Abdullah Kehale
Türkiye’nin gündemine son günlerde oturan “özür dileme” kampanyası; amaçları ve olası sonuçları açısından incelendiğinde ortaya çıkan görünüm, insanda ister istemez büyük soru işaretleri uyandırmaktadır.
Gerek Ermeni gerek ise Yunan diyaspora lobilerinin Türkiye üzerine uzun yıllardır yürüttüğü kampanyalar aslında o yıllarda gerçekleşen olayların niteliğini açıklamaktan çok, bu olayların nasıl ve ne şekilde ülkemiz karşıtı alınabilecek kararlarda yasa koyucu mekanizmaları etkileyeceği yolundadır. Osmanlı Ermenileri ile ilgili olarak dillendirilen olaylarla, 1915 yılında Osmanlı hükümetinin aldığı “tehcir” kararının ardından gerçekleşen korkunç olayların anlatılmak istendiği herkesin bildiği bir konudur. Oysa belli bir sürecin sonucunda gelinen bu noktada, olayların sorumlusu olarak yalnızca bir tarafı sorumlu tutmak, konuyla ilgili bilim adamlarının yansız tutumlarının sorgulanmasını gündeme getirir. Bilimsel açıdan yapılan söylemler yansızlığı yansıtmalıdır. Amerika Birleşik Devletleri’nde Mayıs 1985 yılında, Türk, Osmanlı araştırmaları ve Ortadoğu üzerine uzmanlaşmış çok sayıda Amerikalı akademisyenin ABD Temsilciler Meclisi’ne gönderdikleri yazıda; bugüne kadar ortaya konan kayıtların, Müslüman ve Hıristiyan gruplar arasındaki toplumlararası bir iç savaşın, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki bulaşıcı hastalıklar, kıtlık ve çevresindeki alanlardaki katliamlar ve acılar ile daha karmaşık bir hale geldiğini belirterek hem Müslüman ve hem de Hıristiyan nüfus arasındaki kayıpların büyüklüğüne dikkat çekilmişti. Yine aynı yazıda şu görüşlere de yer verilmişti.
“Nasıl Habsburg İmparatorluğu’nu günümüz Avusturya Cumhuriyeti ile eş saymak yanlışsa, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türkiye Cumhuriyeti ile bir tutmak da yanlıştır. Tarih sahnesinden silinmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan, şu anda Güneydoğu Avrupa, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da bulunan 25’ten fazla devlet ayrılmıştı. Bunlardan biri olan ve gerçekleşen Türk devrimiyle 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı zamanında gerçekleşen hiçbir olaydan sorumlu tutulamaz.”
Gerçek olan şudur ki; tarih sayfalarında yer alan bu olaylarda kuşkusuz tüm tarafların ciddi sorumlulukları vardır. Bu noktaya anılarında yer veren Cemal Paşa (tehcir kararının altında imzası olan) bile şunları söylemektedir: “1915 tehciri esnasında yapıldığını duyduğum cinayetler cidden nefret uyandıracak şeylerdir. Fakat Ermenilerin ihtilal sırasında Türk ve Kürtler aleyhine yaptıkları cinayetler ve alçaklık ve fecaat da bunlardan aşağı değildir. Bütün bu cinayetlerin sebebi her ne olursa olsun, bunların engellenmesine çalışılması gerekirdi.”
Olaya yasal açıdan bakıldığında ortaya çıkan görünüm ise şöyledir:
Ülkelerin ulusal meclislerinin başka bir ülke adına karar alma yetkileri bulunmadığı için, çeşitli ülkelerin parlamentolarında alınan “soykırım” tanıma kararı, siyasi nitelikte olup Türkiye’yi bağlamamaktadır. Kaldı ki böyle bir kararın alınması da aşağıdaki noktalardan dolayı olanaksız gözükmektedir:
1. 1948 soykırım sözleşmesine göre soykırım suçunun oluşması için ulusal, etnik, ırksal veya dini bir grubun, salt o gruba ait olduğu için yok edilme amacının olması gerekmektedir. Diğer bir deyişle böyle bir grubun ne yaptığı için değil ne olduğu için yok edilme amacının güdülmüş olması gerekmektedir.
