Goriller ve Melekler
PROF. DR. TÜRKKAYA ATAÖV
Turkish Forum Danisma kurulu Uyesi
Britanya eski başbakanlarından Benjamin Disraeli (1804-81) Avam Kamarasında şöyle bir soru sormuş: “İnsan goril midir, melek mi?” Şu “Ermenilerden özür” açıklamasını imzalayanlara göre, anlaşılan kimi insan gorildir, kimileri de melek! Bu ayrımda hangileri melek? Onlara göre, sanırım, Ermeniler…Ya Türkler? Bunun yanıtını da A.W. Williams adlı bir Amerikan Protestan din yayıcısıyla M.S. Gabriel adında New Yorklu bir Ermeni görevlisi 1896’da Şikago’da yayımladıkları ortak kitaplarında vermişler. Diyorlar ki: “Türk kafese konması gereken vahşi bir hayvandır…Onu anlatmak için köpekler, çakallar…ve benzeri hayvanların adlarını kullanırken bu hayvanlardan özür dileriz.”
Ermeni yazarları ve yandaşları da yayınlarında genelde böyle bir ayrım yaparlar. Önce, Ermeni erkekleri bir yanağına vurunca ötekini çeviren İsa’nın aynasıdırlar. Zaten, tüm Hıristiyanlar öyle değil mi? İnanmayan Asyalılara, Afrikalılara sorsun! Ermeni kadınlarının birer iffet örneği olduğunu gene onların bir yayını şöyle anlatır: Türklerin ellerine düşmemek için tümü kucaklarında çocukları, ağızlarında ilâhiler ve gözlerinin önünde Tanrı-Oğul İsa-Ruh-ul Kudüs’ün üçlü simgesi kendilerini, aradaki vadi dolana değin, art arda önlerindeki uçuruma bırakmışlardır. Ne var ki, Amerikalı bayan ozan Hemans’ın (Türklerle ilgili olmayan) bir dizesi de aynen böyle. Anlaşılan, ozanın senaryosunu beğenen biri Türklerle Ermenileri başoyuncular yapıp sahneyi değiştirmiş. Ama uçuruma atlayan kadınlar imgesi gene de dinleyeni ve okuyanı etkiliyor.
Birkaç yıl önce, Purdue Üniversitesinden Robert Melson diye biriyle aynı dinleyici karşısında bu konuda konuşmuştuk. 1915 yılının Osmanlı Ermenilerini zayıf, korumasız, yoksul, iyi yürekli, barışçı ve ensesine vur lokmayı ağızlarından al türünden (yaşlı ve çocuk ağırlıklı) siviller diye tanımlamıştı. Osmanlı ordusunu da karnı tok, sırtı pek, eksiksiz donanımlı ve toplu-tüfekli tümenler olarak göstermiş, güçlünün zayıfın üstüne durup dururken ve bütün ağırlığıyla çöktüğünü söylemişti. Emperyalist dünyada daha ağır basan görüş budur. Ancak, her Ermeni yanlısı da böylesine bir düşsel çelişki görünümü çizmez. Genç Ermeni yardımcısının ona aktardığı yorumlarla Ermeniler yararına tek yanlı iki kitap yayınlamış olan İngiliz David Marshall Lang bir yerde “onlara tam anlamıyla melek de denemez” biçiminde bir tümce ekler. Ama Ermenileri dünya uygarlığının kaynağı gösteren kitabında yalnız bir tek tümcecik; o kadar. Öte yandan, Alman generali Liman von Sanders Türkiye’ye yollanıp Osmanlı birliklerini denetlediğinde ayaklarında çarıkları bile olmayan alaylarımıza yakından bakıp “bu ordu savaşamaz” diye kestirip atar. Ama birçok Ermeni ve yandaşlarının yayınları “melek Ermeniler” ana konusunu sürdürür. Gene onlara göre, Türkler de tam karşıtıdır.
“Özür açıklaması”nı imzalayanların da bu yorumlara temelde katıldıkları anlaşılıyor. Ama bu imza sahiplerinin bu konuda kesin kararlı olmaya hak kazanabilmeleri için çok daha fazla bilgi sahibi olmaları gerekmektedir. Her birinin bu kümeye hangi düşünceyle katıldığını bilemeyiz. Belki içlerinde kendilerini sıradan Türkten ne denli farklı olduklarını gösterme, böylece insancıl ve uygar, çağdaş ve hoşgörülü, acımalı ve öz eleştiri sahibi, kısaca Avrupa çapında seçkin aydın olduklarını kanıtlamak isteyenler ya da dostunu ve iş arkadaşını kıramayanlar vardır.
