Kürtlerin olası bir talebine
karşı olduğunu çok açık bir şekilde ifade etmekte bu nedenle de
Musul’u vermemeyi savunmaktadır! Nitekim Lozan’da Türkiye, Kürt
meselesinin konuşulmasını dahi kabul etmemiştir! Çünkü Türkiye için
artık böyle bir mesele yoktur!
Şeyh Sait İsyanı ve Mustafa Kemal Tedbiri : Takrir-i Sükun, İstiklal Mahkemesi
İkinci uydurmanın da çürütülmesinden sonra Atatürk’ün kurduğu
Cumhuriyet İdaresi’nde Kürt meselesinin nasıl ele alındığına
geçebiliriz. Burada karşımıza Musul Sorunu çıkar. İngilizlerle Musul
müzakereleri sürmektedir. Türkiye Musul’u geri almak için askeri bir
harekatın da hazırlıklarını yapmaktadır. Tam bu ortamda Şeyh Sait
isyanı patlak verir. Kürtler yine İngilizlerin oyuncağı olmuştur.
İngiliz desteğiyle ayaklanan Şeyh Sait, önemli başarılar kazanır.
Başbakan Fethi Okyar’dır. Fethi Bey, isyanı çok önemsemez ve üzerine
hemen gitmez. Daha sonra Meclis’te kendini savunacağı üzere “gereksiz
kan dökülmesine karşıdır.”
Tam bu sırada Mustafa Kemal, Ankara Garı’nda İsmet Paşa’yı
beklemektedir. Hükümet değişir, İsmet Paşa kabinesi kurulur. İsmet
Paşa Hükümeti iki karar alır, biri İstiklal Mahkemeleri’nin kurulması,
ikincisi Takrir-i Sükun kanunu. Bu, devletin isyanın üzerine sertlikle
gideceğinin işaretidir.
Takrir-i Sükun görüşmeleri, gizli Kürtçü liberaller ile,
Cumhuriyetçilerin hesaplaşmasına dönüşür. Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası’nın önde gelenlerinden Kazım Karabekir, Ali Fuat ve Rauf Bey,
Takrir-i Sükun’a karşı çıkarlar. Onlara göre isyancılarla masum halkı
ayırmak gerekmektedir; Takrir-i Sükun özgürlükleri ortadan kaldıracak
ve bir dikta idaresi kuracaktır.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın 15 milletvekili bulunmaktadır.
Bunlardan özellikle Dersim Milletvekili Feridun Fikri’nin isyancıları
korumak için çırpındığı görülür. TCF’nin bütün muhalefetine karşın
Takrir-i Sükun Yasası ve İstiklal Mahkemeleri’nin kuruluşu yasası
kabul edilir.
Çünkü -başta Atatürk olmak üzere- Cumhuriyetçiler, isyancılara
özgürlük tanımanın Cumhuriyet’in sonu olacağını görmektedirler.
Cumhuriyet Halk Fırkası içinde de bir bölünme olmuştur. 92
milletvekili isyanın üzerine sertlikle gitmekten yana tavır koyarken
60 milletvekili buna karşı çıkmaktadır. Son noktayı Mustafa Kemal
koyar. 2 Mart günü kürsüye çıkar ve kararı açıklar:
“Milletin elinden tutmaya lüzum vardır. Devrimi, başlayan kişi tamamlayacaktır.”
“Nifak Vardır Vahdet Olsun Diyoruz ”
Böylece Mustafa Kemal’in çözümü uygulanmaya koyulur. Mustafa Kemal
muhalifleri ve Kürtçülerse özellikle İstanbul basınında yuvalanmıştır.
Milli Savunma Bakanı Recep Peker durumu şu şekilde ifade eder:
“… Türkiye’de devlet nüfuzu adına gösterilen hoşgörünün sonunda,
devlet işlemez hale gelmiştir. Çok yüksek adlar adına yapılmış yasalar
da buna yol açmıştır. Basın, özellikle İstanbul basını Türkiye’de
devlet gücü diye ne kadar kutsal yer ve makam varsa hepsini ite kaka
meşruluk dışı bir çekişme aracı yapmıştır. Bunlar, devlet kuruluşu
diye ne varsa hepsine birden yalan ve iftiralarla saldırıp bütün
devleti tahrip etmektedirler. Her sabah milletin yüzüne fışkıran
mikroplu balgamlar, masum halka devlet gücünün değerli bir şey
olmadığını aşılamaktadır. Hükümetimiz, pislik yuvalarını temizlemeye
yetkisi olmadan bu ülkenin yönetimini ele alamaz. İç tehlike, içinden
yanan yangın gibidir. Devlet kuruluşları, meclisler ve hükümetler, bu
yangını patlamadan önce bulup gereken yasal önlemleri almazsa yangın
büyüdükten sonra önlem almaya da zaman kalmaz. Herhangi bir düşünceyle
ve herhangi bir amaçla, özgürlüğü yine bizzat özgürlüğe çevrilmiş bir
silah gibi kullanmak, gerçeğe ve yurt yararına uygun değildir.”
