“Bireysel vicdan hesaplaşması ve özür çağrısı” şeklinde bir grup aydının internette imzaya açtığı metin, her kampanya gibi sonuçları itibarıyla bir “toplu hareket” olması hasebiyle, “kolektif sorumluluk” ve “vicdan sahibi” her yurttaşı muhatap alan bir “kolektif suç” göndermesi içeriyor.
İlk sorun burda.
Bu yaman bir çelişki.
Başka bir “sıfat” kullanmak istemediğim için, “yaman” demekle yetiniyorum. Ama kısaca ifade etmek gerekirse “bireysel özür” adına, bir “imza kampanyası” açılmasını, -“kendi payıma”- çok “yakışıksız” buldum.
Bir ahbabınıza, kalbini yaralayan bir kabahatiniz oldu diyelim. Özür dilemek adına konu komşuyu toplayıp; kapısına dayanırsanız bu efendice olmaz. Değil mi?
Böyle bir durum dostunuzu, hiç arzu etmediği son derecede sevimsiz bir nahoş “oldu-bittiyle” karşı karşıya bırakmakla eş anlama gelir ki; “vicdan sahibi Türk yurttaşları ve aydınlarının” muhatap olduğu durum tam da bu şimdi….
“Bakın görün; ben vicdanlı bir aydın olaraktan, kendi özrümü sunuyorum. Hadi bakalım. Hodri meydan! Senin de vicdanın var mı, yok mu… görelim?” gibilerden bir durum var ortada.
“Vicdan” mı, “diplomasi” mi?
“Aydın” sözcüğü ile at başı giden bir kavram “vicdan”sa; bir başka kavram da altına imza attığınız fikirlerin “politik sonuçlarını kabullenmek” ve bu sonuçların arkasında durmaktır…
Kimse kimseyi aldatmasın.
Sapına kadar politik bir metin var ortada… Ve fakat “kaçak” ya da “kaçamak”!
Türkiye’nin en hassas yaralarından biri üzerinde “politik” bir kampanya başlatacak ama “kendi payıma” ibaresiyle bir “kaçış noktası” bırakacaksınız…
Metnin samimiyetine gölge düşüren bu “diplomasi oyununu” -naçizane ben de “kendi payıma”– büyük bir “zaaf” olarak görüyorum.
Samimi, içten bir vicdan hesaplaşmasında; “diplomasi oyunlarının” yeri olamaz.
Bireysel “vicdan hesaplaşmaları”; bireysel yapılır. Kimse de buna karışmaz. Karışmamalı da. “Vicdan” denen şey çünkü hürdür. Baştan sona “kişisel” bir kavram olan “vicdan”; ancak hürriyet varsa, var olabilir. “Vicdan” kavramından “hürriyeti” çıkardığınız anda geriye bir “hiç” kalır.
Ne var ki “bireysel özür” adı altında böyle uluorta herkesin “vicdanı” açık arttırmaya çıkarıp; ardından da “mamafih kendi payıma” demek… olmaz. Yok böyle bir şey.
“Provokasyon” ve demokratikleşme
İmzacılar arasında, beğendiğim, çok sevdiğim dostlarım da var.
Bazılarıyla konuşsam; bana şunu söyleyeceklerine eminim:
“Burası Türkiye! Bazı açılımlar bizde ancak böyle bazı şeyler zorlanarak yapılabilir!”
Bu da yaman bir çelişki doğrusu.
Prensipse prensip!
İlkelerin en yücesi “vicdan”la, “siyasi pragmatizmin” yan yana getirilmesi; “inandırıcılığa” vurulacak en büyük darbedir.
“Kişisel vicdan hesaplaşmalarının” ötesine giden “siyasi hedefler” güdülüyorsa -ki “fiili sonuçlar” göz önüne alındığında ister istemez bu böyle- güdülen “amaç” ne?
Türkiye Cumhuriyeti’nin, tarihin bambaşka bir aşamasında; “Osmanlı’dan” devraldığı karanlık mirasın üzerine çekilen bir perdeyi aralamak mı?
Tarihi temize çekmek; Ermenistan’la bir yumuşama, yakınlaşma sağlamak mı?
AB hedefine yaklaşmak mı?
Türkiye’yi sadece daha insan haklarına saygılı, daha demokratik, daha uygar bir ülkeye dönüştürmek mi?
Böyle bir kampanya; bu hedeflerin hiçbirine bizi, bugün olduğumuzdan daha yakın bir konuma getirmez.
Olsa olsa “Özür dilemiyorum” ya da “Özür bekliyorum” minvali karşıt kampanyalarca gördüğümüz üzere anında fitillenen bir kamplaşma ve sertleşme ortamına çeker.
Geniş genel kamuoyunda düpedüz “tokat” etkisi yaratan ve “provokasyon” şeklinde algılanan bir çıkışın; “siyasi açıdan” “diyaloğa” hizmet etmesini beklemek de safdillik.
Bunun nedenini de gelecek yazıda anlatacağım.
nilgun@cumhuriyet.com.tr
Bir yanıt yazın