Ne var ki, tarih böyle incelenmiyor ve yazılmıyor. Bu konuda başka yorumları gerekli kılan belgeler, bilgiler ve hem eski hem yeni çok sayıda yayımlanmış ciddi araştırmalar bulunuyor. Dahası, sorumlu Ermenilerin Türklerle nasıl savaştıklarını ve onların yok edilmelerine ne denli destek verdiklerini anlatan anılar, incelemeler, kitaplar ve dizi yazıları var. Bunları gereği gibi görmeden ve okumadan kesin kararlar vermek olanaksız. Havadaki bulutlar üstüne bir şato kurma düşü görenlerin mimarlık kurallarına bağlı kalmalarına gerek yok, ama tarih rasgele öykü uydurmağa elvermez. Diyeceksiniz ki, dinleyenler sağırsa, musiki dinletmeğe çalışmanın ne yararı var?
Ama gene de, tarih yöntemini anımsatmak zorundayız. Bu konunun incelenmesinde Osmanlı belgelerinin çok önemi var. Nedeni şu: Sorulan soru 1915 dolaylarında Osmanlı devletinin siyasetinin ne olduğu ise, bunun yanıtı ve kanıtları bizim zengin belgeliklerimizden çıkar. “Osmanlı arşivleri” diye bilinen hazinenin kapsamına ilişkin ben de yayın yaptım, başkaları da. Ayrıntısına burada giremem; bu ancak bir kitap konusu olabilir. Hangi kentlerde nelerin olduğunu ve kaç bin dosya ya da kaç yüz cildin nerelerde bulunabileceğini belirttik ve Ermeni sorunuyla ilgili birçok gerçek ve güvenilir belgenin filmini dünyanın önde gelen kitaplıkları ile bilimsel araştırma kurumlarına yıllar önce armağan ettik. Bu imzacıların bir bölüğünün o geçmiş yıllarda çocuk olduğunu düşünelim. Ama Sezar ya da Napolyon’u öğrenmek için kitaplıklara gidiyorlarsa, Ermeni sorununa da kapsamlı biçimde eğilmek için bunca kaynağı elden geçirmeleri gerekmez miydi? Benim iki yanı camla kaplanmış yüzlerce film karesini ağır bavullar içinde Cenevre, Brüksel ve Strasburg gibi yerlerde katıldığım toplantılara bunca yıl taşımış olmaktan doğan rahatsızlıklarım bugün de sürüyor.
Bu ilk elden kaynakların okunmasının yıllar alan bir uzmanlık ve bir takım çalışması işi olduğunu bilenlerdenim. Bunlar da zamanında yapılmış, birçok ilgili belge günümüz Türkçesi ve alfabesiyle de cilt cilt yayımlanmıştır. Bunların önemlilerini yabancılar için ben de yayımladım. Özür açıklamasını imzalayanlar bunlardan yeterli sayıda hangilerini gördüler ve okudular? Dört Ermeni teröristinin Fransız başkentindeki başkonsolosluğumuzu basarak içindekileri rehine alması, bir Türkü öldürüp başka bir Türkü de yaralaması nedeniyle açılan 1984 Paris davasına (o devletin hukukuna göre) “uzman tanık” olarak tek başıma katıldığımda, terörist avukatlarından eski Paris Belediye Başkanı konuşmam sırasında sözümü keserek “belgeliklerinizi açın, kanıtlar ortaya çıksın” diye bağırmıştı. Dosyamdan birkaç belge çıkardığımda, bunlar onun görüşlerine ters düştüğünden hiç ilgilenmedi. Ne var ki, tarih belgelere göre inceleniyor, baskı örgütlerinin, terörist eylemcilerin ve emperyalist çevrelerin isteklerine göre değil.
Öte yandan, özür açıklamasını imzalayanlar bu konuya eski kuşaklardan ve çağımızda eğilen ve bizi bütünüyle ya da önemli ölçüde haklı gören tarihçi ya da yazarlardan William L. Langer, Lord Warkworth, Sidney Whitman, Louis Rambert, A.G. Hume-Beaman, Sir Edward Pears, M.A. Ubicini, Leon Arpée, C.F. Dickson-Johnson, Stanford J. Shaw, Justin McCarthy, Heath W. Lowry, Bernard Lewis, Robert F. Zeidner, Erich Feigl, Pierre A. Moser, Guenter Lewy, Samuel A. Weems, Edward J. Erickson ve benzerlerinin kitaplarının ya da yazılarının hangilerini okudular? Ben tüm bu kaynaklara yıllardır yeri geldikçe göndermeler yaptım.