Sonuçta isyan bastırılır. İsyanın elebaşlarından 46’sı idam edilir.
Mehmet Emin Bey, Meclis’te Cumhuriyet’in isteğini açıklar :
“Memlekette nifak vardır vahdet olsun diyoruz. İhanet vardır sadakat
olsun diyoruz. İzmihlal tehlikesi vardır beka olsun diyoruz. Ölüm
vardır hayat olsun diyoruz.”
Güneydoğu’ya Umum Müfettişlik
1925 yılında çıkan Şeyh Sait İsyanı’nın bastırılmasından sonra
Cumhuriyet yönetimi meselenin üzerine daha büyük hassasiyetle
yaklaşmaya başladı. Bu yaklaşımla birlikte Cumhuriyet İdaresi’nin Kürt
meselesindeki tedbirleri de oluşmaya başladı. Cumhuriyet İdaresi’nin
meseleyi çözmek için Takrir-i Sükun Kanunu çıkarttığını ve İstiklâl
Mahkemeleri’ni yeniden kurduğunu belirtmiştik. İstiklâl
Mahkemeleri’nin çalışma süresinin dolmasıyla birlikte yerine bir şey
konulup konulmayacağı tartışılmaya başlandı.
Bu noktada Umum Müfettişlik kurulması Cumhuriyet İdaresi’nin çözümü
oldu. Umum Müfettişlik ya da o dönemki karşılığıyla Genel İnspektörlük
kurulması önerisi Başbakan İsmet İnönü’den gelmişti. Gerekçe, bu
bölgede daha güçlü bir yönetim kurulması gerekliliğiydi.
25 Haziran 1927 tarihinde Umum Müfettişlik Teşkiline Dair Kanun kabul
edildi. Bu kanuna göre Umum Müfettişlik Elaziz, Urfa, Hakkari, Bitlis,
Diyarbekir, Siirt, Mardin ve Van illerini kapsayacaktı. Görüldüğü
üzere bu bölge Kürt isyanlarının merkezi olan Güneydoğu Bölgesiydi.
Umum Müfettişliğe beş yıl bu görevi sürdürecek olan İbrahim Tali
Öngören atandı. Bu tercih dikkat çekiciydi çünkü Öngören aynı zamanda
milletvekiliydi. Öngören milletvekilliğinden istifa ederek bu göreve
geldiğine göre görev oldukça önemliydi. Ancak Öngören’in çok daha
önemli bir özelliği daha vardı o da Mustafa Kemal’le birlikte Bandırma
Vapuru’na binen ilk kadrodan olması ve o günden beri de Mustafa
Kemal’in güvenini hiç kaybetmemiş olmasıydı.
Umum Müfettişlik görevine 1935 tarihinde Abidin Özmen’in atanması da
üzerinde durulması gereken bir noktadır. Abidin Özmen, Milli Mücadele
yıllarında Mudanya Kaymakamı’dır. Bu görevini sürdürürken Yunanlara
karşı ajanlık faaliyetini organize eder. Bu görevi sırasında Yunanlara
esir düşer. Atina Hapishanesi’nde iki buçuk yıl hapislikten sonra
Zafer’le birlikte kurtulur ve yurda döner. O da Mustafa Kemal’in
güvenini kazanan kişilerdendir.
Güneydoğu bölgesinde göreve başlayan Umum Müfettişliklerin kapsamı
daha sonra genişletilir. İkinci Umum Müfettişlik 1934 tarihinde
Trakya’da Edirne, Kırklareli, Tekirdağ ve Çanakkale illerinde kurulur.
1935 tarihinde Erzurum merkezinde Erzurum, Kars, Gümüşhane, Çoruh,
Erzincan, Trabzon ve Ağrı illerini kapsayan Üçüncü Umum Müfettişlik
kurulur. 1936 yılındaysa Bingöl, Tunceli, Elaziz ve Erzincan illerini
kapsayan Dördüncü Umum Müfettişlik kurulacaktır.