2. Soykırımın var olup olmadığını saptama yetkisi olan mahkemeler, ya suçun işlendiği yerin mahkemeleridir ya da tarafların aralarında anlaşmaları halinde görev verilebilecek bir uluslararası ceza mahkemesidir.
3. Soykırım suçunu işleyen kişiler “tüzelkişilikler” değil yalnızca “kişilerdir.”
Bir başka hukuksal gerçek ise 1915’te bir sözcük olarak bile var olmayan ve ancak 1948 yılında tanımlanmış ve yasaklanmış bulunan bir kavrama dayanılarak geçmişin hesabının sorulamayacağıdır. Suç ve ceza oluşturan kuralların önceye etkili olamayacağı ilkesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hukukta ortaya çıkan yeni gelişmelere karşın geçerliliğini korumaktadır.
Bu noktaların, sözü geçen “özür dileme” kampanyasına önderlik eden kişilerce bilinmemesi fazla olası gözükmemektedir. Soykırım suçunu işleyenlerin “tüzelkişilikler” değil yalnızca “kişiler” olduğunun ayırdında olarak bireysel olarak özür dilemeleri de sanırım bunun bir kanıtıdır.
ABD’de yıllardır etkinlik gösteren sivil toplum örgütleri yoğun propagandalar yapmakta ve yasa koyucularla gerek kişisel ilişkiler yoluyla gerekse basın, medya ve internet gibi etkenlerin oluşturduğu olanaklarla kendi çıkarları konusunda baskı oluşturmaya çalışmaktadırlar. Ermeniler, ABD’de misyonerler zamanından başlayan ve hemen tüm okullardaki eğitim sistemlerine girebilmeyi başarmış öğretilerle, halkın kendilerine sempati duymasını sağlamışlardır. Ayrıca Amerikan halkının dinsel yönden kendilerine olan yakınlıklarını da avantaj olarak değerlendirmeyi başarabilmişlerdir. Ancak ülkemizde böyle bir durum söz konusu değildir. O zaman böyle bir kampanya neye hizmet edecektir? Sanırım aşağıdaki yanıtlar bu soruya açıklık getirecektir:
1) Dünyanın çeşitli ülkelerinin meclislerinde kabul edilen ve “Ermeni soykırımı” anma günü olarak ilan edilen 24 Nisan günü yaklaşmaktadır. Bu konuda başta ABD olmak üzere çok sayıda ülkede etkinlik gösteren Ermeni diyasporalarının (kopuntu) eline büyük bir koz verilecektir.
2) Bu konuda meclislerin önünde onaylanmayı bekleyen yasa tasarısı ile ilgili olarak henüz kararını vermemiş durumda olan yasa koyucularının vicdanında bu olay meşrulaştırılacak ve tasarının onaylanması kolaylaşacaktır.
3) Türkiye’nin Avrupa Birliği serüveni daha da zorlaşacaktır. Avrupa Parlamentosu üyesi Per Gharton’un söyledikleri bu konuyu vurgular niteliktedir. Gharton’a göre Türkiye aynı nakaratı söylemeyi bırakmalı ve “soykırımı” kabul etmelidir. Gharton bu suçu işleyenlerin ve sorumlu Türk memurlarının “soykırım”dan hemen sonra İstanbul mahkemeleri tarafından ölümle cezalandırıldıklarına işaret ederek “Almanlar Yahudilere yaptıkları soykırımı kabul etmeselerdi şimdi ne olurdu?” diye soru yöneltmektedir. Gharton Kıbrıs’ta yaptıkları hatayı yenilemeyeceklerini, lokal ve bölgesel anlaşmazlıklar içinde olan devletleri, Avrupa Birliği’nin kabul etmeyeceğini söylemektedir.
4) Yukarıda belirtildiği gibi olayların yasal bir sonucunun olmasının olanaksızlığına karşılık, siyasal bağlamda Türkiye’nin uluslararası arenada yalnızlığı artacaktır. (Dr. Abdullah Kehale)
Bir yanıt yazın