Dahası, sorumlu Ermenilerin kendi yazdıkları, yani kendi kalemleriyle ya anı ya da savaş tarihçisi görünümünde değerlendirmeler olarak, “itirafları” var. Önce, belirtmeliyim ki, birçok yabancı kaynağın da gösterdiği gibi, Amerikan Ermenisi K.S. Papazian da Ermenilerin Doğu Anadolu’da hiçbir yerde çoğunluğu oluşturmadıkları gerçeğinin yalnız Osmanlı değil, bütün başka ülkeler belgeliklerindeki sayılamalarla da saptanmış olduğunu doğru olarak yazmaktadır. Özür açıklamasını imzalamış olanlar bu kitabı ya da benim üç dilde yaptığım özet yayınımı gördüler mi?
Ermeniler 1924’de Amerika’da yaptıkları bir kitap yayınında “200.000 kişilik” ordular kurduklarını yazıyor. 1926’da çıkan ikinci bir yayın da bu sayıyı “200.000’den fazla” olarak gösteriyor. Bu kalabalık Ermeni güçlerine Garo Pastırmacıyan ve Antranik Ozanyan gibi kişiler general rütbesiyle kumanda ettiler. Onların anı ya da değerlendirme kitapları, yaptıkları açıklamalar ve onlarla yapılan yayımlanmış söyleşiler var. Özür açıklamasını imzalayanlar bu yayınları gördüler mi? Bendeki nüshaları biraz şaşırarak okumuştum. Örneğin, Pastırmacıyan Birinci Dünya Savaşında İngiliz-Fransız cephesinin zaferini Ermenilerin Kafkasya, Doğu Anadolu, Süveyş, Sina Yarımadası, Kudüs ve Suriye cephelerinde Türklere karşı savaşmış olmalarına bağlıyor. Toplam 200.000’lik ordularla bu denli çok cephede bir hayli Türk öldürmüş olmalılar. Kendi kitaplarında da bunu açık ya da kapalı biçimde söylemiyorlar mı?
Bu katkıdan ötürü Rus Çarı İkinci Nikola, Kafkasya’daki Rus Ermenisi generaller, İngiliz ve Fransız başbakanları ve o yıllardaki Britanya Uluslar Topluluğu ileri gelenleriyle E.H.H. Allenby gibi komutanları Ermenilere teşekkür etmişler ve “200.000’den fazla askerle” verdikleri desteği övmüşlerdir. Bu sayılar ve övgüler gerçektir ve tümü Ermeni yayınlarının içindedir. Bu yayınlar benim kitaplığımda vardır. Özür açıklamasını imzalayanlar bunları acaba gördüler mi? Ya çeşitli illerimizde Ermenilerin döktükleri kana ilişkin çok sayıda kitabı. Ermeniler melek de, yüz binlerce Türk ölüsü onların gözünde sinek mi?
Ermeniler 1914-22 arasındaki sekiz yıl içinde bir düzineden fazla savaşa katıldılar, bu çatışmalarda öldürdüler ve öldüler. Bunların içinde Ruslarla Kafkasya ve Doğu Anadolu’da, İngilizlerle Süveyş’ten Suriye’ye değin tüm cephelerde ve Fransızlarla Adana ve çevresinde savaşları vardır. Çok sayıda Azeri ve Gürcü de öldürdüler; karşılığında vuruldular da. Hattâ, “komünist” ve “burjuva” diye iki kümeye ayrılıp birbirilerinin kanına da girdiler. Bunların hesabını da mı biz vereceğiz? Batı Anadolu’daki kimi Ermeniler işgâlci Yunanlılarla bile işbirliği yaptılar. İzmir’in Avusturyalı yangın söndürme örgütü yöneticisi Paul Grescovich ile Yakın Doğu Yardım Kuruluşu temsilcisi Mark O. Prentiss’in saptamalarına göre, Ege’nin bu kentini 14 Eylül 1922’de yakanlar da Rumlardan ve Yunanlılardan destek alan Ermenilerdir. Özür imzacıları bu konuda yaptığım yayınları görmediler mi?