Bu görevlere atananlar da dikkat çekicidir. İkinci Umum Müfettişliğe
İbrahim Tali Öngören geçerken Üçüncü Umum Müfettişliğe Tahsin Uzer
atanır. Tahsin Uzer de başından itibaren Mustafa Kemal’in yanındaki
kadrodandır. Dördüncü Umum Müfettişliğe ise Korgeneral Abdullah
Alpdoğan atanır. Alpdoğan Paşa, Koçgiri İsyanı’nı bastıran Nurettin
Paşa’nın oğludur.
Görüldüğü gibi Atatürk, Umum Müfettişliklere büyük önem vermiş ve bu
göreve hep çok güvendiği isimleri getirmiştir.
Umum Müfettişliklerin kuruluş tarihi de oldukça dikkat çekicidir. Şeyh
Sait İsyanı’ndan sonra Birinci Umum Müfettişlik teşkil edilirken Ağrı
İsyanı ertesinde Üçüncü Umum Müfettişlik, Dersim İsyanı dönemindeyse
Dördüncü Umum Müfettişlik teşkil edilir. Aslında Dördüncü Umum
Müfettişliğin teşkili, Cumhuriyet Yönetimi’nin Dersim’e yönelik
hazırlıklarının sonucudur. Zaten Dördüncü Umum Müfettişliklere sadece
Korgeneral rütbesindeki askerler atanabilecektir.
Atatürk Kurdu, Demokrat Parti Kapattı
Umum Müfettişliklerle ilgili aslında önemli bir ayrıntı daha
belirtilmelidir. Umum Müfettişlik daha Milli Mücadele sürerken yani
Birinci Meclis döneminde de kabul edilmiştir. Koçgiri İsyanı’nın hemen
ertesinde gündeme gelen Umum Müfettişlik İdaresi’ne muhalefet şu
gerekçeyle karşı çıkıyordu:
“Memleketten İstiklâl Mahkemelerini kamilen kaldıralım, memlekete
adalet verelim. Adalet için çare İstiklâl Mahkemeleri’ni kaldırmaktır.
Müfettişi Umumilik Kanunu’nda toptan tüfekten bahsediliyor. Bu
milletin üzerine hâlâ top ile tüfekle, mitralyözle mi yürüyeceğiz?”
Ancak Mustafa Kemal bu tür ucuz muhalefeti yenerek Umum Müfettişlik
yasasını o dönemde de çıkartmıştı. Çünkü bölücülük, her dönemde insan
hakları ve hürriyet laflarının arkasına sığınarak idareyi gevşetmeye
çalışmıştır.
Atatürk’ün Cumhuriyet döneminde Umum Müfettişlikle ilgisi de
belirtilmelidir. Umum Müfettişlerin çalışmalarını yakından takip eden
Atatürk, özellikle Dersim Harekatı sırasında Dördüncü Umum Müfettiş
Alpdoğan Paşa’ya büyük destek vermiştir. Nitekim İnönü’nün Alpdoğan
Paşa’ya 30 Mayıs 1937 tarihli mektubunda şu sözler dikkati hemen
çeker:
“… Atatürk sizden bana büyük bir takdir ve memnuniyetle bahsetti.
Bilhassa hanımefendinin asalet ve nezaketi ve Sabiha Gökçen’e
gösterdiği alaka ve şefkat kendisini pek mütehassis etmiştir.”
Bilindiği gibi Sabiha Gökçen, Atatürk’ün manevi kızıdır. Ve Dersim
İsyanı’nı bastırmak için havadan bombardıman yapan pilotlarımızdandır.
Umum Müfettişliğin önemi Cumhuriyet İdaresi’nin Kürt meselesine
yaklaşımını bizzat yürüten kurum olmasındandır.
Bu bakımdan 7-22 Aralık 1936 tarihleri arasında düzenlenen Umum
Müfettişler Toplantısı özel önem taşımaktadır. Dersim İsyanı
öncesindeki toplantı Cumhuriyet İdaresi’nin olaya yaklaşımını özetler.
Şu satırlar Dördüncü Umum Müfettiş Alpdoğan Paşa’nın raporunda
geçmektedir:
“…Türkçe bilmeyen çocuklara bu mekteplerde Türkçe öğretiliyor. Türk
duygusu aşılanıyor. Tunceli içerisinde dilini unutmuş Türk soyundan
insanların kasaba ve nahiyelerle civarına iskanları düşünülüyor.
…. Toplu bir Türk camiası vücuda getirecek bu hususta hazırlıktayız.
…. Soyadı kanunu mıntıkada takip edilerek Türk soyu adlarının soyadı
olarak halka verilmiş olması ve bu adlarla kendilerinin
çağrılmasıdır…”
Umum Müfettişliklerin kaldırılmasıysa Demokrat Parti iktidarı altında
olacaktır. Kürt bölücülüğüne kucak açan DP, daha ilk görev yılında bu
kurumu lağvedecektir. Kürtçülüğün önde gelen isimlerinden DP
Diyarbakır milletvekili Mustafa Remzi Bucak, Umum Müfetişliklerle
ilgili görüşmede şu sözleri sarf edecektir:
“… Bu memleketin siyasi idare tarihinde kapkara bir leke olarak yer
almıştır Umum Müfettişlikler. Bu bakımdan Umum Müfettişlikler, idare
ve siyasi tarihimizde iğrenç ve korkunç kanlı sahifeler ilave etmekten
başka bir vazife görememişlerdir…”
Aynı Bucak’ın daha sonra Kürdistan’a özerklik verilmesi ve federasyon
kurulması için İsmet İnönü’ye başvurduğunu da göreceğiz.
Görüldüğü gibi 1927 tarihinde Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in imzasıyla
kurulan Umum Müfettişlikler 1952 yılında karşıdevrimci Demokrat
Partililer tarafından ortadan kaldırılmıştır. Tıpkı Köy Enstitüleri,
Halkevleri… gibi.
Birinci Umum Müfettişlik çalışmaları sonuçlarını vermeye başlar. Şeyh
Sait İsyanı’ndan sonra Birinci Umum Müfettişlik bölgesinde Kürt isyanı
gerçekleşmez. Ancak Kürt bölücülüğü bu dönemde merkez üssünü
Diyarbakır’dan Ağrı’ya kaydırır. 1927 ile 1931 yılları arasında
Ağrı’da üç ayaklanma gerçekleşecektir. Bunların en büyüğü ve en
önemlisi Üçüncü Ağrı İsyanı’dır.
İskan Kanunu
Ağrı İsyanı’ndan hemen sonra Cumhuriyet İdaresi’nin Kürt meselesinde
yeni bir tedbiri olan İskan Kanunu hazırlanacaktır. 1932 yılında kanun
teklifi haline getirilen ve 27 Mayıs 1934 tarihinde yasalaşan İskan
Kanunu, hem gerekçesi hem de uygulanışı açısından son derece önemli
bir belgedir.
İskan Kanunu’nun gerekçesinde öncelikle yaşanılan sorunun kökeninin
Osmanlı yönetiminde olduğu belirtilir. Gerekçe’nin ikinci sayfasında
bu durum şöyle ifade edilir:
“Dini ve emperyalist saltanatın memlekette idame ettiği idarei
mutlakanın bünyesi esasen milli temsil siyaseti tatbikine gayrı
müsaittir. Mutlakiyet kendi varlığını birbiriyle anlaşamayan
unsurların yan yana bulundurulmalarına ve birbirleriyle
bağdaşmamalarına ve kaynaşmamalarına istinat ettiriyordu. Onun için
muhtelif kıtalardan gelen muhacir unsurlar hane hane Türk kasaba ve
köyleri içine dağıtılarak eritilip temsil edilmeleri maksadı hiçbir
zaman istihdaf edilemezdi. Muhtelif vilayetlere gelen bu halk blok
halinde müstakil köy ve mahalle teşkil etmek üzere yerli Türklerin
arasına bir ihtilaf unsuru olarak katılırdı. Bunlar yıllarca kendi
dilleriyle mütekellim kaldılar. Bütün Osmanlı devrinde Türkçeyi ana
dili olarak benimseyemediler.. Türk ırkına ve harsına mensup
muhacirler bile blok halinde ayrı yerleştirilmek yüzünden ırkdaşlarına
bütün bir Osmanlı devrinde ısınamadılar.”
Üçüncü sayfadaysa Cumhuriyet döneminin uygulamalarına geçilmekte ve şu
ifadeye yer verilmektedir:
“Bu dokuz yıl zarfında Cumhuriyet Hükümeti’nce hal ve tavsiyesine
muvaffakiyet elveren dahili, harici birçok meselelerden sonra normal
bir sistem tahtında milli bünyemizi korumağa, sağlamlaştırmağa,
mütecanisleştirmeğe ve milli harsımıza ve muasır medeniyete daha
ziyade intibakları matluk olan nüfus kütleleri üzerinde müsmir bir
surette Devlet eliyle işlemeğe Türk nüfusunu kemiyet ve keyfiyetçe
inkişaflandırmağa müteveccih bir nüfus siyaseti takip ve tatbikine
sıra gelmiştir.”