Neden oldukları kan dökümünün ilk önemli olayı, önemli bir İngiliz kaynağına göre, “Türkler henüz seferberlik hazırlıkları içindeyken, Ermenilerin doğuda Ermeni olmayan 120.000 kişiyi boğazlamalarıdır.” İngiliz kaynağı “öldürme” sözcüğü yerine mezbahada hayvan keser gibi, daha sert bir anlatım olan “boğazlama” sözcüğünü kullanmaktadır. Bu tümce 2003 yılında yayımlanan İngiliz kaynağındadır. Aynı kaynak Nisan 1915’de Van’daki silâhlı Ermenilerin Türk ve öteki Müslüman mahallelerini basarak orada oturanları öldürdüklerini ya da göçe zorladıklarını ve Van kentini Osmanlı devletinden ayırarak geçici bir yönetim kurduklarını ve 1917’den sonra da 50.000 kişi daha öldürdüklerini ekliyor. Stephen Pope ile Elizabeth-Anne Wheal’in askerî başyapıtlar arasında çıkan bu ortak kitapları kana bulaşmış Ermenilerin yerlerinin değiştirilmeden önceki bu eylemleri üstünde durmaktadır. Bu belgeyi ben Türkçe bastırdığım bir kitabımda da, New York’ta İngilizce olarak yayımlanan başka bir kitabımda da gereği gibi kullandım. Özür açıklamasını imzalayanların doğrudan bu kitaptan ya da benim aktarmamdan haberleri var mı?
Özür açıklamasına imza koymuş olanlar bu kaynakları neden elden geçirmediler? Geçirdilerse, bu kanıtları niçin dengeli biçimde değerlendirmiyorlar? Bu imzalar üstüne düşünen birçok yurttaş yapanların ipliğinin artık ama adam akıllı pazara çıkmış olduğunu “Mustafa” filmi gibi adımlar arasında bağlantılar kurarak Cumhuriyete, devrimcilere, eşsiz Mustafa Kemâl Atatürk’e saldırıların ve dış destekli Ermeni ve PKK isteklerinin ardında ulusumuzun kendine güvenini ve giderek tüm varlığını ortadan kaldırma tasarısının varlığını görüyor. Atatürk, onun halk yararına devrimleri ve ulusa kendine güven duygusu vermesi kendinin putlaşması değil, halkın kendi gözünde de kimliğini bulmasıdır. Ulusu “Ne mutlu Türküm diyene!” yüceltmesinden “biz özür dilememiz gereken bir halkız” düzeyine düşürmek bunu yapanlar için bebeklik aşamasından ileriye geçememektir. Büyük Atatürk ulusun ve bireylerin kimlik kazanmasında vazgeçilmez bir anıt, bir ülkü kaynağı ve ileri atılım önderidir. Bu bağlamda, görevli subaylarımızın katıldıkları uluslararası toplantılarda sınırlarımızı da çiğneyen yeni Orta Doğu haritalarının dağıtılmasından kentlerimizde ayaklanma sınamalarına, ulusun önderi olan kişinin karalanmasından kadınların çarşafa hapsolmalarına, eğitimin Orta Çağ düşünüşüne geri çekilmesi saldırılarından ulusal dilimiz Türkçenin bile göz ardı edilmesine değin, tüm bu gericilik ve işbirliği oyunlarını “demokrasinin gereği” gibi sunmak kendimizi yadsımada sorumsuzluğun doruğudur.
Düşten kurtulmanın yolu uyanmaktır! Türk devrimcisi ve aydınına yaraşan olgunluk ölçüsü hangi köprünün aşılacağına ve hangisinin yıkılması gerektiğine karar vermesini öğrenmektir. Yönümüzü yanımızdan geçenlere göre değil, inancımızın parlayan yıldızlarına göre saptamak zorundayız. Evde beslediği köpeğin kendine hayran olduğunu gören kişi bu hayranlığı kendinin yetkin olduğunun kanıtı sayamayacağı gibi, sırtında başkasını taşımağa razı olan da bunu ancak eğilince yapabileceğini bilmelidir. Kesin seçeneklerle karşı karşıyayız. Önemli olan dört yol ağzında nerede durduğumuz ve hangi yöne gitmemiz gerektiğini görmektir. Özür imzacılarının yanlış yolda olduklarından kuşku duymuyorum.