Takip ve tatbik edilecek nüfus siyasetinin ne şekilde olacağıysa şu
şekilde belirtilmektedir:
“Yine dahili iskan safahatı cümlesinden olarak ana dili Türkçe olmayan
nüfus terakümlerinin menine ve mevcutlarının dağıtılması şekillerine
ve bu suretle hars vahdetinin korunmasına ait tedbirlerin ittihaz ve
tatbiki için Hükümete kanuni selahiyet alınması düşünülmüştür.”
İskan Kanunu’nun gerekçesinde de görülebileceği gibi Cumhuriyet
İdaresi, Türkiye’de Türk nüfusunu -ki bu nüfusun ana dili Türkçe
olacaktır- arttırmak için bir nüfus siyaseti izleyecektir. Bu
siyasetin gerekçesiyse Osmanlı’nın farklı kavimleri kütleler halinde
koruyarak tek bir milli kimlik yaratmaya engel olmasıdır. Osmanlı’nın
bu kozmopolit siyasetine karşılık Cumhuriyet İdaresi, tek bir Türk
kimliği yaratmak için, farklı kavimleri Türklük içine dağıtarak
eritecektir!
Türklük İçinde Hamur Oluncaya Dek Eritmek !
Kabul edilen İskan Kanunu’ndaysa bu gerekçeye uygun olarak çok önemli
noktalara temas edilmiştir. Yedinci sayfada şu ifade edilmektedir:
“Yapmacık Osmanlı topluluğunun bir gün için Türk’e veremediği geniş
soluk almayı, Türkiye Cumhuriyeti kendisi için en yüksek, en değerli
en büyük amaç yapmıştır. Osmanlı İmparatorluğu Türk’ü başka soylar
kazancına çalıştırarak onu yükseltmeyi kendisine ve yaşatmak istediği
gemsiz buyrukçuluğuna nasıl bir çürük temel edinmişse Türkiye
Cumhuriyeti de bütün olgunluğunu Türk varlığından alarak onun dışında
hiçbir şey görmemek üzere öz benliğini milletine dayamakla
yükselmektedir. Bunun içindir ki Osmanlı İmparatorluğu, değişik ve
çetrefil dil söyleyenlerin içinde, içi dışı ayrı kalmış kümeler
kılığındaki insan kalabalıklarının birbirini anlamamaları ve
anlaşamamalarında nasıl kendi eğri yaşayışını korumak istiyor idiyse
Türkiye Cumhuriyeti de ancak gönül ve kafa birliği ile dil birliğini
göz önüne alarak bir soyun tek çocuğu saydığı Türklüğün iç ve dış
güçlerini biletip yükselterek her şeyi ancak bu büyük Türk’e bağlamayı
kendisine ülkü ve amaç yapmıştır.
…. Yalnız muhacir getirerek yerleştirmek düşüncesi bu kanunda yer
tutmuş değildir. Burada en canlı ve en köklü düşünce, yapılacak iş,
yerleştirmenin bilgi yolunda yapılmış olmasıyla beraber binlerce
yıldan beri dönüp dolaşan dağınık Türkleri toplayarak artık bu göçebe
yaşayışına bir son vermek ve kültür işini kökünden kesmek için buraya
açık ve kestirme kurallar konmuştur. Öteden beri Türk kültürüne uzak
kalmış olanların ülkede yerleşerek onlara Türk kültürünü benimsetmek
için Devletin yapacağı işler bu kanunda açıkça gösterilmiştir.. Türk
bayrağına gönül bağlamamışken Türk yurttaşlığını, kanunun ona verdiği
her türlü hakları kullanmakta olanları, Türkiye Cumhuriyeti uygun
göremezdi. Bunun içindir ki bu gibileri Türk kültüründe eritmek ve
onları Türk oldukları için daha sağlam yurda bağlamak yollarını bu
kanun göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde Türk’üm diyen
herkesin bu Türklüğü Devlet için belli ve açık olmalıdır.”
Görüldüğü üzere İskan Kanunu, tek bir Türklük yaratmak için çıkarılan
bir kanundur. Bunun için tek bir Türk kültürü oluşturulması
gerekmektedir. Ve en önemlisi de Türkiye Cumhuriyeti kanunlarından
yararlananların kendilerini Türklükten bağımsız görmelerini Cumhuriyet
İdaresi’nin kabul etmeyeceğidir. Bugünkü tartışmalarla paralel bir
biçimde, o günlerde de bu ülkenin bayrağına, diline bağlı olmayıp bu
ülke kanunlarının sağladığı haklardan yararlananlar vardı. İşte bu
kanundan sonra artık bunlara müsamaha edilmeyecekti!
Ve dahası bugün Atatürk’e mal edilmeye çalışılan Türk-Kürt
kardeşliğinin tam tersine, İskan Kanunu açıkça şunu söylemektedir:
“Yalnız 1876 yılından sonrakileri ele alırsak yok olan Osmanlı
İmparatorluğu’nda gelip yerleşen değişik dilli ve değişik kültürlü
olanlar inançta yerli Türk’le birleşikken bile bunların ayırt
edilmeyecek gibi Türk kültüründe yoğrulduklarını söyleyemeyiz. Bunu
Türk kültürünün yetiştirici, yükseltici ve yerleştirici gücünün
düşüklüğüne veremeyiz. Bu gelenleri Türk kendi topluluğu içine
almışken ve hemen pek çoğu da Türk Dili’ni konuşurken bile Türk
kültürünü, Türk duygusunu bilinçli olarak taşımaktan sekmişlerdir.
İşte bunun içindir ki geçmişte denenmiş olanı bir daha denemek gibi
zararlı bir işe girişmektense bunu kökünden kesip atmayı isteyen bu
madde ile Devlet bu gibi yurda gelenleri ta Türk kültürü içinde eyice
eriyip büyük Türklük içinde hamur oluncaya kadar gözü önünde tutmak
istemiştir.”
Aşiretlerin Dağıtılması ve Toprak Devrimi
İskan Kanunu, Atatürk’ün Altı Ok Programı’nın çok önemli halkasıdır.
İskan Kanunu’nun aşiretleri kaldıran kararı aşiret düzenine karşı
ulusalcılık/milliyetçilik tedbiri, aşiretlerin dağıtılmasıyla birlikte
çıkarılan “Köylüyü Topraklandırma Kanunu” ise halkçılığın önemli bir
uygulamasıdır.
Atatürk başta olmak üzere bütün Cumhuriyet yöneticileri Kürtçülüğün,
aşiret düzeninde yaşayan bir toplumsal sistemden güç aldığını
görüyorlardı. Bu sistemde topraksız köylü, şeyhin, ağanın esiri, kulu,
kölesiydi. Devlet iktidarına karşı bu kırsal alanda ağanın, şeyhin
egemenliği söz konusuydu.. Devlet kendisine rakip olan bu iktidara göz
yumarsa devlet içinde devlet kurulmuş olacaktı. Kürtçülük zaten tam da
bu nedenle gelişmişti. Güçsüz Osmanlı padişahları, gerek İran’la
gerekse Ermenilerle mücadelede Kürt aşiretlerine destek olmuş, onlara
otorite vermişti. Böylelikle Kürt aşiretleri Osmanlı içinde ve
karşısında bir güç olmuşlardı. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte
varlığı tehlikeye düşen aşiretler, bu konumlarını korumak için gerek
Hilafetçiliğe gerekse Kürtçülüğe başvurarak halkı Cumhuriyet devletine
karşı ayaklandırıyordu.
O halde Kürtçülükle mücadelenin en önemli tedbiri aşiret yapısının
dağıtılması olabilirdi. Ancak bunun için de aşiret egemenliğinden
kurtarılacak köylüye toprak dağıtmak gerekirdi. Bu ise bir toprak
reformunu gerekli kılıyordu. İşte İskan Kanunu bu iki noktada da
gereken yasal yolu açtı. Kanun’un 10. maddesi şöyleydi:
“Kanun aşirete hükmi şahsiyet tanımaz. Bu hususta herhangi bir hüküm,
vesika ve ilama müstenit olsa da tanınmış haklar kaldırılmıştır.
Aşiret reisliği, beyliği, ağalığı, şeyhliği ve bunların herhangi bir
vesikaya veya görgü ve göreneğe müstenit her türlü teşkilat ve
taazzuvları kaldırılmıştır. Bu kanunun neşrinden önce herhangi bir
hüküm veya vesika ile veya örf ve adetle aşiretlerin şahsiyetlerine
veya onlara izafetle reis, bey, ağa ve şeyhlerine ait olarak tanınmış,
kayıtsız şartsız bütün gayrı menkuller devlete geçer.”
İskan Kanunu’nun anılan maddeleri toprak devriminin bir aşaması olarak
desteklenmiştir. Ayrıca aşiretlerle mücadele alanında önemli bir adım
da 27 Mayıs Devrimi’nden sonra atılmıştır. 19 Kasım 1960 tarihinde
2510 sayılı İskan Kanunu’na, 105. madde eklenmiştir. Bu ek madde
uyarınca 55 ağa sürgüne gönderilmiş, topraklarıysa köylüye
dağıtılmıştır.
Soyadı Kanunu
İskan Kanunu, yukarıdaki gerekçesinde de açıkça belirtildiği gibi
dönemsel, isyan üzerine çıkarılmış bir kanun değildir. 1925 yılından
başlayarak 1926, 1927, 1929, 1933, 1934 ve 1935 tarihlerinde toplam 11
adet iskan kanunu çıkarılmıştır.
İlk İskan Kanunu’nun Şeyh Sait İsyanı ve Mustafa Kemal’e yönelik İzmir
Suikasti’nin hemen ardından çıkarılmış olması da dikkate değerdir.
Çünkü Cumhuriyet’e muhalefet edenler, aşiretlere yaslanmaktadır. Bu
aşiretlerle mücadeleyse ancak iskan kanunlarıyla mümkündür.
Aşiretlerle mücadeleyle birlikte çıkarılan Soyadı Kanunu da doğru bir
yere oturtulmalıdır. Soyadı Kanunu, isyanları önlemek için isyan
bölgesinde ikamet edenlerin nüfusa kayıt yaptırmalarını sağlamak,
onları aşiret yapısından kurtarmak amacını da gütmektedir.
İskan Kanunu’yla aynı yıl çıkarılan Soyadı Kanunu’yla birlikte bir de
Bakanlar Kurulu tarafından Soyadı Nizamnamesi yayınlanacaktır. Bu
nizamnameye göre, Arnavutluk, Çerkeslik, Kürtlük gibi başka milletlere
delalet eden soyadları alınamayacaktır. Soyadlarında ek olarak “yan,
of, ef, viç, iç, is, dil, pulos, aki, zade, mahdumu, veled ve bin”
gibi takılar da kullanılamayacaktır. Soyadları mutlaka ve mutlaka öz
Türkçe olacaktır.
İskan Bakımından Yönetimsel Üç Bölgeye Ayrılan Türkiye
İskan Kanunu’nun en önemli özelliği Türkiye’de tek bir Türk nüfusu
yaratmak için Türkiye’nin üç mıntıkaya ayrılmasıdır.
Madde 1- Türkiye’de Türk kültürüne bağlılık dolayısıyla nüfus oturuş
ve yayılışının, bu kanuna uygun olarak İcra Vekilleri’nce yapılacak
programa göre düzeltilmesi Dahiliye Vekilliği’ne verilmiştir.
Madde 2- Dahiliye Vekilliği’nce yapılıp İcra Heyeti’nce tasdik
olunacak haritaya göre Türkiye iskan bakımından üç nevi mıntıkaya
ayrılır :
1 numaralı mıntıkalar: Türk kültürlü nüfusun tekasüfü istenilen yerlerdir.
2 numaralı mıntıkalar: Türk kültürüne temsili istenilen nüfusun nakil
ve iskanına ayrılan yerlerdir.
3 numaralı mıntıkalar: Yer, sıhhat, iktisat, kültür, siyaset,
askerlik, inzibat sebepleriyle boşaltılması istenilen ve iskan ve
ikamet yasak edilen yerlerdir.
Yukarıda yazılan iskan mıntıkalarının tasdikli haritasında, zamanla
ortaya çıkacak ihtiyaca göre değişiklikler yapılması Dahiliye
Vekilliği’nin teklifi üzerine İcra Vekilleri Heyeti kararına
bağlıdır.”
Görüldüğü üzere devlet Kürtçülükle mücadele için bir nüfus planlaması
yapacaktır. Burada iki tür önlem vardır : Birincisi aşiretlerin
dağıtılmasıyla birlikte Kürtlerin, Türk bölgeler içine serpiştirilerek
Türk kültürü içinde eritilmesi, ikincisiyse Türk kültürlülerin ve Türk
muhacirlerin, Kürtlerin yoğun olduğu bölgelere iskanıyla buralarda da
Türk kültürünün geliştirilmesi.
Kürtler Mahalle Kuramaz
Bizim Kürt istilası olarak ortaya koyduğumuz, Kürtlerin Batı’ya
yerleşerek oralara da kendi aşiret ve köy kültürlerini taşıyarak
Türkleri asimile etmeleri olgusu üzerinde de durmak gerekir. İskan
Kanunu’nun 11. maddesi böylesi bir tehlikeyi görmüş ve buna karşı şu
tedbiri getirmiştir:
Madde 11-
A- Ana dili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve
mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir
köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına
inhisar ettirmeleri yasaktır.
B- Türk kültürüne bağlı olmayanlar veya Türk kültürüne bağlı olup da
Türkçeden başka dil konuşanlar hakkında kültürel, askeri, siyasi,
içtimai ve inzibati sebeplerle, İcra Vekilleri Heyeti kararıyla
Dahiliye Vekili lüzumlu görülen tedbirleri almağa mecburdur. Toptan
olmamak şartıyla başka yerlere nakil ve vatandaşlıktan iskat etmek de
bu tedbirler içindedir.
C- Kasabalarda ve şehirlerde yerleşen ecnebilerin tutarı belediye
sınırları içindeki bütün nüfus tutarının yüzde onunu geçemez ve ayrı
mahalle kuramazlar.
Görüldüğü gibi Atatürk döneminde çıkarılan İskan Kanunu ile Kürtlerin
mahalle ve köy kurmaları yasaklanmıştır!
Türklerin Kürtleşmesi
İskan Kanunu’nun Türklerin kendi milli kimliklerini unutmasına karşı,
güncel olarak söylersek Kürtleşmesine karşı da bir tedbir olduğu
ortadadır. Meclis’te kanun görüşmeleri sırasında Samsun mebusu Ruşeni
Bey şunları söyler:
“Son üç dört asır zarfında saltanatın yarattığı hastalık maalesef Türk
kanına yerleşmiş ve Türk, yabancı Müslüman soyları arasında kaldıkça
Türklüğünü unutarak o soylara karışmağa müstenit olmuştur. Bugün
Mısır’da, Filistin’de, Suriye’de, şurada burada Araplaşan Türkler yüz
binlerle baliğ olmaktadır. Halbuki tabiatta her zihayatın bir miğdesi
vardır.. Miğde mutlak canlı şeyler yemekle yaşar. Yani yaşayan
yaşayanı yiyerek yaşar. Ferdin miğdesi olduğu gibi milletlerin de
miğdesi vardır, o da insanları ve kümeleri yiyerek yaşar… Şimdi bir de
dini ve dili ayrı olan soyları ele alalım. İmparatorluk devrinde
düşmanlardan gördükleri yardımlarla, aldıkları imtiyazlarla öyle bir
noktaya varmışlardı ki her doğan çocuk Türk düşmanı olarak doğmuş,
Türk yurduna zarar vermek üzere büyümüştür. Bunlar yavaş yavaş kendi
kültürleri, kendi ülküleri, kendi servetleri ve kendi yaşayışlarıyla
Türk’e karışmamak için o kadar ileri gittiler ki kendilerinin bile
olmayan dilleri benimsemişler, onu konuşarak bizden ayrılmışlardır.”
Dahiliye Vekili Şükrü Kaya da bu duruma değinerek İskan Kanunu’yla
birlikte aynı zamanda dil davasının da halledileceğini belirtir..
Devlet Türk’ten Başka Millet Tanımaz
Atatürk döneminde alınan tedbirler elbette İskan Kanunu’yla sınırlı
tutulamaz. Atatürk ve dönemi başından itibaren Cumhuriyet’in Türklük
üzerine inşa edilmesine sahne olmuştur:
1- Daha 1922 yılında Büyük Taarruz’dan sonra millete beyanname
yayınlayan Başkomutan Mustafa Kemal burada, “Kurtuluş Savaşı’nı
birlikte veren Türklerle Kürtlere” değil “büyük asil Türk milletine”
seslenir!
2- 1924 Anayasası Encümeni, Türkiye’deki millet meselesini şu şekilde
formüle eder:
“Devlet Türk’ten başka millet tanımaz. Memleket dahilinde hukuku
müsaviyeyi haiz başka ırktan gelme kimseler bulunduğundan, bunların
ırki ayrılıklarını ayrı bir milliyet olarak tanımak caiz değildir.”
3- Atatürk 1926 yılında kendisini Türk milliyetçisi olarak tanımlar:
“Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz.
Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar
Türk kültürüyle dolu olursa o camiaya istinat eden cumhuriyet de o
kadar kuvvetli olur.”
Gökçe FIRAT
Bir yanıt yazın